İstanbul’da, 23-24 Mayısta, 173 ülkeden 9 bin kişinin katılımıyla Dünya İnsani Zirvesi adı altında bir zirve gerçekleştirildi. İstanbul’un hava trafiğini kilitleyecek denli yoğun ilgi gören bu zirveye 23 devlet başkanı, 23 başbakan ve 50’nin üzerinde bakan katıldı. Devlet adamları beraberlerinde iş dünyasından, sözde yardım kuruluşlarından, akademik çevrelerden, düşünce kuruluşlarından kalabalık heyetlerle geldiler. Zirvenin amacı insani yardım politikalarını revize etmek ve bu konuda küresel çözümler üretmek olarak açıklandı. Zirvenin çağrısını yapan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, İkinci Dünya Savaşından bu yana en kötü insani krizin yaşandığını, zirvenin farklı bir gelecek şekillendirmek için toplandığını söyledi. Liderlere, bu toplantı ile insanların sadece hayatını korumak için değil aynı zamanda onlara onurlu bir yaşam sunmak için kararlı adımlar atmaları çağrısında bulundu. Oysa zirve, gerçekte bu süslü laflarla ifade edilen amaçlarının aksine kirli pazarlıkların yapıldığı, karşılıklı tehditlerin savrulduğu, oturma düzeni, yemek müziği gibi küçük ayrıntılarla politik mesajların verildiği bir uluslararası toplantı oldu. Şiddetli yoksulluk çeken ve yaşam savaşı veren yüz milyonlarca insanın temsilcileri bu toplantıda yer almadı, sorunları ise sadece anlamsız nutukların konusu oldu. Bu nedenle zirve, kapitalist düzenin çürümüşlüğünü, burjuva politikacıların ve politikaların ikiyüzlülüğünü ortaya koymak bakımından da bir zirve teşkil ediyor.
Toplantı çağrısını yapan ve hazırlıklarını üstlenen, bu anlamıyla esas ev sahibi olan Birleşmiş Milletler’in açıklamalarına göre, dünyada 130 milyon insan acil insani yardıma muhtaç şekilde yaşıyor. Dünya nüfusunun yüzde 3,3’ü, yani 244 milyondan fazla insan göçmen durumunda. Dünya genelindeki mülteci sayısı ise İkinci Dünya Savaşından sonraki en yüksek seviyeye ulaştı. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 1’i, yani 60 milyon insan, savaş ve çatışmalar nedeniyle yaşadığı yeri terk ederek mülteci haline gelmiş durumda. Ban Ki-mun, zirvede yaptığı konuşmada, 2030’a kadar yurtlarından ayrılmış insanların sayısını yarıya indirmeyi arzuladıklarını, bunun için çatışmaların azaltılması, sivillerin korunması, insani yardımların arttırılması gerektiğini söyledi. Ancak kapitalizmin küresel yapısal krizi ve kapitalist rekabet giderek derinleşirken, bunun doğrudan bir sonucu olarak Üçüncü Dünya Savaşı kendine özgü yöntemlerle yayılıp şiddetlenirken, bu sayının azalması bir yana katlamalı bir biçimde artacağı ortadadır. İşte zirvenin bu dönemde ve özellikle Türkiye’de gerçekleştirilmiş olmasının esas nedeni de burada aranmalıdır. Emperyalist güçler ve bölge güçleri, kendi çıkarları için Ortadoğu’yu altüst edip kanlı savaşın sahası haline getirmişken, bu durumun yarattığı göç dalgasına karşı kendilerini koruyacak bir dalgakıran oluşturmaya, yükü başkalarının sırtına yıkmak için çareler bulmaya çalışmaktadırlar. Zirvenin Ban Ki-mun tarafından süslü sözlerle açıklanan amacı bu ikiyüzlülüğün üzerine serilen ince bir örtüden başka bir şey değildir.
Tencere dibin kara, seninki benden kara!
Zirvenin burada yapılmasının nedeni açıklanırken, Türkiye’nin son yıllarda yaptığı insani yardımlarla küresel insani merkez haline geldiği öne sürülüyor. 2013, 2014 ve 2015 yılları Küresel İnsani Yardım raporlarına göre; Türkiye’nin, ABD ve İngiltere’nin ardından üç yıl üst üste dünyanın en fazla insani yardım yapan ülkesi olduğu, 3 milyona yakın sığınmacıyı barındırdığı, yardımların milli gelire oranı itibarıyla en cömert donör ülke olduğu söyleniyor. Bu nedenle BM Dünya İnsani Zirvesinin İstanbul’da gerçekleşmesine karar verildiği ifade ediliyor. Türkiyeli egemenlerse sevinçle karşıladıkları ve fırsata dönüştürmeyi arzu ettikleri bu karar için şu açıklamayı yaptılar: “Türkiye hem donör hem de milyonlarca sığınmacıyı barındıran bir ülke olarak, insani yardım sisteminin her iki tarafını da daha iyi değerlendirebilmektedir. Türkiye, böylece küresel insani sistemin başlıca aktörleri arasında yer bulmuştur. Dünya İnsani Zirvesine ev sahibi olarak Türkiye’nin seçilmesi uluslararası toplumun bu bağlamdaki takdirinin bir nişanesidir.”
Türkiye’nin “uluslararası toplum tarafından takdir gördüğü” elbette doğrudur. BM verilerine göre, savaştan önce 21,8 milyon olan Suriye nüfusunun 12 milyonu 5 yılda mülteci haline geldi. Yani dünya üzerindeki mültecilerin yüzde 20’si Suriyeli. Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle tarihin gördüğü en büyük göç dalgası yaşanıyor. Bu dalga Ortadoğu’dan Avrupa’ya doğru yoğunlaşırken en temel geçiş noktasını Türkiye oluşturuyor. Özellikle Avrupalı egemenler, kapılarını kapatarak mültecileri Türkiye’ye hapsetmeyi planlıyorlar. Bunun için pek övündükleri “Avrupa’nın demokratik değerlerini” çiğnemekten çekinmiyor, Türkiye’de işlenen insanlık suçlarına, baskılara, zulme hiç ses çıkarmıyorlar.
Türkiye’de son bir yıldır Kürt halkına yönelik korkunç bir kıyım uygulanıyor. Diyarbakır’da, Mardin’de, Hakkâri’de, Şınak’ta aylardır sokağa çıkma yasakları, sıkıyönetim uygulamaları devam ediyor. Bu savaşta tam 700 sivil katledildi. Kentler yerle bir ediliyor, yaşam alanları, tarihi yapılar yok ediliyor. Kürt halkının Meclisteki temsilcilerinin dokunulmazlığı bin türlü entrikayla kaldırılıyor. Meclis dışındaki temsilcileri muhatap alınmıyor, tutuklanıyor, hapsediliyor. Bu savaşa son verilmesini isteyen herkes terörist olarak yaftalanıyor, cezalandırılıyor. Tüm muhalifler cezalandırılıyor. Hapishaneler dolup taşıyor. Tüm güç tek bir kişinin elinde toplanıyor. Faşizm büyük bir hızla tırmanıyor. Türkiye’nin izlediği dış siyaset nedeniyle Suriye’de sorunun çözülmesi giderek daha fazla zorlaşıyor, yoksul halkların kanı akmaya devam ediyor. IŞİD gibi eli kanlı katiller sürüsü geniş topraklara hükmetmeye, dehşet saçmaya devam ediyor. Tüm bunlara rağmen AB egemenleri, Türkiye’deki gidişat karşısında sessizliğini koruyor, “takdirlerini” esirgemiyorlar. Suriyeli mültecilerin yarattığı yükü sözde paylaşmak için Türkiye’ye rüşvetler veriyor, vize muafiyetlerinden bahsediyor, AB üyeliği için görüşmeleri devam ettiriyorlar. Çünkü AB egemenleri de tıpkı diğer emperyalistler gibi halkları ölüme ve göç yollarına iten savaşın nimetlerinden yararlanmak ama yükünü sırtlarından atmak istiyorlar. Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya ulaşmasını engellemek için Türkiye ile kirli pazarlıklara oturuyorlar.
Bu pazarlıkların verdiği güvenle AFAD Başkanı Fuat Oktay, zirvede “küresel insani sistem modelleri” başlıklı bir sunum yaptı. Sisteme katkı veren her aktörün; yatırımcının, mültecinin, ev sahibi halkın, bölge ve ülkenin kazançlarından bahsetti. Gerçekleştirilebilecek yatırımlardan, finansal kaynaklardan, emek yoğun sektörlerin kazançlarından dem vurdu. Sığınmacılara ev sahipliği yapan ülke olarak, şirketler için pek cazip yatırım ortamları hazırladıklarıyla övündü. Dünya liderlerini ucuz işgücü cenneti Türkiye’de yatırım yapmaya ve büyük paralar kazanmaya davet etti. Erdoğan ise, Türkiye’nin, “insani alandaki tecrübelerini ve dünyaya örnek teşkil eden uygulamalarını bu vesileyle uluslararası toplumla bir kez daha paylaşma fırsatı” bulduğunu söyledi. Türkiye’nin “Balkanlar’dan Orta Asya’ya, Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir coğrafyada” emperyalist hevesleri doğrultusunda insani yardım adı altında yürüttüğü politikaları anlatarak övündü. Türkiye’nin Suriye’deki savaşın temel sorumlularından biri olduğu, tırlar dolusu silahı insani yardım kisvesi altında cihatçı örgütlere ulaştırdığı gerçeğine aldırmaksızın, diğer ülkelerin yardım yapmadığını, samimi olmadığını söyleyebildi. Yükün küresel ölçekte paylaşılması gerektiğinden, adaletten bahsetti. Kısacası Erdoğan bir kez daha mülteci krizini, Avrupa’nın mülteci sorunu karşısında duyduğu korkuyu, büründüğü sessizliği yükselişine payanda etmeye çalıştı.
Erdoğan, konuşmasında, kendi ülkesindeki kamplarda kalan Suriyeli kadın ve çocukların tecavüze uğradığını, şiddet gördüğünü, ucuz işçiliğe itildiğini göz ardı ederek sadece paradan, harcamalardan bahsetti. “Yardımların finansmanında uluslararası toplum açısından bazı sıkıntılar ve sorumluluktan kaçma eğilimleri” olduğu konusunda şikâyetlendi. “Ülkemizdeki sığınmacılar için yaptığımız harcamalar 10 milyar doları aşmışken, uluslararası toplumun katkıları 455 milyon dolarda kaldı” diyerek serzenişte bulundu. Erdoğan’ı dinleyen liderler, bu konuşmalar sırasında ne düşündü bilinmez ama kendileri de tıpkı Erdoğan gibi suçlarını örtbas edip nutuklar atmaktan geri kalmadılar. Sığınmacıların geçişini engellemek için sınırlarına duvarlar ören, tel örgüler çeken, botlarını patlatan, onlara cop ve gazla saldıran, tekmeler savuran, onları insanlık dışı kamplara hapseden ülkelerin liderleri timsah gözyaşları döktüler.
Bazen ev sahibi de umduğunu değil bulduğunu yer!
Zirvenin ardından gelenek olduğu üzere “aile fotoğrafı” çektirmek üzere toplanan liderler Erdoğan’ın gecikmesi nedeniyle 5 dakika ayakta beklemek zorunda kaldılar. Böylelikle Erdoğan, ülkesinde kendisine biat edilmesiyle yetinemeyeceğini, bir “dünya lideri” olduğunu “göstermiş” oldu. Aynı gün liderlerin onuruna yemek verildi. Liderler, Dolmabahçe Sarayı’nın kapısında Mehter takımının marşlarıyla karşılandılar. Kapıda sözde tarihteki Türk devletlerini temsil eden giysileriyle nöbetçiler yer aldılar. Türkiye’nin ne kadar “güçlü” bir ülke olduğunu göstermek için hiçbir şeyden kaçınılmamıştı. Erdoğan, yemekte bir yanına Filistin Devlet Başkanını, bir yanına Azerbaycan Devlet Başkanını alarak milletin ve ümmetin koruyucusu rolüne soyunduğunu bir kez daha vurgulamaktan da kaçınmadı. Zirvenin başından sonuna kadar şatafata büyük önem verildi. Çünkü bu zirveden beklentiler çoktu. Türkiye’nin küresel bir güç olmaya hazırlandığı ve hafife alınamayacağı, Erdoğan’ın bu büyük devletin tek lideri olduğu diğer liderler tarafından netlikle anlaşılmalıydı. Ama ne kadar abartılı da olsa gösteriş, büyüklenme ve kibir gerçekliğin duvarlarına çarpıp geri döner.
Erdoğan, zirvenin son gününde yaptığı konuşmada, Suriyeli mültecilere ilişkin Geri Kabul Anlaşması gereği Avrupa Birliği’nin vize muafiyeti sözünü hatırlattı ve bu sözün yerine getirilmesini istedi. Aksi halde mültecileri geri kabul etmeyeceğini, Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilere engel olmayacağını ima etti. Elbette anlaşmayı iç politikada büyük bir başarı hikâyesi gibi sunmak isteyen Erdoğan ve ekibi anlaşmanın bununla sınırlı olmadığını çok iyi biliyor. Bir ülkenin AB için vize muafiyeti alabilmesi için Avrupa Komisyonu’nun hazırladığı bir yol haritası var. Bu yol haritasında, seyahat belgelerinin güvenliğinden göç ve sınır yönetimine, kamu düzeni ve güvenliğinden temel haklara kadar pek çok alanda AB müktesebatına uygunluk ve etkili uygulama şartı aranıyor. Yani anlaşmanın tek koşulu Geri Kabul Anlaşmasının uygulanması değil. Anlaşmaya göre, AB’nin öngördüğü şartların yerine getirilmesi ve mültecilerle ilgili pazarlıkların tamamlanması halinde 2016 Ekiminden itibaren Türkiye’ye vize muafiyeti uygulanacaktı. Geri Kabul Anlaşmasının hayata geçirilmesinin ardından belirlenen sürede vize muafiyeti sağlanması için tüm şartlar yerine getirilmeliydi. Yol haritasına göre geri kabullerin başlamasının ardından Avrupa Parlamentosunda, Türkiye’ye Vize Muafiyeti Anlaşmasının onayı için oylama yapılacak. Bu oylamada salt çoğunluk aranacak. Avrupa Konseyi de bir oylama yaparak üçte iki çoğunluk arayacak. İki oylama da lehte olursa, vize muafiyeti başlayacak. Ancak Türkiye, tüm bu koşulları yok sayıyor ve tek koşulu geri kabulmüş gibi sunuyor.
Zirvedeki konuşmasından da anlaşılacağı üzere, AB ülkelerinin pek çoğundan anlaşmanın hayata geçmesi için Türkiye’nin gerekli şartları yerine getirmediğine dair açıklamalar gelmesi Erdoğan’ı kızdırmış bulunuyor. Türkiye’de ifade özgürlüğüne ve demokratik haklara yönelik saldırıları, terörle mücadele adı altında uygulanan hak ihlallerini gerekçe gösteren AB yetkilileri vize muafiyetinin başlatılmaması gerektiğini söylüyorlar. Mültecilere karşı en acımasız anlaşmalara imza atan Almanya başbakanı Angela Merkel bile “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Türkiye’nin güçlü bir parlamentoya ihtiyacı olduğunu açıkça belirttim. Türkiye vize muafiyeti için tüm şartları yerine getirmeli” diyerek rahatsızlığını ortaya koydu. Buradan anlaşılıyor ki “Kayseri pazarlıklarıyla” mültecilerin sırtından tatlı kazançlar sağlayan Türkiyeli egemenlerin tehditleri vize muafiyeti getirmeyebilir. Evsahibi ülkenin temsilcileri olarak kürsülerde atıp tutanlar bu defa umduklarını bulamayabilirler. Bu defa umduğunu değil bulduğunu yiyen misafir değil evsahibi olabilir.
Sonuç olarak
Bu zirvenin kararı tam dört yıl önce alınmıştı. Bu süre zarfında, insani krizlerin çözümünde nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda 153 ülkeden 23 bin kişinin danışmanlığına başvuruldu. Ancak insani krizler daha da derinleşti ve yaygınlaştı. Zirve boyunca insani yardımlar konusunda herkesin elini taşın altına koyması gerektiği üzerine ateşli konuşmalar yapıldı. Ama bu konuşmalardan geriye sadece sonuç bildirgesine de yansıyan “çatışmalar son bulsun, savaş hukukuna uyulsun” sahte çağrıları kaldı. Erdoğan, mazlumların gözünün ve kulağının bu zirvede olduğunu, kararların buna göre alınması gerektiğini söyledi. Ama Türkiye kendi düzenlediği zirvenin sonuç bildirgesine imza vermedi. Çünkü Bildirgedeki maddelerden biri BM’nin ve tarafsız kuruluşların gözlemcilerinin çatışma bölgelerine girişinin koşullarının oluşturulması ile ilgiliydi. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el Hüseyin, Cenevre’de yazılı açıklama yaparak, kendilerine Cizre’de yürütülen operasyonlara ilişkin çok sayıda hak ihlali ihbarı ulaştığını, içlerindeki en endişe verici iddianınsa bodrumlarda 100 kişinin öldürülmesi olduğunu belirtmiş, Türkiye’den bağımsız soruşturmaya izin vermesini istemişti. Dışişleri Bakanlığı, bölgeye uluslararası kurumların heyet göndermesi önünde bir engel olmadığını savunmuştu. Ancak bugüne kadar bölgeye BM heyetinin gittiğine ilişkin bir bilgi mevcut değil.
Zirvede yapılan tüm konuşmalar tumturaklı yalanlar olmaktan öteye gitmiyor. İnsani yardım kuruluşlarının inanılmaz biçimde palazlandığı, yöneticilerinin maaşlarının 6 haneden aşağıya düşmediği, yolsuzlukların alıp başını gittiği bir dünyada yapılan insani zirveler ancak ikiyüzlülüğün zirveleri olur. Mülteciler, ölümle burun buruna, aç ve çaresiz, korunmasız ve her türlü saldırıya açık halde yaşama tutunmaya çalışırken ne bu zirvelerden ne yardımlardan haberdar oluyorlar. Serebrenitsa katliamını yaşayanlar için BM, onları sırtlarından hançerleyip ölüme yollayan kuruluştan başka bir şey ifade etmiyor. Ruanda halkının hafızasında da aynı şey var. Afrikalı çocuklar BM Barış Gücü askerlerini yardımlarıyla değil kendilerine tecavüz etmeleriyle hatırlıyor. Haiti depreminde yardım bekleyen Haitili yoksullar yardım yerine yolsuzlukların nesnesi haline getirildiklerini gördüler. Zirveye katılan liderlerin ülkelerinin insani yardım adı altında yürüttüğü silah ticaretini, emperyalist politikaları hatırlatmaya bile gerek yok.
Emperyalist savaşları çıkaran, bu savaşlardan nemalanan kapitalistlerin, emperyalistlerin; savaşın ne denli büyük yıkımlara yol açtığı, bitirilmesi gerektiği konusunda nutuk atıp timsah gözyaşları dökmeleri, zirveler, konferanslar toplamaları sadece ikiyüzlülüktür. Doğayı katledenlerin doğal olmayan afetleri fırsata çevirmeleri de öyle. İnsani krizleri emperyalist politikaların payandası haline getirilmeleri de öyle. Bu zirvelerin amacı savaşı, insani dramları durdurmak için samimi çağrılar yapmak, irade beyanlarında bulunmak, bu doğrultuda harekete geçmek değildir. Daha önce yaşanan iki emperyalist paylaşım savaşının dersleri ışığında diyebiliriz ki üçüncüsünün daha da şiddetlenme eğilimi gösterdiği bugünlerde toplanan Dünya İnsani Zirvesi yalnızca geniş yığınlara, yoksul işçi ve emekçilere yeni cehennem kuyuları yaratacak planların bir kez daha teyit edilmesidir. İnsani krizlere çözüm bulmak o krizleri yaratan kapitalistlerin işi olamaz. Zirve liderlerinin sorduğu sorunun cevabı tüm sahiciliği ve yalınlığı ile uzun yıllar önce verildi: İnsani krizler, bu krizlerin dölyatağını kurutmakla çözülür!
link: Ezgi Şanlı, Dünya İnsani Zirvesi: İkiyüzlülükte Zirve, 30 Mayıs 2016, https://en.marksist.net/node/5122
“Aile Bütünlüğü” Adına Kadın ve Çocuk Haklarına Saldırı
Bireysel Emeklilik Yağması