Sadece ekonomik değil siyasal ve sosyal boyutlarıyla da alabildiğine derinleşmiş olan kapitalist krizden, işçi sınıfının azami sömürüsü ve pazar alanlarının genişletilmesiyle çıkmaya çalışan, bu uğurda içeride ve dışarıda azgın bir savaş politikasıyla hareket eden AKP iktidarı, son yıllarda giderek tırmanan otoriterleşme sürecini faşizme doğru yol alarak devam ettiriyor. İşçi sınıfına yönelik amansız saldırılarla ilerleyen bu süreçte, emekçi kadınlara da ağır bedeller ödettiriliyor.
AKP’nin kadınlara yönelik gerici, cinsiyet ayrımcı ve faşizan politikaları, işyerinden okula, evden sokağa, mahkemeden karakola, hayatın her alanında yansımasını buluyor. Kadına yönelik şiddet vakalarında patlamalı bir artış yaşanırken, hükümetin konuyla ilgili kadın bakanı “algıda seçicilik”ten dem vurup, tıpkı diğer AKP temsilcileri gibi bu şiddeti meşrulaştırıyor. Faizsiz evlilik kredisi, çeyiz parası, çocuk yardımı, doğum sonrası part-time çalışma ve kısmi çalışma olanağı gibi kandırmacalarla evliliği ve doğumu teşvik eden, kürtajın önüne yasak mertebesinde engeller koyan AKP hükümeti, kadınlardan bir yandan kölelik koşullarında çalışmalarını, öte yandan yeni işçiler, askerler ve kuluçka makineleri yetiştirmelerini istiyor. Davutoğlu, “bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani bir görev yapıyor” derken aslında işin bu ikinci boyutuna dikkat çekiyor. “Bizim dinimiz kadına bir makam vermiş, annelik makamı”, “kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, çünkü o fıtrata terstir, çünkü fıtratları farklıdır” diyen Erdoğan da, kadınlara her açıdan yerinizi, haddinizi bilin demiş oluyor.
İşsizlik, düşük ücretler, yoksulluk nedeniyle emekçi kadınlar hızla kapitalist üretimin içine çekiliyor. Emekçi ailelerin içinde bulundukları yoksulluk koşulları ve hiçbir gelecek güvencelerinin bulunmaması gençleri daha geç yaşlarda evlenmeye ve en fazla bir ya da iki çocuk yapmaya itiyor. Bu yüzden doğum oranlarının düşmesi burjuvaziyi kara kara düşündürüyor. O bir taraftan kadını iliğine dek sömürmek istiyor, ama öte taraftan sömürecek taze işçiciklere de ihtiyaç duyuyor. İşte AKP hükümetinin kadın emekçilere yönelik politikalarını da sermayenin çelişik gibi görünen bu ikili ihtiyacı şekillendiriyor.
Kadınlara ucuz işçilik ve annelik misyonunu bir arada yükleyen AKP, İslamcı bir ideolojiye sahip olmakla birlikte, gözü kâr hırsıyla dönmüş sermayenin has temsilcisidir. Türkiye’yi dünyanın en büyük on ekonomisi içine sokma hedefine dua ederek ulaşmanın mümkün olmadığını o da bilmektedir. Bunun için işçi sınıfının sesinin hiç çıkmayacak şekilde kısılması ve iliğine dek sömürülmesi gerekmektedir. İktidara geldiği günden bu yana gerçekleştirdiği azgın saldırıları nihayetinde kıdem tazminatının gaspı ve kölelik bürolarının kurulmasıyla doruk noktasına tırmandırmak isteyen AKP’nin amacı işte budur. Örgütsüz, savunmasız, borca batırılmış, hayatta kalmak için asgari ücrete ve en kötü çalışma koşullarına bile boyun eğen kadınlı erkekli milyonlarca işçi, bu hedef doğrultusunda üretim alanlarına sürülmektedir. Bu arada “dinimizin annelik makamı verdiği kadınlar” da, gece çalışması ve uzun çalışma saatleri yüzünden çocuklarının ve kocalarının yüzünü görememe gibi “dinimiz”le pek bağdaşmayan işlere koşulmakta, bebeğini emzirecek zaman bile bulamamaktadır ama ne gam! İslamcı iktidarımız için son tahlilde belirleyici olan sermayenin çıkarlarıdır, “dinimizin” değil!
Kadınlar her daim sermaye tarafından çok işlevli araçlar olarak görülmüşlerdir. Tıpkı erkek işçiler gibi kadın işçiler de sermaye için bir kâr makinesidirler; ama aynı işi yapan erkeklere göre çok daha ucuza çalıştırılabilen, dolayısıyla sırtından daha fazla artı-değer elde edilebilen bir kâr makinesi! Emekçi kadınlar aynı zamanda, sermayenin kölesi olan ev ahalisinin bakımını yaparak onları yeniden sömürülecekleri ertesi günlere hazırlayan hizmetçilerdir. Ama daha da önemlisi, sermaye için yeni köleler ve askerler üreten kuluçka makineleridir. Bu nedenle de burjuva hükümetlerin ve devletlerin her dönemde kadınlara yönelik özel politikaları mevcuttur. Kuşkusuz bu politikalar, olağan dönemler ile büyük krizlerin, savaşların yaşandığı olağanüstü dönemlerde farklılıklar göstermektedir.
Bugün de bir olağanüstü dönemden geçiyoruz ve bu süreç tüm dünyada otoriter ve totaliter rejimlere doğru gidişi hızlandırmış durumda. Totaliter rejimler aynı zamanda erkek egemenliğinin ve kadın düşmanlığının da doruk noktasına ulaştığı burjuva rejimlerdir. Kadının “anne olarak” kutsanma görüntüsü altında alabildiğine aşağılandığı, değersizleştirildiği, ayrımcılığın azamisine maruz bırakıldığı, eve hapsedilmeye çalışıldığı, politik yaşama ancak diktatörün şakşakçısı ve emir kulu olarak katılmasına izin verildiği totaliter burjuva rejimlerin en acımasızı ise faşizmdir. Türkiyeli emekçi kadınlar da bugün faşizm tehlikesiyle yakın bir tehdit olarak yüz yüzedirler. Bu nedenle, İtalyan ve Alman faşizmi dönemine bu açıdan bakmak, tehlikenin büyüklüğünü ve bunun önüne geçmek için mücadele etmenin yakıcı önemini kavramak bakımından da faydalı olacaktır.
İtalyan ve Alman faşizmi altında kadınlar
İnsanlığın yaşadığı en korkunç felâketlerden biri olan faşizm, ilk olarak İtalya’da ortaya çıkmış ve doruk noktasına Almanya’da ulaşmıştı. İtalya’da 1922’de Mussolini’nin, Almanya’da ise 1933’te Hitler’in iktidara gelişiyle başlayan bu süreç, işçi-emekçi kadınlar açısından tarihlerinin en karanlık dönemini oluşturacaktı.
Birinci Dünya Savaşı, diğer ülkelerde olduğu gibi İtalya’da da kadınların işgücüne katılım oranlarının sıçramalı bir şekilde artmasına yol açmıştı. O dönemde İtalya tarım toplumundan sanayi toplumuna hızlı bir geçiş yaşamış ve kadınların sanayi işçileri içindeki oranları da yükselmişti. Erkek işgücünün savaşta tahrip olması, kadın işgücüne duyulan ihtiyacı fazlasıyla arttırmıştı. 1921 yılına gelindiğinde, tarımda işgücünün %44’ünü, sanayide ise %35’ini kadınlar oluşturuyordu. Kadınlar kırın ve evin dar sınırlarının dışına çıkarken geleneksel değer yargılarını da yıkıyor, her açıdan hızlı bir bilinç dönüşümü yaşıyorlardı.
1922 yılında iktidara gelen faşizm, kadınlara ekonomik, sosyal ve siyasal olarak büyük bir darbe vururken bu dönüşümü de engellemeye girişecekti. Faşist iktidar, çalışma olanaklarını alabildiğine kısıtladığı kadınları, azami sayıda çocuk doğurmaya ve bunlara bakmak üzere evde kalmaya teşvik ediyordu. Kadına biçilen rol “itaatkârlık” ve “annelik” idi. Kadın çalışmamalı, evde çocuklarına ve kocasına bakmalıydı. “Savaş erkeğe aittir, annelik kadına” diyen Mussolini’ye göre, “ideal kadın”, kırda yaşayan, geniş ailesini geleneksel değerlere göre yetiştirmekten mutluluk duyan köylü kadındı! Faşist rejim, o sırada 40 milyon olan İtalya nüfusunu 1950’de 60 milyona çıkarma hedefini koymuştu önüne. Doğum oranlarının arttırılması için evlilik ve doğum pek çok şekilde teşvik ediliyordu. Boşanma zorlaştırılıyor, kilisenin de yardımıyla doğum kontrolüne ve kürtaja karşı kampanyalar yürütülüyordu. Evliliği teşvik kredisi veriliyor ve dört çocuk yapılması halinde kredi borcu siliniyordu. 6 ve daha fazla çocuğa sahip olan erkekler gelir vergisi ödemiyor, bunlara devlet iyi iş olanakları sağlıyordu. Bekâr erkekler ise ek vergi ödemek zorundaydılar. 1930’ların sonlarına doğru, devlet dairelerinde işe alınacak erkeklere evli olma zorunluluğu da getirilmişti.
Faşist rejim kadını eve hapsederek doğum makinesi haline getirmek için kadın işçilerin ücretlerini düşürürken, eğitimli kadınların çalışma alanlarını da sınırladı. Örneğin kadın öğretmenlerin orta, lise ve yüksekokullarda çalışmaları büyük ölçüde engellendi. Demiryollarında çalışan tüm kadın işçiler işten atıldı. 1933 yılında devlette çalışan kadınlar için %10 sınırı getirildi ve 1938’de bu özel sektörde de uygulamaya konuldu. Fakat pratikte uygulanamayacağı görülünce bir yıl sonra özel sektöre bu açıdan istisnalar getirildi. Çünkü savaş döneminde burjuvazinin kadın işçilere her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı. Ayrıca ucuz kadın emeğinden vazgeçmek patronların hiç işine gelmiyordu.
Mussolini’nin faşist rejimi, tüm baskı ve yasaklarına rağmen, Almanya’dan farklı olarak, doğum ve evlilik oranlarını arttırmayı da başaramamıştı. Keza, yine tüm baskılara rağmen kadın işçilerin mücadelesini de sıfırlayamamıştı. Örneğin 1931’de 200 bin sendikasız kadın işçi greve gitmiş ve bu grev kazanımla sonuçlanmıştı. İtalya’yla kıyaslanmayacak vahşilikteki Alman faşizmi altında böyle bir şey düşünülemezdi bile. İtalya’dan 11 yıl sonra Almanya’da iktidara gelen Nazizm, toplumun üzerine tam bir karabasan gibi çökerek onu mutlak anlamda felçleştirecekti.
Almanya’da, 1929 krizinin etkilerinin kendini kitlesel bir işsizlik ve yoksulluk olarak ortaya koyduğu bir dönemde iktidara tırmanan Hitler, emekçi kitlelerin iş ve aş özlemlerini sömürerek, kaostan, istikrarsızlıktan, işsizlikten kurtuluşun yolunu Nazi Partisinin iktidara gelişi olarak göstererek oylarını sıçramalı bir şekilde arttırmıştı. Krizin patlak verdiği 1929 yılında Almanya’da resmi işsiz sayısı 1,6 milyonken, bu sayı 1932’de resmi rakamlara göre 6,1 milyona, gerçekte ise 7,6 milyona fırlamıştı. Aileleriyle birlikte yaklaşık 23 milyon kişinin işsizlik girdabına sürüklendiği bu ortamda, kadınlar erkeklere göre daha kolay iş bulabiliyorlardı. Zira sermaye açısından kadın işçi demek erkek işçiye göre yaklaşık %30 daha düşük ücretle çalıştırılabilen ucuz işgücü demekti. Bu yüzden ekonomik kriz döneminde erkeklerin üçte biri işlerini kaybederken, kadınların sadece onda biri işten atılmıştı ve çalışan işçilerin %40’a yakınını kadın işçiler oluşturuyordu.
Hitler, iktidara yükseliş sürecinde bu olguyu istismar ederek, işsizliğe çözüm vaadini en büyük propaganda malzemelerinden biri haline getirmişti. İktidara geldiği takdirde 800 bin kadını iş hayatından çekerek bunların yerine erkekleri geçireceğini ve böylelikle işsizlik sorununu çözeceğini söylüyordu. Ona göre, kadının çalışması için hiçbir neden yoktu, onun yeri eviydi ve temel sorumluluğu çocuklarına ve kocasına bakmaktı! İşsizlikten kırılan ve umutsuzluğa sürüklenen kitlelere, iş vaadi hayat kurtarıcı bir vaat olarak görünmüş ve bunun da etkisiyle Nazi Partisi 1932 seçimlerinde 1 milyonu aşkın bir oy artışıyla parlamentonun en büyük partisi haline gelmişti.
Tarihsel olarak güçlü bir komünist geleneğe sahip olan Almanya, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin gibi iki büyük kadın devrimcinin, işçi sınıfının ve emekçi kadınların kurtuluş mücadelesine damgasını bastığı bir ülkeydi.[*] Kadınlar, erkek işi olarak görülen vasıflı işlerde, akademide, sanatta, politikada vb. öne çıkmaya başlamışlardı. 1932’de parlamentoda 36 kadın milletvekili bulunuyordu. O dönemde 100 bin kadın öğretmenin, 13 bin kadın müzisyenin, 3 bin kadın doktorun bulunduğu Almanya’da, Nazilerin iktidara gelişiyle birlikte bu tablo birkaç ay içinde değişecekti. Kadınlar politikadan dışlanacak, parlamentoda, bölgesel meclislerde ve belediye meclislerinde hiçbir kadın yer alamayacaktı. Kadın dernekleri, örgütleri yasaklanacak, özellikle sosyalist ve komünist partilere bağlı kadın örgütlerinin üyelerine yönelik azgın bir saldırı dalgası başlatılacaktı. Kadın devlet memurlarına, akademisyenlere, doktorlara, öğretmenlere, avukatlara vb. de evin yolu gösterilecekti.
Kadına yönelik baskılar bunlarla da sınırlı değildi. Giydikleri kıyafetten ayakkabıya, saç şekillerinden makyajlarına her şeylerine karışılacaktı. Pantolona, topuklu ayakkabıya, makyaja, sigara içmeye, zayıflamak için rejim yapmaya vb. iyi gözle bakılmıyordu. Kadınlar çocuk yapan makinelerdi ve bu işlevlerinin bozulmasına izin verilemezdi! Gerekçe buydu, ama bir o kadar geçerli olan neden de faşizmin toplumu en küçük hücrelerine kadar kontrolü altına alma, tahakküm anlayışıyla malûl, kadın düşmanı bir ideoloji olmasıydı. Bir parantez açarak belirtelim ki, Erdoğan’ın sigara düşmanlığı, kişisel yaşam tarzına yönelik müdahaleleri, kadınların kıyafetlerine karışması vb. de aynı zihniyetin ürünüdür.
Hitler’e göre “kadının kurtuluşu” fikri Yahudi entelektüellerin icadıydı! Kadın doğası gereği erkekler tarafından korunmaya ve kollanmaya muhtaç bir varlıktı. Kadının dünyası, kocası, ailesi, çocukları ve eviydi. Her ikisi de kendisine tabiatı (“fıtratı” mı desek!) tarafından verilmiş görevleri yerine getirdiğinde iki cins arasındaki ilişkilerde hiçbir sorun yaşanmazdı! Onun kadın-erkek eşitliğinden anladığı şey ise şu sözlerinde ifadesini buluyordu: “Her iki cinsiyetin de kendi hakları, görevleri vardır, bu görevlerin onuru ve kıymeti eşittir ve bu yüzden erkek ve kadın eşitlik içindedir.” Eşitliği haklar ve toplumsal konum bakımından eşitlik olmaktan çıkarıp, “senin de hakların ve görevlerin var, onun da, o halde eşitsiniz” demeye indirgeyen bu anlayışı, neredeyse aynı söylemlerle Erdoğan’da da görmemiz şaşırtıcı değildir aslında.
Hitler’in iktidara gelmesinin hemen ardından çıkardığı ilk yasalardan biri evliliği teşvik yasasıydı. Bu yasayla devlet yeni evlenen çiftlere kredi veriyor ve bu kredinin geri ödeme koşullarını çocuk sayısına endeksliyordu. Buna göre bir çocuk yapanın borcunun %25’i, iki çocuk yapanın %50’si, dört çocuk yapanın ise tamamı siliniyordu. Nazi ideolojisine göre, iyi bir Alman kadının görevi, arî bir Alman erkekle genç yaşta evlenmek, kocasına hizmet etmek, olabildiğince çok çocuk yapıp ırkı arîleştirmek ve bu çocukları “devletine, milletine faydalı” vatandaşlar olarak yetiştirmekti. Burada söz konusu olan faşist bir devlet ve ona sorgusuz sualsiz boyun eğmesi beklenen faşist bir milletti elbette! Azgın bir yayılmacılık arzusuyla her tarafa saldırmaya hazırlanan Alman emperyalizminin, fabrikalarda ucuza çalışıp savaş cephelerinde yem olacak kölelere ve onları doğuracak yeni annelere ihtiyacı vardı.
Goebbels, 1934 yılında yaptığı bir konuşmada kadınlara “sizin göreviniz milli soyun geleceğini garantiye almak için en az dört çocuk yapmaktır” diye sesleniyordu. Faşist iktidar, bugün bize fazlasıyla tanıdık gelen bir söylemle, doğum oranlarının düşmesinden yakınıyor, bu gidişle Alman ulusunun yok olacağını, güçlü bir devlet, güçlü bir millet için en az dört çocuk yapılması gerektiğini söylüyordu! Slogan, “Führer için bir çocuk yapın” idi. Alman kadınlara kürtaj yasaktı. Kadın ne kadar çok çocuk doğurmuşsa o kadar muteberdi. 1939’dan itibaren, kadınlara “annelik madalyası” verilmeye başlanacak ve çok çocuklu kadınlar kahramanlar olarak kutsanacaktı. 8 ve daha fazla çocuk doğuran kadınlar altın madalya, 6-7 çocuk doğuranlar gümüş madalya, 4-5 çocuk doğuranlar ise bronz madalya alıyordu.
Bekârların çocuk doğurmaları da hiç sorun değildi, faşist rejim için önemli olan doğum oranının artmasıydı. Hatta SS lideri Himmler’in hayata geçirdiği “lebensborn” projesi, ırksal özellikleri dikkate alınarak seçilmiş bekâr kadınların arî erkeklerle, özellikle de SS subaylarıyla çiftleştirilip gebe bıraktırılmasına ve bu kadınların doğuma kadar lebensborn evlerinde bakılıp arî bebekler doğurmalarının sağlanmasına dayanıyordu. Faşist rejim, insanları damızlık hayvanlar olarak kullanıyor, fiziksel, düşünsel, kültürel, etnik, cinsel, dinsel vb. açıdan beğenmedikleriniyse acımasızca yok ediyordu. Bu vahşi politika sonucunda, kadın-erkek, çocuk-yaşlı ayrımı yapılmaksızın, milyonlarca Yahudi, Çingene, komünist, eşcinsel, toplama kamplarına kapatılıp en acımasız işkencelere tâbi tutulacak, çalışma kamplarında ölümüne çalıştırılacak, kalanlarsa gaz odalarında imha edilecekti.
Faşist rejiminin kadın politikası, kadınların önemli bir bölümünün işgücünden çekilmesi ve eve hapsolmasıyla sonuçlanacaktı. İkinci Dünya Savaşına giden süreçte artık Almanya’da kadın işçilerin çok küçük bir bölümü tam zamanlı işlerde çalışır hale gelmişlerdi. Ne var ki emperyalist savaş çanları çalmaya başladığında, Hitler savaş ekonomisini gazlayarak yoğun bir savaş hazırlığına girişmeye koyuldu. Bu koşullarda kadına biçilen rol de çeşitlendirilmek zorundaydı. Daha önce “kadının yeri evidir” diyen faşist zihniyet, şimdi kadınları “yurtsever çalışma” kampanyalarıyla fabrikalara sürmenin teorisini yapar hale gelmişti. 1937’de çıkarılan bir yasayla kadınlara Nazilerin “ekonomik mucize”sine yardımcı olmak için fabrikalarda yurtseverce çalışabilecekleri söyleniyordu. Bu politika kısa sürede, çalışan işgücü içinde kadınların oranının %30’lara yükselmesiyle sonuçlanacaktı. Evliliği teşvik yasası da aynı yıl kaldırılacaktı. Savaş başladıktan sonra ise kadınlar ordunun geri hizmetlerinde, fabrikalarda ve tarlalarda işe koşulacaktı.
Erkek işçiler savaşta birbirini boğazlamaya gönderilirken, kapitalistlerin işgücü ihtiyacını karşılayacak en önemli unsur yine kadınlardı. Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan aynı eşitsizlikler, bu kez de geçerliydi elbet. Erkek işçilerin aldığına oranla son derece düşük ücretler, bitmek bilmez uzunluktaki çalışma saatleri, açlıktan ve hastalıktan kırılan çocuklar ve tüm bunların üstesinden gelmek zorunda kalan milyonlarca kadın emekçi. Burjuvazi kadın emeğini en azgın biçimde sömürüyordu. Kadınlar, ücret düşüklüğüne, eşitsizliğine ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltecek olduklarında ise karşılarında faşizmin postallarını buluyorlardı.
***
Bilinçli bir mücadeleyle önüne geçilemediği takdirde, faşizmin bugün de işçi sınıfına, kadınlara, azınlıklara, mültecilere benzer acıları yaşatacağından hiç şüphe duyulmamalıdır. Bu yüzden, faşizme ve onun ortaya çıkması için mümbit bir zemin yaratan emperyalist savaşa karşı mücadele her işçinin ve emekçinin en acil görevidir. Savaşın ve faşizmin kendilerine yaşatacağı acıların, aşağılamanın ve dizginsiz sömürünün bilincinde olan emekçi kadınlar ise bu mücadelede bir adım daha önde yer almalıdırlar. O yüzden diyoruz ki, emekçi kadınların kapitalist sisteme, erkek egemenliğine ve bunların bileşik sonuçları olan çifte ezilmişliğe ve çifte sömürüye karşı seslerini yükselttikleri bir başkaldırı günü olan 8 Mart’ın isyan ruhuyla emperyalist savaşa ve faşizme karşı da mücadeleye!
[*] 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, bu iki büyük komünist kadın, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin, işçi sınıfının kadınını ve erkeğini bu savaşa karşı durmaya ve silahlarını burjuvaziye çevirmeye çağırmışlardı. Devrimci Marksizmin yılmaz savaşçısı Rosa, emperyalist savaşa ve kapitalizme karşı verdiği devrimci mücadeleyi, canı pahasına yılmadan sürdürmüş ve 1919’da katledilmişti. Kadının kurtuluşu davasını işçi sınıfının kurtuluşu davasının ayrılmaz bir parçası olarak gören ve bu doğrultuda amansız bir savaşım veren Clara Zetkin ise, aynı zamanda 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmesini sağlayan bir kadın komünistti. II. Enternasyonal’in 1910 yılında toplanan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresinde, 8 Mart, Clara Zetkin’in önerisiyle Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmişti. Emperyalist savaşa ve sosyal şovenizme karşı mücadelesini kararlılıkla sürdürmekten asla vazgeçmeyen Clara Zetkin, 1933 yılında, 76 yaşında hayata gözlerini yumdu.
link: İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Faşizm, 27 Şubat 2016, https://en.marksist.net/node/4961
Özel Kölelik Büroları
Burjuvazinin Medyası Zehir Kusuyor!