Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasına döşenen ve “asrın projesi” olarak reklâm edilen su boru hattı, 17 Ekimde şaşaalı törenlerle açılmıştı. Açılış, bu projeyi[*] oya tahvil etmek isteyen AKP tarafından bilinçli olarak 1 Kasım seçimlerine yakın bir tarihe denk getirilmiş ve Erdoğan-Davutoğlu ikilisi açılışı seçim propagandası için büyük bir fırsat olarak değerlendirmişti.
Anamur’da yapılan açılış töreninde, sağ yanına Tuğrul Türkeş’i alan Erdoğan, “Projeyle KKTC’nin 50 yıllık içme ve sulama suyu ihtiyacını karşılamış oluyoruz. İşte gerçek millilik budur, gerçek milliyetçilik budur” diyerek MHP tabanına mesaj verirken, Davutoğlu da hamaseti ve milliyetçiliği doruğuna çıkarıp ustasının yolundan yürümüştü:
“Dünya çapında bir projeyi Kıbrıs’a hediye ediyoruz, bu büyük projeleri hayal edemeyenler utansın. Bütün dünyaya sesleniyoruz, Türkiye ile Kıbrıs hiçbir zaman ayrılmayacak şekilde kenetlenmiştir. … Çanakkale şehitlerine de bir selam gönderiyoruz buradan. Şehitlerimizi rahmetle anarken o gün Kıbrıs’ta şehit olan aziz şehitlerimiz de bu törene şahittir, çünkü bizim inancımıza göre şehitler ölmez. Ama bazı gafiller bunları bilemezler. İşte bu eseri o şehitlerimize armağan ediyoruz. Son 13 yılda sayın Cumhurbaşkanımızın başbakanlığından bugüne kadar, öncülüğü ile iradesi ile ve hükümetlerin sağlam duruşu ile dünya rekorları kırdık. Büyüdük, ilerledik, güçlendik, milli piyade tüfeği, milli savaş gemisi, milli aşısı, milli helikopter, milli tank, milli eğitim uçuşu, dün gece de 4B uydusunu uzaya fırlattık. İşte her şeyiyle milli, her şeyiyle yerli, işte dünyaya meydan okuyan Türkiye.”
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ise yaptığı yazılı açıklamada, dünyada ilk defa uygulanacak bir proje geliştirdiklerini belirterek şöyle diyordu:
“Kuzey Kıbrıs suyun içinde ama hep suya hasret kaldı. KKTC’nin verimli topraklarına ana vatan Türkiye’den hayat suyu götürmek pek çok hükümetin hayaliydi. Şükürler olsun ki bu hayali de gerçekleştirmek bize nasip oldu. Kıbrıs bizim canımız diyor, elimizden geleni fazlasıyla yapıyoruz.”
Projenin başlatıldığı 2011 yılından bu yana, AKP hükümeti, burjuva çıkarları, “barış suyu”, “kardeşlik”, “tek yürek olmak” gibi güzel sözlerle ve milliyetçi söylemle soslayarak gizlemeye çalıştı. Kıbrıs’ın kronikleşen su sorununu çözme büyüklüğünün Türkiye’ye ait olduğunu, Rumların da Türkiye’ye müteşekkir olmaları gerektiğini dile getiren cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, bu arada projenin maliyetinin 1,6 milyar lira olduğunu zikrederek, her fırsatta Kıbrıslı Türklere “bize borçlusunuz ve mahkûmsunuz” mesajı vermekten de geri durmadılar. Ve nihayetinde, kapitalist toplumda her şey gibi “barış ve kardeşlik suyu”na erişmenin de bir karşılığı olduğunu göstermekte gecikmediler. “Kardeş Kıbrıs halkını susuzluktan kurtaracağız” diyenler, törenlerle açtıkları vanaları, birkaç gün sonra sessiz sedasız kapattılar. Üstelik bununla da yetinmediler ve bütçeden Kuzey Kıbrıs’a her ay düzenli olarak aktarılan parayı vermemekle tehdit edip (Kıbrıs kaynakları iki aydır bu ödemenin yapılmadığını belirtiyor) Kıbrıs’a yatırım için verilen paranın akışını durdurdular. Sebepse, Kuzey Kıbrıs yönetimiyle Türkiye arasında, suyun özelleştirilmesi konusunda çıkan anlaşmazlık.
AKP hükümeti Kuzey Kıbrıs yönetimine “suyu özelleştirin” dayatmasında bulunmuştu. Bu dayatma kabul görmeyince, AKP seçim öncesinde bu projeyi propaganda malzemesi olarak kullanmak üzere açılış töreni düzenledi ancak gerçekte vanaları açmadı. Kıbrıs halkına en kirli ve gayri insani şantajlardan birini yaparak “ya dediğimi kabul edersin ya da susuz kalırsın” diyen AKP, böylece su gibi hayati bir maddenin bile (aslında “bile” değil, tam da bu nedenle) kolayca şantaj malzemesi yapılabildiğini bir kez daha gösterdi.
AKP hükümeti, Türkiye’den gidecek suyu vermek için Kuzey Kıbrıs’ta su işletmesinin özel bir şirkete devredilmesini şart koşuyor. Kuzey Kıbrıs yönetimi ve belediyeler ise bu dayatmaya karşı çıkıyor. Aslında Kuzey Kıbrıs ile Türkiye arasında sessiz sedasız imzalanan protokol, suyun işletilmesinin ve yönetiminin yap-işlet-devret yöntemiyle özel bir şirkete devredilmesini öngörüyordu. Bunun yanı sıra, Türkiye, bu proje kapsamında inşa edilen tüm tesislerin mülkiyetinin Türk devletine ait olmasını şart koşuyordu. Böylece Kıbrıs’ta Kuzey ve Güney’in birleşmesi durumunda, Türkiye, su konusunda “tek söz hakkı sahibi benim diyerek” ciddi krizlere yol açabilecek bir dayatmada da bulunmuş oluyordu. Belediyelerden ve çeşitli partilerden bu dayatmalara baştan beri itiraz sesleri yükselse de, bu tepkiler, söz konusu protokülün 2012 yılında iki tarafın parlamentolarında onaylanmasının önüne geçememişti. İş somutlanma aşamasına geldiğinde ise doğal olarak tartışmalar yeniden alevlendi ve söz konusu kriz patlak verdi.
Kuzey Kıbrıs’ta şu anda Cumhuriyetçi Türk Partisinin (CTP) ve Ulusal Birlik Partisinin (UBP) oluşturduğu bir koalisyon hükümeti işbaşında. Hükümetin küçük ortağı konumundaki UBP suyun özelleştirilmesini savunurken, Mehmet Ali Talat’ın başkanı olduğu CTP, sendikalardan ve çeşitli emekçi örgütlerinden yükselen tepki nedeniyle özelleştirmeye karşı çıkıyor. CTP ve UBP geçtiğimiz günlerde bu konuda bir toplantı yaparak, krizi çözmek üzere AKP hükümetiyle diyaloğa geçme kararı aldılar. Fakat bu konuda henüz bir gelişme kaydedilmiş değil.
Belediyelere gelince… En büyük gelir kaynaklarını oluşturan suyun işletme hakkından mahrum bırakılmaları, Kuzey Kıbrıs’taki belediyelerin hiçbir iş yapamaz ve çalışanlarının ücretlerini bile ödeyemez hale gelmeleri anlamına geliyor. Bu yüzden belediyeler, suyun özelleştirilmesine karşı çıkıyorlar ve tahsilatın kendileri tarafından yapılmaya devam edilmesini istiyorlar.
Kıbrıslı işçi ve emekçi örgütleriyse, suyun özelleştirilmesi durumunda tüm dünyada sayısız örneği görüldüğü üzere, tekellerin insafına terk edilmiş bir fiyatlandırma politikasıyla karşı karşıya kalınacağına ve halkın su hakkının gasp edilecek olmasına vurgu yaparak buna izin vermeyeceklerini dile getiriyorlar.
Gerek AKP hükümeti, gerekse Türkiye ve Kuzey Kıbrıs burjuva çevreleri, suyun özelleştirilmesi gerektiğini savunurken, uluslararası sermeyenin bildik argümanlarını tekrarlamanın ötesinde bir şey yapmıyor. Burjuva medyanın da yoğun katkıda bulunduğu bu ideolojik saldırı harekâtıyla kafa karışıklığı yaratılarak halkın su hakkı tümüyle gasp edilmeye çalışılıyor.
AKP hükümeti ve sermaye çevreleri, Kıbrıs’taki boru hatlarının çok eski olduğunu, bu hatlar yenilenmediği takdirde suyun dağıtım sırasında zayi olacağını, hat yenileme maliyetininse çok yüksek olduğunu ve belediyelerin bunun altından kalkamayacaklarını dile getiriyorlar. Ayrıca, devletin suya büyük bir sübvansiyon uyguladığını ve belediyelerin bu sayede ucuz su verebildiklerini, bununsa devlete büyük bir yük bindirdiğini savunuyorlar. Özel şirketlerin gerekli altyapı yatırımlarını yaparak hem su zayiatını engelleyeceklerini, hem de yenilenmiş boru hatları sayesinde suyun daha sağlıklı nakledilmesini sağlayacaklarını, bütün bunların yanı sıra makul bir fiyatlandırma yapacaklarını iddia ediyorlar. Oysa dünyadaki tüm uygulamalar bu argümanların koca bir yalandan ibaret olduğunu gösteriyor. Özel şirketler gerekli altyapı yatırımını yapmaksızın para toplama şebekesi olarak çalışıyorlar ve halkı birkaç kat arttırdıkları faturalarla soyuyorlar.
Burjuvazi, 90’lı yılların başından bu yana, suyun ekonomik bir değer olduğunu ve ekonomik mal olarak kabul edilmesi gerektiğini söyleyerek, devletin ya da belediyelerin işlettiği su kaynaklarının ve işletmelerinin özelleştirilmesini savunuyor. Bunu tüm dünyada merkezi ve eşgüdümlü bir şekilde hayata geçirmek üzere, gerektiğinde Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası sermaye kurumlarını da devreye sokuyor. Bu kurumlar çeşitli ülkelere kredi verirken, su kaynaklarının ve işletmelerinin özelleştirilmesini ön şart olarak koşuyorlar. Suyun yaşamsal önemi, onu sermayenin gözünde en kârlı metalardan biri haline getiriyor. Suyun insanlar için hayat demek olması, sermaye için sadece vazgeçilemez bir metayı dilediği koşullarda pazarlayabilme fırsatı anlamına geliyor. Bu yüzden su tekelleri, yirmi yıldır hızlı bir şekilde girdikleri çeşitli ülkelerde, emekçilerin erişimini zorlaştırma ya da engelleme pahasına, suyun fiyatını diledikleri gibi arttırmaktan çekinmiyorlar:
“Su işletmelerinin tekeller tarafından satın alındığı birkaç ülkeden verilecek örnekler durumun vahametini ortaya koyuyor. Güney Afrika’da su kaynaklarının özelleştirilmesinden sonra suya yüksek oranda yapılan zamlar sebebiyle yüz binlerce insan temiz suya erişemedi. Bu sebeple baş gösteren kolera salgınından on binlerce insan etkilendi, 250 kişi ise yaşamını yitirdi. Arjantin, Meksika, Bolivya gibi Latin Amerika ülkelerinde su dağıtımını ele geçiren tekeller hem su fiyatlarını 2-3 kat arttırdılar, hem de bu kadar pahalıya sattıkları suyun temiz ve sağlıklı bir biçimde halka ulaşması için hiçbir yatırım yapmadılar. Su kaynaklarının özelleştirilmesi o dereceye vardı ki, Latin Amerika’da çatılardan akan yağmur sularının toplanması bile yasaklandı. İngiltere, Kanada ve Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde de durum farklı değil. Bu ülkelerde de suyun özelleştirilmesiyle birlikte hem suyun fiyatı arttı, hem de kirliliği.” (Suphi Koray, Sermaye Elini Suyumuzdan Çek!, MT, Nisan 2009)
Suyun özelleştirilmesi uzun zamandır Türkiye’nin de gündemindedir. Fakat AKP hükümeti yükselecek tepkiler nedeniyle bu konuda radikal bir adım atmaktan çekinmektedir. Ne var ki, su kaynakları ve dağıtımına ilişkin kısmi özelleştirmeler çoktandır başlamıştır. Marksist Tutum sayfalarında daha önce de dile getirdiğimiz gibi, “Antalya, İzmit ve İzmir’de su işletmeleri Türk firmalarıyla birlikte çokuluslu tekellere devredilmiştir. Ortadoğu coğrafyasında kritik bir konuma sahip olan Türkiye neo-liberal su politikaları için pilot bölge olarak seçilmiştir.” (Suphi Koray, agm)
Burjuvazi suyu tümüyle özelleştirmek için tüm dünyada hırsla çalışmaktadır. Ne var ki, bu hayati maddenin özelleştirilme girişimleri pek çok ülkede ciddi isyanlara varan bir halk tepkisiyle karşılaşmıştır. Polonya, Almanya, Hollanda, Macaristan, Brezilya, Panama, Arjantin, Uruguay, Kanada, ABD, Tanzanya, Tayland gibi pek çok ülkede, emekçilerden yükselen ciddi tepkiler nedeniyle özelleştirme girişimleri engellenmiş ya da uygulamaya geçirildikten sonra iptal edilip kamuya dönüş yaşanmıştır. Su yaşam için vazgeçilmez bir maddedir ve onun metalaşmasına izin vermek aslında havanın metalaşmasına izin vermekten farksızdır. Suyumuzu, derelerimizi, ormanlarımızı gasp eden burjuvazi, buna dur denmezse yakında havayı da parayla satmaya başlamaktan çekinmeyecektir. Sermaye düzenini yıkmadan ne suyumuzu, ne havamızı, ne ormanlarımızı ne de kendimizi kurtarabiliriz.
[*] “KKTC Su Temin Projesi” adı verilen ve 2011 yılında başlatılan bu proje kapsamında, Anamur’da Dragon Çayı üzerinde inşa edilen Alaköprü barajında toplanan suyun Girne’de inşa edilen Geçitköy barajına aktarılmasını sağlamak üzere deniz altından 106 km uzunluğundaki bir boru hattı döşendi. Projenin suyun Kıbrıs içine dağıtılmasını sağlayacak kısmı ise henüz tam olarak tamamlanmış değil.
link: Marksist Tutum, Kıbrıs’a “Suyu Özelleştirin” Dayatması, 8 Aralık 2015, https://en.marksist.net/node/4641
Kapitalizm Çıkmazda, İnsanlık “Depresyonda”
Profesör Olup da Adam Olamayanlar