Türk devletlûların son yıllarda korku ve nefret dolu alarm zilleriyle haber verdiği o korkulu yıldönümü, büyük suçun tüm dünya gündeminde yankılandığı 2015 yılının 24 Nisanı geride kaldı. Tarihin gördüğü en büyük kıyımlardan biri olan Ermeni soykırımı, inkârın karanlık gölgesi altında, 100 yılı geride bırakmış oluyor. 24 Nisanı beklemeyen Papa, soykırım kelimesini telaffuz ederken, kulaklarımızın pek aşina olduğu “sözde” kelimesini unutuverdiği için, TC’nin devlet ricali alışılmış şirretlikle veryansın etti.
Halbuki Şark kurnazı AKP hükümeti ne de güzel müsamereler hazırlamıştı. Her yıl Mart ayında yapılan Çanakkale anmalarını bu yıl Nisan ayına kadar yayıp uzatarak ve 24 Nisanda da uluslararası tören yaparak, akıllarınca o günün tarihsel gündemini onlar belirleyecek ve soykırım tartışmalarını Çanakkale gürültüsü içinde boğacaklardı. Ancak Papa’nın açıklamasıyla müsamerenin makyajı erkenden aktı. Ardından son yıllarda her sene yaşanan sefil bekleyiş tekrar başladı: Amerikan başkanı acaba bu sene geleneksel açıklamasında o korkunç kelimeyi sarf edecek miydi? Diplomatik temas trafiğinin ardından anlaşıldı ki, Obama bu yıl da emperyalist çıkar hesaplarının dengelerini gözeterek o sözü etmeyecekti. Nitekim 24 Nisanda Obama yine “Büyük Felâket” tabirini kullandı. Ancak Papa’nın açıklamasını da memnuniyetle karşıladığını söylemekten geri durmadı. Diğer taraftan Putin ve Almanya cumhurbaşkanı gibi burjuva devlet başkanları soykırım nitelemesini kullandılar. Velhasıl bu yılki uluslararası kelime oyunları faslı böyle tecelli etmiş oldu. Öte yandan Ermenistan’daki 100. yıl anmasına Putin ve Hollande dahil birçok ülkenin devlet başkanları ve temsilcileri katıldı.
Erdoğan, Çanakkale törenlerine katılan uluslararası temsilcilerle övünmeyi ihmal etmese de, genelde TC egemenleri açısından, soykırım gerçekliğinin dünya çapında meşruiyet ve kabul edilirliğinin hızla arttığı şartlarda, eski tas eski hamam kaba inkârcılıkla yola devam etmek giderek zorlaşmaktadır. O nedenle, her ne kadar Papa’nın açıklaması ve soykırımı tanıyan ülke parlamentolarına yenilerinin eklenmesi karşısında resmiyette kuyruğu dik tutma anlamına gelen esip savurmalar olsa da, TC egemenleri riyakâr bir uzlaşma arayışı içindedir. Tıpkı Kürt sorununun sıkıştırması karşısında geleneksel tutumunu aynen sürdürmesinin imkânsız hale gelmesinde olduğu gibi.
Nitekim geçen yıl Erdoğan Şarklı tüccarın kurnazlığıyla hesaplı kitaplı bir taziye mesajı yayınlamıştı. Bu yıl da Davutoğlu 19 Nisanda benzer bir taziye mesajı yayınladı ve son olarak 24 Nisan günü İstanbul’da Ermeni kilisesinin 1915’i anma ayinine devlet ricalinden de katılım oldu. Ancak onlarca tutarsızlıktan biri olarak Davutoğlu “tehcir insanlık suçudur” diye medeni pozlar keserken, Efkan Ala “biz soykırım yapmadık sadece tehcir yaptık” diyordu. Dahası, konu Ermeni kırımı olduğunda “soykırım” kelimesine cengaverce savaş açan devlet ve kapıkulu kalemşorlar, bu kavramı Bosna’da, Sudan’da vs. yaşananlar için sarf etmekten geri durmamaktadırlar. Üstelik Ermeni halkının 100 yıl önce yaşadıkları, bu tür güncel örneklerdeki katliamlara göre çok daha geniş kapsamlı bir kırım olduğu halde. Onlar bu yaptıklarıyla adeta, “o zamanlar daha soykırım kelimesi icat edilmemişti” demeye getirip vicdansızca alay etmektedirler.
İnkârcı tutum devam etmektedir. Uluslararası planda çeşitli gelişmeler olduğunda bu tutum en kaba ifadelerle ortaya dökülmektedir. Nitekim Erdoğan Çanakkale anmalarında bile “bizim ecdadımız zulüm etmez” diye naralar atmaktan geri durmamıştır. Ermeni halkının uğradığı büyük kırımı küçümseme, buna mazeretler bulma, herkes acı çekti riyakarlığına sığınmaya çalışma, hak ettiler demeye getirme vs. eşliğinde, bu geleneksel hoyratlık dört bir koldan devam etti. Tam da bu nedenle Türkiye Ermenilerinin sesi olan Agos gazetesi anlamlı bir manşetle inkârın kendisinin en uzun soykırım olduğunu söyleme ihtiyacı duydu.
Hiçbir şekilde gözlerden saklanamayacak gerçek şudur ki, 100 yıl önce bu topraklarda her beş kişiden biri Ermeni iken bugün bu sayı bin kişiden biri bile denemeyecek kadar azdır. Bugün Türkiye, Müslüman ağırlıklı ülkeler arasında, oran olarak en az gayrimüslim barındıran ülkedir. Üstelik Anadolu, Batı uygarlığının kökenini bulduğu ve Hıristiyanlığın ilk yayıldığı toprakları oluşturmaktadır. Bu coğrafi konumu ve Osmanlı örneğinde olduğu gibi tarihsel müktesebatıyla Anadolu, diğer Müslüman ülkelere göre en fazla gayrimüslim nüfusu içinde barındıran ve Batı ile çok yakın ilişki içinde olan bir coğrafyayı temsil ediyordu. Sadece bu elifba türünden tarihsel gerçekler dahi bu topraklarda ne büyük bir kıyım yaşandığını anlamak için yeterlidir.
Burada şunu da eklemek gerekir ki, katledilen ve topraklarından zorla sürülen Ermeni halkı, Anadolu’nun büyük bir zenginliği idi. Onların sürülüp atılması, sosyalist mücadeleye yapılan ve yapılacak önemli katkılar da dahil, bu topraklara çok şey kaybettirdi. Ermeni toplumu bu topraklarda görece daha gelişkin bir kültürü temsil ediyordu. Bu vahşi kırım yaşanmasaydı bugün bu topraklarda milyonlarca Ermeni olacaktı ve hiç kuşkusuz oldukça farklı bir toplumsal atmosfer söz konusu olacaktı. Kemalist ideologların önde gelenlerinden ve sembol isimlerinden biri olan Falih Rıfkı Atay bile çok ünlü Çankaya adlı eserinde bunu itiraf eder ve nasıl büyük bir iktisadi-sosyal-kültürel çoraklaşma yaşandığını dile getirir. Bu konuda çok söz etmek mümkündür, sadece bu toprakların yitirdiği değerlere dair küçük bir ipucu vermek açısından değişik bir noktayı hatırlatalım. Bu topraklardan zorla atılan ve hayatta kalmayı başaranlar arasında, sonrasında bugün gündelik hayatta önemli yeri olan birçok icadın mucidi nice vasıflı ve yetenekli insan vardı. Kısaca MR olarak bilinen Manyetik Rezonans cihazından tutun, otomatik vitese, oksijen maskesine kadar nice buluş bu insanların eseri oldu.
Bu noktada uzun boylu tarihsel analizlere girmeksizin, apaçık tarihsel gerçeğin özünü şöyle özetlemek mümkündür: O zamanki Osmanlı egemenleri, somutta İttihat Terakki liderliği, köhnemiş imparatorluğun Balkanlar’da yaşadığı yenilgi ve geniş toprak kayıpları sonrasında Anadolu’yu gayrimüslim nüfustan arındırarak Müslüman-Türklük temelinde homojenleştirme fikrine varmışlardır. Bu fikir hızla sistematik bir politika haline getirilmiş ve bunun en büyük bedelini Anadolu Ermenileri ödemiştir. Bağımsızlığını çoktan kazanmış olan bir Yunanistan olduğu için Rum nüfusun zorla uzaklaştırılıp gönderilebileceği bir ülke vardı. Ama Ermeniler için böyle bir durum söz konusu değildi ve onlara reva görülen kader bir kitlesel imha oldu.
Hal böyleyken, TC egemenlerinin son yıllarda dolaşıma soktukları “tarihi tarihçilere bırakalım” söylemi alıcı bulabilmektedir. “Arşivleri açalım, ortak tarih komisyonu kuralım” teklifleriyle de süslenen bu hamle de TC egemenlerinin demagojik hamlelerinden biridir. Bununla akılları sıra sonu gelmez tarih tartışmalarıyla konunun özünün bulandırılmasını hedeflemektedirler. Şark kurnazı TC egemenleri ayrıntılara boğulmuş bir tarih tartışmasının mutabakatla sonuçlanmak bir yana, tam anlamıyla bir çıkışsızlığa varacağını gayet iyi bilmektedirler. Ayrıca askeri arşivlerin “milli güvenlik” gerekçesiyle tümüyle açılmayacağı kendiliğinden açıktır. Keza şu ana kadar arşivlerde ne gibi temizliklerin yapıldığı da bilinmemektedir. Osmanlı’da oyun bitmez! Eğer TC egemenleri samimiyseler, şimdiye kadar hep engelledikleri bir şeyin önünü açabilirler. Tapu kayıtlarını geçmişe doğru açarak, zorla bu topraklardan kazınmış Ermenilerin gaspedilmiş mülkleriyle kimlerin sonradan türedi zenginler olarak sahneye çıktığını ortaya koyabilirler. İşin doğrusu şu ki, cumhuriyetin yeni burjuvazisi ilk birikimini büyük ölçüde bu mülk gaspıyla sağlamıştır. Velhasıl, “tarihi tarihçilere bırakalım”, “ortak tarih komisyonu kuralım”, “arşivleri açalım” gibi söylemler tümüyle oyalamacaya ve konuyu bulandırmaya dönük Şark kurnazlığı hamlelerinden başka şey değildir.
Son yıllarda “Yeni Türkiye” kurmakta olduklarını söyleyen AKP çizgisi, İttihat Terakki zihniyetine ve Kemalizme her fırsatta verip veriştirmeyi pek sevse de, hatta kendisinin tarihsel konumunu ve ideolojik varoluşunu en çok bu eleştiri üzerine bina etse de, Ermeni soykırımı konusunda bu zihniyetle ve Kemalistlerle pek güzel bir fikir birliği içindedir. Bu tabloya bakıldığında önümüze şaşırtıcı bir tarihsel süreklilik çıkıyor. Abdülhamit’i de, onu derdest eden İttihat Terakki’si de, Kemalist cumhuriyeti de, AKP’nin inşa etmekte olduğu “Yeni Türkiye”si de, Ermeni sorununda aynı ana çizgi üzerinde durmaktadırlar. Dahası bugün kendisine komünist diyen kimi ulusalcı solcular bile özde aynı çizgiye sahip çıkabilmektedirler. Birçok örnek arasından, KP nam partinin önde gelenlerinden Aydemir Güler’in şu sözlerine ne demeli: “Toplumun eski burjuvazisi [gayrimüslim burjuvazi] kaderini ‘bağımsız Türkiye’ seçeneğinden ayırmış, ülkesine yabancılaşmıştı. Bu sınıfın tercih ettiği şey, uluslararası sermayeyle doğrudan entegrasyondu. Kâr oranları öyle daha yüksek olacak, çarklar güvenlik ve istikrar için dönecekti. Kaybettiler. Yeni milli burjuvazi eskisini tasfiye etti.”
Devlet ricalinin ve farklı burjuva siyasetlerden bilumum kapıkulunun özde devam eden inkârcılıkları hiç kuşkusuz yeni değil. Ancak bu tutumun hâlâ devam etmesinin bir anlamı var. 1915 zihniyeti halen yaşamaktadır ve devletin sözde “açılımları” bu zihniyeti değiştirmemektedir. Nitekim Hrant Dink’in katilleri de azmettiricileri de ortada dolaşmaktadır. Askerliğini yaparken katledilen Sevag Balıkçı’nın durumu da öyle. Dahası bu katiller, azmettiriciler ve onlara sempati besleyenler toplum içinde genelde ayıplanarak dışlanıyor değiller. Aksine el üstünde tutuluyorlar ve onlar da kendileriyle övünüyorlar. 1915 için artık yapılacak bir şey yok dense bile, bu güncel katliam ve zulme ne denebilir? Bunun tek açıklaması gerçekte 1915 zihniyetinin yaşamakta olduğudur. Bunun sebebi de bu büyük suç ve acıyla hiç yüzleşilmemiş olmasıdır. Osmanlı devleti bu topraklarda devasa bir etnik temizlik yapmıştır ve o günlerden bu yana bu toprakların egemenleri tarihsel süreklilik içinde bunu toplumun hafızasından önemli ölçüde silmiştir.
Silmeyle yetinilmemiş, Ermenilik hakkında en aşağılayıcı türden önyargıların yerleşmesine yol açan bir zihniyet oluşturulmuştur. Bu topraklardaki en ağır küfürlerden biri gibidir “Ermeni” sözü, ya da daha kötüsü “Ermeni dölü” olmak. Öyle ki, geçen yıl başbakan koltuğundaki Erdoğan “Afedersiniz bize Ermeni dediler” diyebilmiştir.
1915’te yapılanlarla sağlıklı bir yüzleşme yapılmadığı için, daha sonraki ve günümüzdeki birçok katliam daha kolay yapılabilmiştir. 1934’te Trakya’da Yahudilere yapılanlar, 1937-38’de Dersim’de yapılanlar, 6-7 Eylül 1955’te Rumlara yapılanlar, 70’li yıllarda Maraş, Çorum gibi illerde Alevilere yapılanlar, keza 1993’te Sivas’ta yapılan Madımak katliamı gibi canilikler ve Kürtlere yönelik katliamlar görece daha kolay yapılabilmiştir. Bunların hiçbirisiyle açık ve net bir yüzleşme yapılmamış, devlet ve hâkim ideoloji bunları atlatmayı başarmıştır. Bu katliamlarla yüzleşme, toplumun geneline yayılmış ve kuşaktan kuşağa aktarılarak genelleşmiş bir ideolojik kazanım düzeyine yükselmiş değildir. Bunun yerine topluma ırkçı nefret şırınga edilmiştir. Gayrimüslimler ve Aleviler gündelik yaşam içinde kimliklerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Bu toplulukların bireyleri daha çocukluklarından itibaren bu sakınma duygusuyla yetiştirilmişlerdir.
Ancak gerçekler inatçıdır. Her şeye rağmen soykırım kelimesi artık bir tabu olmaktan çıkmakta ve artan ölçüde meşruiyet kazanmaktadır. Zira mızrak artık çuvala sığmamakta, deve kuşu taktiği sökmemektedir. Ermeniler arasında da, özellikle genç kuşaklar arasında seslerini daha çok ve açıktan duyurma eğilimi güçlenmektedir. Bunda Hrant Dink’in çabalarının ve mirasının büyük bir katkısı olduğunu belirtmek gerekiyor. Sosyalist bir geçmişi olan Hrant Dink’in bu konuda emekçi halkın vicdanına samimiyetle seslenen zorlu mücadelesi önemli bir değişime yol açmıştır. Zaten devletin karanlık dehlizlerinden planlanan bir suikastla katledilmesinin sebebi buydu.
Ermeni halkının yaşadığı büyük acılar karşısında Osmanlı’nın kanlı mirasını sürdürmekte beis görmeyen TC egemenlerinin tutumu ortadayken, son yıllarda bu acılara sahip çıkıyormuş gibi yapan Batılı emperyalist güçler de, gerçekte bu acıları güncel emperyalist hesapların bir parçası olarak istismar etmeye çalışmaktadırlar. Bunu görmezlikten gelmek naiflik olur. Ancak bundan dem vurup tarihsel gerçeği örtbas etme çabalarının değirmenine su taşıyacak türden tutumlara da prim verilmemelidir.
Bugün Ermeni kırımıyla yüzleşme meselesine nasıl yaklaşmalıyız? Burada ıskalanmaması gereken önemli nokta Osmanlı egemenleri ve onların devamı olan Müslüman-Türk TC burjuvazisi ile emekçi halkı ayrıştırmayı bilmektir. Zira katil ve gaspçı Müslüman-Türk burjuvazi ve devleti kendi suçuna tüm toplum ortakmış gibi göstererek, meseleyi Türkler ve Ermeniler şeklinde kutuplaştırmıştır. Bu zorlamalarla toplum, suçun baş faili olan Osmanlı devleti ve İttihat Terakki ile özdeşleşmeye itilmiştir. Demagojilere dayalı sefil inkârcılık karşısında duygusallığa kapılıp özensiz ifadelerle “Türkler Ermenileri kesti” şeklinde genel geçer söylemlere kaymak, istenenin aksine Türk milliyetçiliğini ve Ermeni düşmanlığını körükler. Halkların kardeşleşmesini sağlayacak olan her şeyden önce Ermeni halkının acısını paylaşmaktan ve samimi kardeşlik elini uzatmaktan geçer. Bunu sömürücü sınıflar ve onların devletleri yapamaz. Onların bütün eylemleri soğuk çıkar hesaplarıyla kirlenmiştir. Bunu yapabilecek olan mülkiyetten azade bir sınıf olan işçi sınıfıdır. Türkiye işçi sınıfının, tarihte yaşanmış bu büyük zulüm ve haksızlığa karşı duyarsız kalması düşünülemez. Kaybedilenlerin geri gelmesi mümkün olmasa da, hiç olmazsa dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermeni halkının bu tarihsel acısını paylaşmak, ona samimi kardeşlik elini uzatmak işçi sınıfı mücadelesinin bir parçasını oluşturmaktadır. Hiç kuşkusuz devrimci bir işçi iktidarı altında, bu topraklara geri dönmek isteyen tüm Ermenilere kapılar sonuna kadar açılacaktır. Nazım ustanın dediği gibi, bu davet bizim!
link: Deniz Moralı, Ermeni Soykırımı 100. Yılında, 29 Nisan 2015, https://en.marksist.net/node/4163
İran’la Batı Arasındaki Nükleer Görüşmeler
IRMT’ye 1 Mayıs Mesajı