Batılı emperyalistlerin vurucu gücü NATO’nun yıllık toplantısı 4-5 Eylül tarihlerinde Galler’de yapıldı. Beklendiği üzere bu zirveden emperyalist savaşı daha da kızıştıracak, hegemonya yarışında tansiyonu daha da yükseltecek kararlar çıktı. Bu kararlar, tam da I. Emperyalist Paylaşım Savaşının yüzüncü yıldönümünde, dünyanın pek çok bölgesinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşının nasıl da büyük bir hızla yayılmakta olduğunu doğrulamaktadır.
Ukrayna krizi
Zirvenin gündem maddelerinden birincisini Ukrayna’da yaşanan gerilim oluşturuyordu. Sonuç bildirgesinde Rusya kınandı ve üye ülkeler “siyasi diyalog imkânlarını kapatmadan tüm sivil ve askeri işbirliğini askıya alacaklarını” deklare ettiler. Ayrıca “Kırım’ın Rusya tarafından yasa dışı ve gayrimeşru şekilde ilhakının tanınmayacağı” da duyuruldu ve “Kırım halkının güvenlik, hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınacağının” garantisi verildi.
NATO’nun Ukrayna krizine yönelik bu ifadelerinin tam bir ikiyüzlülük ve sahtekârlık örneği olduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü Ukrayna krizini yaratanlar arasında NATO üyesi Batılı güçler de bulunmaktadır ve zirvede alınan kararlar da krizi çözmeyi ya da yumuşatmayı değil daha da derinleştirmeyi hedeflemektedir. Karadeniz’de yapılacak NATO tatbikatı, NATO kuvvetlerinin Polonya gibi doğu Avrupa ülkelerine iyice yerleşmesi, Ukrayna’ya silah yardımı yapılmaya başlanması, yeni bir “acil müdahale gücü” oluşturulması ve gerektiğinde NATO üyesi olmayan Ukrayna gibi ülkelerde de askeri operasyonlara girişilmesinin önünün açılmasının tek anlamı, Batılı emperyalistlerin, Ukrayna krizini bahane ederek NATO kuvvetlerini Rusya sınırlarına kadar yerleştirmeyi hedefledikleridir.
NATO ülkeleri (özellikle de AB ülkeleri) henüz Rusya’yla doğrudan bir savaşa hazır değildirler, bu yüzden de Avrupa’nın göbeğinde bu çapta bir savaşın yaşanmasını istememektedirler. Dolayısıyla bir yandan Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulayarak zaman kazanmaya çalışmakta, diğer yandan da Rusya’yla açık bir savaşa yönelik hummalı bir hazırlık faaliyeti yürütmektedirler. Bu hazırlık faaliyetinin bir ayağını yukarıda da söz ettiğimiz gibi NATO güçlerini Rusya sınırlarına konuşlandırarak, Rusya’yı kuşatma ve olası bir savaşın cephelerini olabildiğince Avrupa’nın merkezinden uzakta tutmaya çalışmaları oluşturuyor.
Diğer ayağını ise bizzat NATO üyesi ülkelerin silahlanma hızını arttırmaya ve ordularını büyütmeye yönelik çabaları oluşturmaktadır. NATO üyesi ülkelerin savunma harcamalarının GSYİH’lerinin en az %2’sini oluşturmasına yönelik kararın anlamı budur. Bu kararla birlikte, henüz bu oranı yakalayamamış ülkelerin 10 yıl içinde %2’lik hedefe ulaşmaları gerekiyor. ABD ve İngiltere bu hedefi hali hazırda aşmış durumdalar ama örneğin Türkiye için bile mevcut oran %1,8. Yani 10 yıl boyunca üye ülkeler askeri harcamalarında kısıntıya gidemeyecekler, aksine bütçelerinin daha fazla kısmını silahlanmaya ayırmak zorundalar. Bunun anlamı da, NATO’nun daha büyük çaplı savaşlara hazırlanmasıdır.
Tüm bu silahlanma yarışı ve güç mevzilenmelerinin sıcak çatışmalara davetiye çıkaracağını görmek gerekiyor. Birkaç gün önce Karadeniz’de yaşanan ufak çaplı kriz (NATO’ya ait savaş gemilerine Rus savaş uçaklarının yaptığı taciz) de göstermektedir ki, Ukrayna’daki durumun iç savaştan büyük güçler arasındaki sıcak bir savaşa dönüşmesi hiç de uzak ihtimal değildir. Zaten I. Paylaşım Savaşından çıkartılması gereken en önemli derslerden birisi de budur, yani tam da tüm kapitalist devletler “savaşa karşı” açıklamalar yaparken ve sürtüşmelerin büyük güçlerin açıktan karşı karşıya geldiği bir dünya savaşına varmadan halledilebileceği düşünülürken adeta kaçınılmaz biçimde savaş patlak vermiş ve kıyamet kopmuştur.
Kırım’ı fiilen işgal etmiş ve Ukrayna’yı bölerek doğu kısmını kontrolü altına almış durumdaki Rusya da açıktan bir savaşı kışkırtmak için elinden geleni yapmaktan çekinmemektedir. Doğudaki ayrılıkçı güçleri silahlandırmış ve oraya asker sevketmiştir. Bu güçler sıkıştığında Rus tankları sınırı geçip destek vermektedir. Ayrılıkçı güçler bizzat Rus ordusu tarafından organize edilmekte ve desteklenmektedir. Aylardır Ukrayna sınırına askeri yığınak yaptıran Putin, AB liderlerini “istesem Kiev’i iki haftada alırım” deyip tehdit ederek güç gösterisinde bulunmuştur.
Ukrayna krizi bir NATO-Rusya savaşının fitilini ateşleyecek potansiyeli fazlasıyla barındırmaktadır. Kimi burjuva yorumcular bu durumu “soğuk savaş geri geldi” şeklinde yorumluyorlar. Oysa asıl söylenmesi gereken emperyalist güçler arasında dolaylı bir savaşın zaten yürümekte olduğudur. İçinden geçtiğimiz süreci “soğuk savaş” döneminden ziyade I. Dünya Savaşının öngünlerine benzetmek çok daha doğrudur. Üstelik bu kez nükleer silahlar da devreye girebilir ki, bu da yaşanacak savaşın çok sıcak geçeceğini gösterir.
IŞİD belâsı
Zirvenin ikinci önemli gündem maddesi ise IŞİD sorunu olmuştur. Yine sonuç bildirgesinde IŞİD’in hem bölge hem de NATO ülkeleri için ciddi bir tehdit oluşturduğu belirtilmiş, “IŞİD’in sivil nüfusa yönelik acımasız ve alçak saldırıları en güçlü ifadelerle kınanmış”tır. Ayrıca üye ülkelerin güvenliğinin tehdit edilmesi durumunda da gerekenin yapılacağı vurgulanmıştır.
Kuşkusuz bu tür diplomatik ifadeleri bir yana bırakıp asıl niyetleri ve konuşulanları ortaya koymak gerekir. Çünkü sonuç bildirgesi baştan sona bu tür sahtekâr ve utanmaz ifadelerle doludur. Tıpkı Ukrayna meselesinde olduğu gibi IŞİD sorununda da failler bizzat NATO içinde yer almaktadır. IŞİD’in ortaya çıkmasında, gelişmesinde ve bu denli pervasızca katliamlara girişmesinde en büyük paya sahip ülkelerden başlıca ikisi, yani ABD ve Türkiye, bizzat NATO üyesi ülkelerdir.
El Kaide örneğinde olduğu gibi, IŞİD belâsını dünyaya hediye eden ve aylardır katliamlar karşısında kılını kıpırdatmayan ABD, şartların olgunlaştığını düşündüğünden olsa gerek, zirvenin ikinci gününde IŞİD’e karşı 10 ülkeden oluşan bir çekirdek güç oluşturulmasına öncülük etmiştir. Türkiye’nin de içinde yer aldığı bu çekirdek gücün amacı tabii ki IŞİD’in acımasızca işlediği cinayetlerin veya katliamların durması değildir. Öldürülen, katledilen ve yerinden edilen halkların acıları bu emperyalist-kapitalist güçlerin zerre kadar umurunda değildir. Onların tek düşündüğü kendi emperyalist çıkarları ve planlarıdır.
IŞİD’in icraatları sayesinde Irak’taki İran yanlısı Şii kesimi hizaya getiren ve Maliki’yi harcayan; yerle bir edip iç savaşın pençesine sürüklediği Irak’tan lanetlenerek ayrıldığı halde şimdi IŞİD belâsını defetmesi için çağrılan ABD, istediğini fazlasıyla almıştır. IŞİD’i bizzat kuran ve direkt yönlendiren ABD olmasa bile durumdan epeyce faydalandığı aşikârdır. Ayrıca çürüme dönemindeki emperyalizmin şimdiye kadarki siciline bakacak olursak, ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin IŞİD’le her türden kirli ilişkiye gireceğini ve Ortadoğu gibi bir coğrafyada IŞİD’in ve benzeri yapıların emperyalistlerin müdahale ve manipülasyonlarından azade kalamayacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. Emperyalizmin “böl, parçala, yönet” taktiğini ziyadesiyle uygulayan ABD’nin temel politikası ayrılıkları ve çatışmaları körükleyerek ve fakat hiçbir tarafın diğerine üstünlük kuracak denli güçlenmemesini sağlayarak, oluşturduğu dengeler üzerinden kendi planlarını hayata geçirmektir. Bu açıdan da IŞİD gibi kanlı örgütler emperyalistler için son derece uygun araçlardır.
Sadece bu kadarı bile, ABD öncülüğünde kurulan IŞİD karşıtı askeri koalisyondan halkların yararına bir şey beklenemeyeceğini anlamak için yeterlidir. Ayrıca koalisyonda yer alan ülkelerin, hava saldırılarını bir tarafa bırakacak olursak, IŞİD’le savaşmak üzere Irak’a asker göndermeye hiç de niyetli olmadıklarını da eklemek gerekir. NATO zirvesinin hemen ardından İngiltere ve Almanya yan çizmeye başlamıştır. Türkiye ise zaten usulen bu koalisyonda yer almıştır! Nitekim NATO zirvesinin ardından Suudi Arabistan’da yapılan IŞİD karşıtı toplantının karar metnine imza atmayarak da pozisyonunu açıkça belli etmiştir. Türkiye, IŞİD’e yönelik yapılacak askeri harekâta asker vermeyeceğini deklare ettiği gibi, İncirlik Üssünün kullanımı konusunda da tavır koymaktadır.
Herkes çok iyi bilmektedir ki, IŞİD’e yapılacak hava saldırılarının asıl işlevi bu kanlı cinayet örgütünü yok etmek değil, onun etki alanının sınırlarını çizmektir. Ki ABD bunu bir süredir zaten yapmaktadır. O halde ABD’nin başlangıçta nazlanırken şimdilerde ateşli biçimde IŞİD’e yönelik bir askeri müdahaleyi organize etmeye girişmesinin anlamı nedir?
ABD, Bush zamanında işgalle girdiği Ortadoğu’dan askeri güçlerinin önemli bir kısmını çekmiştir ve daha da çekmeyi planlamaktadır. Bundan ABD’nin ve diğer NATO güçlerinin Ortadoğu’dan tamamen çekildiği anlamını çıkarmamak gerekir, ama göreli bir azalmanın yaşandığı da açıktır. Bunun temel sebebi de ABD’nin özellikle Asya-Pasifik bölgesine güç kaydırmasıdır. Fakat kendi planlarından bağımsız olarak Ortadoğu’da son birkaç yılda yaşanan gelişmeler (Kuzey Afrika’daki isyan dalgasıyla başlayan, Suriye iç savaşıyla devam eden ve Irak’ın fiilen bölünmesiyle yeni bir evreye ulaşan süreç) ABD’nin dikkatinin tekrar Ortadoğu’ya dönmesine neden olmuştur. Ancak bugünün ABD’siyle dünün ABD’si bir olmadığından, Obama yönetimi bu kez diğer müttefiklerini ve özellikle de bölgedeki “ortaklarını” işin içine katarak, kısacası bizzat kendi askerlerini kullanmak yerine bölge ülkelerini cepheye sürerek kendi planları doğrultusunda süreci yönetmeye çalışmaktadır.
ABD’nin bu planının kolayından işlemeyeceği ise açıktır. Aslında plana en uygun ülke olan Türkiye, daha doğrusu Erdoğan, ipe un sermekte ve öyle ABD’nin her dediğini yapmayacağını, pastadan pay istediğini göstermektedir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri, her ne kadar şimdilerde bu IŞİD karşıtı koalisyonu ateşli biçimde destekleyeceklerini beyan etmiş olsalar da, sürecin nasıl ilerleyeceği konusunda acele tahminlerde bulunmamak gerekir. Ayrıca Batı’yla arası gittikçe açılan ve Ukrayna krizi yüzünden neredeyse savaş noktasına gelen Rusya’nın, Ortadoğu’daki ABD-Batı etkisinin bu denli artmasına göz yummayacağını öngörmek gerekir.
Rusya, Obama’nın açıkladığı IŞİD’e karşı mücadele planında yer alan “IŞİD’in Suriye’de de hava saldırılarıyla vurulması” kısmına anında tepki koymakta gecikmemiştir. Hem Rusya hem de Suriye, NATO güçlerinin Suriye topraklarına yapacağı en ufak bir hava saldırısını savaş sebebi sayacaklarını ve derhal karşılık vereceklerini beyan etmişlerdir.
Kuşkusuz ABD de bu zorlukların farkındadır ve tam da bu yüzden Erdoğan’la ipleri daha fazla germekten kaçınmakta, İran’la girdiği yakınlaşma sürecini IŞİD meselesi üzerinden de geliştirmekte, Suriye’de Esad rejimini doğrudan hedef almayarak Rusya’yla da bir denge tutturmaya çalışmakta, Körfez ülkelerini de IŞİD karşıtı koalisyon etrafında bir arada tutmaya çalışmaktadır. Yani yukarıda da ifade ettiğimiz gibi yarattığı yeni dengeler üzerinden bölgedeki gücünü ve nüfuzunu arttırmaya çalışmaktadır.
IŞİD’e karşı mücadele bölge emekçileri açısından çok yakıcı bir sorundur, fakat bu mücadelenin emperyalist güçlerden ya da bölgenin kapitalist güçlerinden beklenemeyeceği de bir o kadar açıktır. IŞİD ya da başka adlar altındaki katliam şebekeleri ancak emekçilerin ve ezilen halkların mücadelesiyle yok edilebilir.
İşçi sınıfına düşen görev
Son NATO zirvesi bir kez daha göstermiştir ki, emperyalist güçler dünyayı adım adım daha da yaygınlaşan bir savaşa sürüklemektedirler. Kimi emperyalist-kapitalist ülkelerin ve/veya burjuva politikacıların niyetlerinden bağımsız olarak, sürecin nesnel mantığı işlemekte ve kaçınılmaz noktaya doğru ilerlenmektedir.
SSCB’nin çökmesi ve “soğuk savaş” denilen dönemin sona ermesinden sonra işlevi bizzat emperyalist güçlerce de masaya yatırılmış olan NATO’nun, bu bağlamda Batılı emperyalistlerin küresel savaş gücü olarak rolünü devam ettirmekte olduğu da yine teyit edilmiş olan bir diğer olgudur. Ancak geçmişte asıl olarak SSCB’ye ve Doğu Bloku’na karşı Batı’yı savunmak üzere kurulmuş olan NATO’nun günümüzdeki hedef ve düşman tanımı çok daha komplike bir hal almıştır. Geçmişin bazı müttefiklerinin yakın gelecekte hedef tahtasına oturtulması ya da bizzat NATO içinde çatlaklar oluşması hiç de uzak ihtimal değildir. Ama her şeye rağmen NATO’nun Batılı emperyalistlerin vurucu gücü olmaya devam edeceği açıktır.
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından unutulmaması gereken en önemli nokta, geçirdiği veya geçireceği dönüşümler ne olursa olsun, NATO’nun emperyalizmin kanlı demir yumruğu olduğu ve dünyanın başta gelen karşı-devrimci örgütü olduğu gerçeğinin değişmeyeceğidir. Düşman tanımı ve düşmanlar değişse de, NATO’nun değişmeyen bir numaralı düşmanı devrimci işçi sınıfıdır. Gerek şimdiye kadarki sicili, gerekse de önüne koyduğu planları bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Üyelerinin askeri harcamalarının toplamı, dünya toplamının %70’ini oluşturan NATO’nun kanlı icraatları Kore Savaşıyla başlamış, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde Bosna-Hersek’te, Afganistan’da, Afrika’da, Libya’da ve dünyanın daha pek çok bölgesinde devam etmiştir. El attığı her yerde emperyalistlerin çıkarını hayata geçirmek üzere işçi-emekçi sınıfları veya ezilen halkları ezmeye, onların mücadelesini boğmaya çalışmıştır.
Bizzat Türkiye’den örnek verecek olursak, yükselen sınıf hareketini “komünizmle mücadele” adı altında boğmaya çalışan burjuvaziye en büyük destek NATO’dan gelmiştir. Burjuva devletin kontr-gerilla örgütlenmesi de bizzat NATO eliyle hayata geçirilmiştir. TC’nin izlediği gerici ve sınıf düşmanı politikalarda, saldırılarda, katliamlarda veya provokasyonlarda, tüm askeri darbelerde NATO’nun parmağı olduğunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.
İşte şimdi de aynı NATO, emperyalist savaşı daha da yükseltmek ve yaymak için hazırlıklara girişmekte; Ukrayna’da, Ortadoğu’da, Afrika’da ve dünyanın birçok farklı köşesinde savaşı tırmandırmak yahut yeni çatışmaları tutuşturmak için yeni planlar tertiplemektedir. Son NATO zirvesinin işçi-emekçi sınıflar için anlamı budur!
O halde işçi sınıfının devrimci öncülerine düşen görev de açıktır. NATO’nun gerçek yüzünü ve amacını, planlarını teşhir etmek; NATO’nun ikinci büyük askeri gücü olan Türkiye’nin niyetinin de diğer emperyalist güçlerden farklı olmadığını ortaya koymak ve NATO’ya karşı mücadeleyi anti-kapitalist mücadelenin bir parçası olarak yürütmek. NATO karşıtlığı adına Rusya gibi emperyalist güçlere hayırhah bakmanın Marksizmle bir ilgisinin olamayacağı da açıktır. İşçi sınıfı yerlisiyle yabancısıyla, doğulusuyla Batılısıyla tüm emperyalist güçlerin kanlı planlarının karşısına örgütlü bir biçimde dikilemediği takdirde, burjuvazi işçi-emekçi sınıfları ve ezilen halkları acılara boğmaya devam edecektir.
link: Kerem Dağlı, NATO Zirvesinde Yeni Savaş Hazırlıkları, 18 Eylül 2014, https://en.marksist.net/node/3525
Burjuvazinin Torba Yasa Saldırısı Onaylandı
Kuraklık, Aşırı Yağış ve Hortumlar Neyin Alâmetleri?