12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesi, o dönemleri yaşayan kuşaklar açısından Türkiye’nin politik yaşamını 80 öncesi ve 80 sonrası diye keskin biçimde ayırt eden bir milat oluşturmuştu. Daha sonra askeri-faşist rejim çözülmüş ve yerini Turgut Özal’ın şahsında simgelenen Bonapartvari bir geçiş dönemine bırakmıştı. Ardından da Türk tipi burjuva parlamenter sistem işlemeye koyuldu. O günden bugüne ise Türkiye’de pek çok siyasal ve sosyal değişim gerçekleşti. Bu süreçte özellikle vurgulamak gerekirse, 2000’li yıllara girildiğinde önemli gelişmeler kaydedildi. 2002 genel seçimlerinde halk eski siyasal partileri sandığa gömdü ve böylece Türkiye’de AKP iktidarına dayanan yeni bir dönem açıldı.
Yükseliş dönemi
Bu yeni döneme damgasını vuran başlıca gelişmeler, yıllardır statükocu kesimlerin kırmızıçizgilerin ardına hapsetmeye çalıştıkları Kürt sorunu gibi önemli ve yakıcı bir sorunda AKP’nin “çözüm” tartışmalarını dillendirmeye başlaması, yeni bir anayasa hazırlığı eşliğinde yürütülen “demokratikleşme” tartışmaları vb. şeklinde öne çıkıyordu. Türk siyasi yaşamına uzun yıllar boyunca egemen olan askeri vesayet olgusunu gerileten tüm bu gelişmelere paralel olarak, AKP iktidarı dönemi, burjuva siyaset ve yazın dünyasında daha önceleri kök salamamış olan liberal düşüncelerin de serpilip geliştiği bir dönem oldu.
Sandıktaki halk desteğine liberal yazar ve çizerlerin sunduğu destek de eklenince, yükseliş eğilimini sürdüren AKP iktidar çevrelerinde, sanki Türkiye’nin tüm sorunlarının çözüm yoluna girdiği ve bundan böyle başka hiçbir siyasal seçeneğe yer bırakmayan bir ebedi iktidar döneminin açıldığı şeklinde bir algı egemen olmaya başladı. Dünya genelinde hükmünü sürdüren ekonomik kriz gerçeğinin Türkiye’de nispeten düşük yoğunluklu yaşanması da (yani krizin etkilerinin katlamalı olarak geleceğe ertelenmesi!), AKP iktidar çevrelerinin kendilerini dev aynasında görmelerini besleyen bir atmosfer oluşturuyordu. Üstelik AKP, 80’ler sonrasındaki hararetli kapitalist gelişim neticesinde alt-emperyalist ülke konumuna terfi eden bir Türkiye’nin siyasal iktidar koltuğuna kurulmuştu. AKP iktidarının yükseliş dönemi bu gelişmenin daha da hızlandığı koşullarla birleşince, iktidarın başı Erdoğan, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşımdan artık bir bölge gücü olarak pay kapmaya çalışan efelenmeleri ve siyasi yaklaşımlarıyla sivrilip öne çıkacaktı.
İşte kısaca özetlemeye çalıştığımız tüm bu gelişmelerden beslenen dizginsiz ve sınırsız bir böbürlenme ve rakipsiz egemenlik sürdürme eğilimi, bütünüyle başbakan Erdoğan’ın tutum, davranış ve konuşmalarına yansır ve onun başkanlık tutkusunda somutlanır hale geldi. Burjuva demokrasisinin bir halk hareketiyle kurulup yerleşmediği ve Asyatik geçmişin mirası despotik (askeri veya sivil fark etmez) eğilimlerin ağır bastığı Türkiye gibi bir ülkede, küçük-burjuva kesimlerin içinden kopup gelen ve baş döndürücü bir hızla en tepeye yükselen burjuva siyasetçilerin Bonapart kesilmeleri şaşırtıcı değildir. O nedenle Erdoğan’ın Türkiye’deki burjuva siyaset sahnesinde mağdur ve demokrat pozlara bürünen rolünden başlayıp, rakipsiz ve mağrur bir “Başkan Baba” olmaya göz diken değişimine pek de şaşırmamak gerekir.
Ayrıca bu konunun en çarpıcı yönlerinden biri de, iktidar tutkusunun nasıl da işin şirazesini kaçırtan boyutlara varabileceğinin Erdoğan’ın şahsındaki somutlanışıdır. İktidarın otoriterleşme eğilimlerinden duydukları rahatsızlık gün geçtikçe artsa da, Erdoğan’ın rakipsiz görünen egemenlik konumu muhalif burjuva kesimlerin cesaretini kırıcı bir faktör oluşturuyordu. Fakat Erdoğan’ın uluslararası güç dengelerinde giderek kendi iktidarı aleyhine değişen duruma ve Türkiye ekonomisinin kaderi üzerinde etkili olan dünya krizinin ve sıcak para hareketlerinin tehdidine aldırmaksızın sürdürdüğü başkanlık inadı, politik atmosferde gerilimi iyice arttırdı ve işleri terse çevirdi.
Yükselişten inişe
Erdoğan’ın takındığı başkanlık pozlarını, giderek insanların yaşamının çeşitli detaylarına karışan bir küstahlık çizgisi şeklinde sergilemesi, toplumdaki muhalefet odaklarını provoke edip harekete geçiren başlıca etkendir. Onun çeşitli toplum kesimlerinin desteğini kazanmaya çalışan ılımlı ve demokrat siyasetçi imajından soyunup muhaliflerini açıkça kışkırtan “kibirli tek adam” şovuna başlaması, birey psikolojisinde olduğu gibi toplum psikolojisinde de işleri terse çeviren bir rol oynamıştır. Böylece muhalif burjuva kesimlerin eline de, insanları sokağa dökmek için bulunmaz bir fırsat vermiştir. O nedenle Erdoğan’ın, işler yolunda gider görünürken birdenbire yükselişten düşüşe geçen yeni bir sürecin başlamasına şaşması ve bu değişimin arkasında iç ve dış komplolar araması beyhudedir. Erdoğan gibi şimşekleri üzerlerine çeken siyasetçiler, altlarını oymak için fırsat kollayan iç ve dış muhalefet odaklarının elini güçlendirecek yanlışlar yaparlarsa o muhalif güçlerin eli de armut toplamaz kuşkusuz. Zaten günümüz dünyasında ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin, Türkiye gibi alt-emperyalist ülkeler de dahil başka ülkelerin içişlerine karışmaları vakayı adiyedendir. Bu gerçeklik hesaba katılırsa, aslında bardağı taşıran son damlanın bizzat Erdoğan’ın siyasal basiretsizliğe yol açan üstünlük kompleksi, onun kendi iktidarına yönelik iç ve dış muhalefeti haddinden fazla hafife alan kibirli ve bencil tutumları olduğu rahatlıkla görülür.
Açık ki, belirli bir süre boyunca önlenemez yükseliş eğilimi sergileyerek muhaliflerinin cesaretini kıran Erdoğan faktörü, onun gerçekte o kadar da büyük olmamasından beslenen bir diyalektik yasa gereği süreçte ters rol oynamaya başlamıştır. Erdoğan’ın kendince büyüklük addettiği çapının gerçekte sığ olan boyutlarının ortaya çıkması, burjuvazi içinde bir süre yatışmış görünen kapışma ateşini yeniden harlamıştır. Erdoğan fenomeninin bizzat kendisi, ona ve özellikle onun başkanlık ihtirasına karşı olan burjuva ve küçük-burjuva kesimlerin muhalefetlerinin zembereğinden boşalmasına neden olmuştur. Böylece burjuva ve küçük-burjuva muhalif kesimlerin, tepkilerini artık yalnızca kendi mahfillerine hapsetmeyip sokaklarda dışa vurmalarını teşvik eden yeni bir süreç işlemeye başlamıştır.
Olayların başlangıç noktasından adını alarak kısaca “Gezi” diye adlandırılan gelişmeler, ayrıntılar bir yana, AKP iktidarı döneminde yaşanan çok önemli bir kırılma noktasıdır. Bundan sonra siyaset dünyasında her ne yaşanacak olursa olsun, siyasal yorumlarda bu önemli kırılma noktasına artık hep atıfta bulunulacak ve o nedenle de siyasi gelişme süreci içinde “Gezi” adeta yeni bir milat olarak anılacaktır. Erdoğan rakipsiz başkanlık tutkusuyla tam dimyata pirince giderken, sahip olduğu üstün iktidar konumunun zedelenmesi ve büyük prestij kaybıyla evdeki bulgurundan olmuştur. Onun bundan böyle kuyruğu dik tutma çabaları bir kez yaşanmış olan bu kırılmayı geri döndüremez.
Artık ok yaydan çıkmış ve AKP iktidarının medarı iftihar kaynağı olan “siyasal istikrar” dönemi sona ermiştir. Türk siyasi yaşamında yakın ve orta gelecekte daha nelerin yaşanabileceği bir yana, yaşanmış olan yaşanmıştır ve bundan böyle burjuvazinin iç kapışmalarının daha da sertleşeceği bir siyasal istikrarsızlık dönemine girilmiştir. Bu koşullarda Erdoğan’ın bu gerçekliğin üstünü örtme çabaları, olsa olsa onun Bonapartist eğilimlerinin daha da güç kazanmasına, AKP iktidarının muhalif kesimler üzerindeki baskıları arttırmasına yol açabilir ancak. İçinden geçilen süreç bu şekilde istikrarsızlaşır ve demokratikleşme umutları fiili baskı uygulamalarıyla sarartılıp soldurulurken, AKP iktidarı altında Kürt sorununun “çözüm” sürecinin ne şekilde yol alabileceği de aslında tam bir muammaya dönüşmüş durumdadır. Üstelik unutulmasın ki, bu “çözüm” süreci yalnızca Türkiye içindeki siyasal gelişmelere bağlı değildir. Hatta bu sürecin gidişatı bundan çok daha büyük oranda, bölgesel güç dengelerindeki değişimlerden ve Ortadoğu’daki emperyalist savaş yangınından etkilenmektedir. AKP iktidarının önümüzdeki dönemde Irak, İran, Suriye ve Mısır gibi ülkelerdeki gelişmeler karşısında alacağı tutumlar, hem bu iktidarın durumu hem de “çözüm” süreci üzerinde doğrudan belirleyici olacaktır.
Darbeli “demokrasi”
Tarih, Bonapartlaşma özlemi içinde testiyi kıran burjuva siyasetçilerin testiyi tamir etmeye çalışmak yerine, yeni yol kazalarına yol açarak yürüdüklerine ve kendi tabanlarındaki gönüllü halk desteğini giderek yitirdiklerine defalarca tanıklık etmiştir. Bonapart olmaya özenen siyasetçiler, böylece ortaya çıkan boşluğu da diktatörleşme eğilimlerine hız vererek doldurmaya çabalarlar. Tayyip Erdoğan bu tarih dersleri arasında bir istisna olmayacaktır. Bu gerçekliğe bir de, Ortadoğu’da yaygınlaşan kanlı paylaşım kavgası ortamında emperyalistçe pay kapmaya çalışan Türk burjuvazisinin maceracı yönlerinin daha da ateşleneceği ihtimalini eklemek gerekir. Üstelik tüm bu faktörler, Mısır’da seçimle gelen Mursi iktidarının askeri bir darbeyle alaşağı edildiği, Ortadoğu ülkelerinin Alevi-Sünni mezhep çatışmalarıyla iç savaşlara sürüklenmek istendiği cadı kazanının içinde yeni sentezlere doğru fokurdamaktadır. Son dönemde Mısır’da yaşananlar, “günümüzde artık askeri darbeler olmaz” diye yüksekten atan liberalleri yalancı çıkardığı gibi, sol siyasi yelpaze içinde yer alan farklı eğilimlerin de bir kez daha ayırt edilmesini mümkün kılmıştır. Bunların üzerinde ayrıca durulabilir, ancak son derece önemli bir hususu geçerken vurgulayalım.
Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesinden bu yana, askeri darbenin ülkeye huzur ve demokrasiyi getirmek üzere yapıldığı yalanına kanan ve bu yalanı besleyen “darbesever” bir küçük-burjuva sol damar varolmuştur. Dünden bugüne uzanan bu damar, TC okullarında devletin sistematik biçimde okumuşlara enjekte ettiği Kemalist burjuva ideolojisinden beslenir. Küçük-burjuva sollar, gerçekleşen askeri darbenin işçi-emekçi kitleler açısından artık gözlerden gizlenemez olumsuzluğu ortaya çıktığında özeleştiri verir gibi yapsalar da, yıllar geçip sıra yeni bir askeri darbeye geldiğinde yine darbesever özelliklerini gün yüzüne çıkarırlar. Merak edenler 12 Mart 1971 askeri darbe döneminin ilk günlerinde darbeyi selamlayan sol yayın ve yorumlara bakabilir. O nedenle darbelere karşı tutum konusunda köprülerin altından çok sular aktı dense bile, burası Türkiye’dir! İşçi sınıfının devrimci çizgisini benimsemeyen sol anlayışlar ne yapar eder ve kendi mantıklarında yine de “yeni” bir darbenin eskiden gerçekleşenlerden tamamen “farklı”, o nedenle “ilerici” ve “kabul edilebilir” bir tarafı olduğunu iddia edecek bahaneler bulurlar.
İşte nitekim Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarına son veren askeri darbenin bildik darbelerden olmadığı ve ülkedeki gerici iktidara son verdiği için hayırhah olduğu anlamına gelecek yorumlar sol adına döktürülmeye başlanmıştır bile. Oysa Avrupa ülkelerinde dini kullanarak iktidara oturan Hristiyan Demokrat partilerin, iktidardan ancak seçimle uzaklaştırılabileceği anlayışı burjuva demokrasisinin doğal bir parçası addedilir. Fakat nedense Türkiye veya Mısır gibi ülkeler söz konusu olduğunda bu burjuva demokratlığı barutunu tüketir ve bu ülkelerde İslami denen burjuva partilerin darbeyle iktidardan uzaklaştırılması hoş ve hayırhah karşılanabilir. Ayrıca özellikle belirtmek gerekir ki, Ortadoğu ülkelerinin (ılımlı İslam denilen AKP benzeri mis gibi burjuva partileri de dahil) İslami partilere dayanan burjuva iktidarlarını, diğer burjuva partiler karşısında tamamen gerici ve çağdışı biçimde algılayan bir Avrupa solu mevcuttur. Kuşkusuz bunun izdüşümünü, hem de burjuva demokrasisinden Avrupa ülkeleri kadar nasibini almamış olan Türkiye’de çok daha fazlasıyla bulmak mümkündür. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluş çizgisinden kaynaklanan bu tuhaf “demokratlığın” ve “ilericiliğin” cilâsının altında, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” inancının nüansları oynaşır.
Geçmiş dönemler için olduğu kadar bugün için de söylemiş olalım. Hem demokrat geçinip hem de seçimle gelen bir burjuva iktidarın askeri darbeyle devrilmesini hayırhah karşılayanlar “darbeli demokrasilere” davetiye çıkartanlardır. Bunu yapanlar, artık konunun ipliğinin iyice pazara çıkmış olması nedeniyle bugün kendilerini askeri darbelere karşıymış gibi göstermeye çalışsalar da, onlara kanmamak Türkiye gibi bir ülkede son derece gereklidir. Ancak bu noktada bir başka açıdan da uyanık olmak gerekiyor. Çeşitli sınıflar ve onların temsilcisi olan siyasi çevre ve örgütler, iç ve dış siyasal ortamdaki gelişmeleri kuşkusuz kendi sınıf çıkarları temelinde değerlendirirler ve taktiklerini de ona göre belirlerler. Bu durum burjuvazi açısından ne denli böyleyse, işçi sınıfı açısından da öyle olmalıdır.
Bu dediğimizi günümüz gelişmeleri temelinde somutlayalım. Bugün Türkiye’de burjuvazinin muhalif kesimleri, kent orta katmanlarının ve okumuşların AKP karşıtlığıyla yelkenlerini şişirip, çeşitli meydanlarda gösteri ve mitinglerin önünü açmaya çalışmaktadır. Bu, daha modern ve laik addedilen ve TÜSİAD’da somutlandığı üzere çoğunlukla da başı sıkıştığında askeri vesayet sistemini imdada çağırmış olan burjuva kesimlerin sınıf tutumudur. Bu çevrelerin “demokrasi” derken askeri darbelere davetiye çıkartmaya çalışması yine pekâlâ olasıdır. Bunun karşısında ise, AKP’nin kendi çıkarları açısından teyakkuza geçmesi ve (Mısır’da devrilen Mursi iktidarına da sahip çıkar görünerek) kendi ayıplarını askeri darbe tehdidinin ardına saklama çabası yer almaktadır. İşte bu da, burjuvazinin bir başka kesiminin (çoğunlukla İslami tercihlerle pek sorunu olmayan, Anadolu sermayesi temelinde veya bizzat AKP iktidarı döneminin sağladığı avantajlarla görece daha yakın tarihlerde yükselen burjuva unsurların) sınıf tutumudur. Burjuvaziden bağımsız, net ve doğru bir tutum geliştiremeyip bir o yana bir bu yana sürüklenen orta katmanların (küçük-burjuvazinin) yalpalamaları ise tam bir ara sınıf tutumudur.
İşçi sınıfı, işte tüm bunların dışında ve sınıfına yakışır devrimci tarzda kendi sınıf çıkarlarının takipçisi olabilmelidir. O nedenle, içinden geçilen bu olağanüstü çalkantılı dönemde enternasyonalist komünistlere düşen temel görev, burjuva siyasetlerden bağımsız ve bir o yana bir bu yana yalpalayan küçük-burjuva sollara en ufak bir prim vermeden, devrimci sınıf siyasetinin geliştirilmesine hizmet etmektir.
Gelişmelerin işaret ettiği gerçekler
Küçük-burjuva sol siyasetlerin bugün AKP ve Erdoğan iktidarına karşı mücadele anlayışları neticede muhalif burjuva kesimlere payanda oluyor. Sol adına fakat sınıf çizgisinden uzak bir eğik düzlemde hareket edildikçe, geçmişte olduğu gibi yine askeri vesayet sistemine güç kazandıran tutumlar geliştirme tehlikesi vardır. “Gezi” protestoları sürecinde görüldüğü üzere, küçük-burjuva sol siyasetlerin gözükara biçimde muhalif burjuva kesimlerin AKP karşıtlığına eklemlenen tutumları, tüm bu tehlike kaynaklarını görmeyi ve bunlara dikkat çekmeyi zorunlu kılıyor. Ne var ki yine aynı kesimler, askeri darbe tehditleri karşısında uyanık olma refleksini de AKP’ye destek verme eğilimi şeklinde yorumlayıp devre dışı bırakmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz Erdoğan ve AKP iktidarı, askeri darbe tehdidi konusunu kendi suçluluklarını gizleyecek bir faktör gibi ileri süreceklerdir. Onlar, Mısır’da güncellenen bu genel tehdit faktörünün arkasına sığınıp, kendilerini yine geniş toplum kesimlerine “demokrat” olarak yutturabilmenin çarelerine kafa yoracaklardır. Bunlar eşyanın doğası gereğidir. Fakat tüm bu gerçeklikler, sınıf devrimcilerinin aynı konuya işçi-emekçi kitlelerin çıkarları açısından yaklaşmaları ve buna göre tutum almaları gerekliliğini asla ortadan kaldırmıyor.
Vurgulamak gerekirse, bugünün somutunda Türkiye’deki sorun, bir askeri darbenin kapıda olup olmadığını tartışmak meselesi değildir. Fakat Mısır’da gerçekleşen askeri darbenin güncelliğinden de hareketle, Mısır veya Türkiye gibi ülkelerdeki siyasal gerçeklikler konusunda her an uyanık olmak sınıf devrimcilerinin ertelenmez bir görevidir. Evet, Türkiye Mısır değildir. Ama bu ülkelerin tarihine damgasını vuran benzerlikler ve en önemlisi her iki ülkede de askeri vesayetçilerin siyasi yaşama yönelik müdahaleleri unutulamaz. Günümüzde de bu ülkelerde darbe yanlısı askeri güçlerin veya onları destekleyen sivil burjuva kesimlerin, icabında büyük emperyalist güçlerden aldıkları desteğe de güvenerek, iktidardaki İslami partiler bahanesiyle yapabileceklerini küçümsemenin hiçbir haklı nedeni yoktur.
İşte bunun ötesinde, Türkiye’de AKP’nin aynı konuyu kendi çıkarına yorumlayarak kendini demokrat diye yutturmaya çalışması karşısında karnımız ziyadesiyle tok! İşçi sınıfının burjuva iktidarlar karşısındaki devrimci siyasal çizgisi, sivil vesayetçisinden askeri vesayetçisine dek, her türlü olağanüstü rejim tehditlerine karşı uyanık olmayı ve burjuva düzene karşı genelinde mücadele yürütmeyi emrediyor. O nedenle, AKP kendi “demokratlık” oyununu askeri vesayet sistemi tehdidinin ardına saklanarak yürütüyor veya Mısır’daki darbenin ardında ABD gibi büyük emperyalist güçlerin olduğunu dillendiriyor diye, bizler gerçekleri dile getirmekten vazgeçecek değiliz.
Şurası açık ki, askeri vesayet olgusu karşısında kendilerini mağdur ve demokrat göstermeye çalışan Erdoğan ve AKP kesimleri tam ikiyüzlüce bir tutuma sahiptirler. Zaman zaman bir dış görünüm olarak parlatmaya çalıştıkları “demokratlıkları”, içlerinde yatan demokrasi karşıtlığını örtmeye yetmemektedir. Yine son “Gezi” olaylarının sergilediği üzere, Başbakan Erdoğan’ın insanları provoke edici açıklamalarından tutun da o insanların tepkilerini sokakta ortaya koyması karşısında takındığı tutumlara dek, bu siyaset anlayışı ve çizgisi, burjuva parlamenter demokratik işleyişi kabul edemeyen ve içine sindiremeyen bir otoriterin eğilimidir. Nitekim içindeki gerçekliğin sıcak gelişmeler karşısında dışa vurmasıyla Erdoğan’ın demokratlık maskesi de iyice düşmüş ve altından onun otoriterce sırıtan gerçek yüzü ortaya çıkıvermiştir. Daha önceleri Erdoğan’ın, “demokrasinin genişletilmesi”, “AB’ye katılım” vb. gibi argümanlar eşliğinde sergilediği “demokratlık” döneminde ona destek veren bazı önde gelen liberal yazarlar da, artık Erdoğan’ın otoriter eğilimlerinden açıkça şikâyet etmektedirler. Hatta gerçeklerin su yüzüne çıkmasıyla, bizzat AKP içinde ve daha da fazlasıyla AKP tabanında, bu gidişata karşı önemli bir hoşnutsuzluk gelişmektedir. Zaten diğer olasılıklar bir yana, Erdoğan ve AKP’nin giderek temposu artan biçimde altını oyacak temel faktör de bu olacaktır.
Bugün Erdoğan’ın meseleleri çarpıtarak toplumu yanıltmaya çalıştığının aksine, burjuva parlamenter demokrasilerde yürütme gücünden hesap sorulabilen tek yer seçim sandığı değildir. Burjuva demokrasisinin işlerliğinden söz edebilmek için, kitlelerin seçim dönemleri dışında da, yürütmenin yani hükümetin icraatlarından hoşnutsuz oldukları hususlarda tepkilerini çeşitli biçimler altında ortaya koyma hakkına sahip olmaları gerekir. Parlamenter işleyişi, iki seçim dönemi arasında yürütmenin gücünü mutlaklaştıran biçimde yorumlamak yanlıştır. Kitlelerin her zaman kullanmaları gereken demokratik haklarını çiğneyerek, “demokrasiyi” yalnızca seçim sandığında oy verip vermeme meselesine indirgemek tam anlamıyla otoriter rejim yanlılığıdır. İşte özellikle son dönemde başbakan Erdoğan’ın, artık adeta bir ruh hastalığı derecesinde pervasız biçimde savunup sergilediği siyaset böyle bir otoriterlik eğilimidir.
Bu noktada unutulmasın ki, çeşitli tarihsel örneklerin de kanıtladığı üzere, kendi otoriter güçlerine yaslanarak iktidar sürmeye başlayan siyasetçiler, kitlelerin gönüllü desteğinin azalışı gerçeğiyle yüz yüze gelirler. Bu kırılma noktasından sonra da, toplum üzerinde her an bir komplo ve dış güç tehdidi algısı veya masalıyla egemen olmaya çalışırlar. Bu büsbütün kişilik bozucu koşullardan da beslenen bir sübjektivizm, Bonapart olmaya özenen siyasetçileri giderek toplumsal tepkilere aldırmayan küstah bir dile sürükler. Buna, çevresine yalnızca kendisini onaylayan şakşakçı kişileri ve yalaka danışmanları toplama eğilimi eşlik eder. Nitekim tüm bu gerçekleri Erdoğan’ın son dönemlerdeki tutum ve davranışlarında, siyasi ve kişisel tercihlerinde somut biçimde izlemek mümkündür.
Bugün Türkiye’de “Başkan” Erdoğan’ın şahsında somutlanan bu gerçeklikleri dile getiren çeşitli kesimlerden yazar ve düşünür mevcut. Buradan hareketle, Erdoğan’ın ve onun sergilediği otoriter eğilimin eleştirisi konusunda sanki ortak bir çizgi oluşuyormuş gibi görünüyor. Oysa görünenin altında, yine farklı sınıf siyasetleri temelinden kaynaklanan farklı bakış ve sorgulayışlar yer alıyor. Ve aslında olması gereken de zaten budur. Örneğin diğerlerini bir yana bıraktık, sol liberal yazarlarla işçi sınıfı devrimcilerinin Erdoğan ve AKP konusundaki eleştirilerinin ortak bir mücadele hedefine işaret etmesi olanaksızdır. Sol liberal yazarların derdi, genel olarak burjuva düzeni ve genel olarak burjuva iktidarları hedef alan bir mücadelenin inşası değildir. Onların derdi, başkanlık koltuğuna kurulabilme ihtirası içinde ölçüsüz tutumlar sergilemeye başlayan Erdoğan’ı dizginleyebilmek ve şayet bu tutumunu sürdürmekte ısrar ederse siyasi yaşamda ondan kurtulmaya çalışmaktır.
Liberal yazarlar, günümüzde diğer kapitalist ülkelerde, diyelim ABD’de ve Avrupa’da sanki demokrasi tıkır tıkır işliyormuş da otoriterlik eğilimi yalnızca Erdoğan’a has bir olguymuş gibi konuya yaklaşıp tutum alıyorlar. Onların böylece toplumda yarattıkları yanılsamalı yaklaşımlara en tipik örnek, bizzat Avrupa ülkelerinde kendi derdine derman bulamayan ve dağılma emareleri sergileyen AB’yi, Türkiye’de Erdoğan iktidarına karşı bir demokrasi alternatifi, ulaşılması gereken yegâne demokrasi umudu olarak göstermeleridir. Oysa pek çok yazımızda geniş biçimde ele alıp açıkladığımız üzere, kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak dünya genelinde tüm ülkelerde siyasal rejimler otoriterleşmektedir. AB’si de dahil, dünya genelinde burjuva demokrasilerinde ciddi daralmalar yaşanmaktadır. Aslında bu gerçeklik temelinde derinden düşünülecek olursa, günümüzde her yerde siyasal liberalizmin ayağının altındaki toprak fena halde kaymaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, günümüzde burjuva demokrasisi açısından kapitalizmin yükseliş dönemlerinden tamamen farklı bir durum söz konusudur.
Hatırlanacak olursa, Batı’da kapitalizmin geliştiği dönemlere ekonomi alanında serbest piyasa savunucusu liberalizm eşlik ediyordu. Buna siyaset alanında da burjuva demokratik hakları savunan bir siyasal liberalizm denk düşüyordu. Fakat kapitalist sistemin, özellikle 1980’li yıllarla birlikte artık geçmiş krizlerinden farklı olarak derin bir sistem krizine, kalıcı bir tıknefeslik durumuna sürüklenmesiyle birlikte pek çok şey değişmeye yüz tuttu. Ne var ki siyasal liberalizmin beşiği olan Batı’da durum değişirken, Batı tipi siyasal liberalizmi yaşamamış Türkiye topraklarında ise ancak 80’ler sonrasında bir siyasal liberalizm uyanışı yaşanmaya başlandı. Anlaşılacağı üzere, Türkiye’de siyasal liberalizm dünya genelinde burjuva demokrasileri daralma eğilimine girmişken gelişip serpilmeye koyuldu. Bu anakronizmden beslenen traji-komik durumun en tipik örneği, Ortadoğu’yu yeni bir emperyalist paylaşım savaşının ateşleri sararken, sol liberallerin –geçmişteki Kautsky’nin büyük çarpıtmasını diriltircesine– Türkiye’nin emperyalistleşmesini bir barış ve demokrasi döneminin açılışı diye sunmalarıdır. Bu nedenle Türkiye’de liberal yazarlar, AKP iktidarına destek vereninden vermeyenine, nesnel olarak kendilerini artık beslemeyen bir dünya ikliminde varolmaya çabalamakta ve isteseler de istemeseler de inandırıcı olmaktan büsbütün uzaklaşmaktadırlar.
Liberal yazarlara esin kaynağı olan Avrupa’daki hararetli kapitalist gelişme günleri ve egemen burjuvazinin buradan kaynaklanan bir rahatlıkla demokrasiye, siyasal liberalizme ve bazı sosyal reformlara görece hoşgörüyle yaklaştığı günler artık geride kalmıştır. Bu durumların yaşandığı öz topraklarda bile bu tarihsel kesitler geride kalmışken, gecikmiş bir kapitalist gelişme ve sıçramayla fakat kapitalist sistemin tarihsel kriz dönemine denk gelen biçimde bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi eden Türkiye’de hal ne olacaktır? Nitekim pek çok sorunda demokratik çözüm vaatleriyle liberal yazar ve çizerlerden büyük bir destek almış olan Erdoğan ve AKP iktidarının, bugün otoriter eğilimleriyle iyot gibi açığa çıkması da bu gerçekliklerin dışavurumudur. Türkiye’nin AB’ye katılımını beklerken AB’den çatırtı seslerinin yükseldiği, Kürt sorununda çözüm doğrultusunda vaatler havada uçuşurken ufkun yeni çatışma tehlikeleriyle karardığı bir dünya ve Türkiye’de neler olabilir? Uzun söz bir yana, Türkiye’de Erdoğan’lı Erdoğan’sız veya AKP’li AKP’siz, burjuvaziden daha geniş demokrasi beklemek saflıktır, tehlikeli bir hayalciliktir.
Kapitalizmin artık içine girdiği tarihsel bunalım döneminin liberalizmi bir neo-liberalizmdir. Bu liberalizm, eski dönemlerin ekonomik ve siyasal liberalizminin gelişmiş biçimde canlandırılmasına dayanmıyor. Aslında “neo-liberalizm”, geçmişte serbest piyasacılığın toplumsal yaşamda yaratacağı olumsuz sonuçları yine de bazı iyileştirme tedbirleriyle dengelemeye çalışan bir liberalizmi bile mezara gömen bir neo-saldırı halidir. Bu durum kapitalizmin içinde yaşadığımız bu son dönemine öylesine denk düşen yeni bir saldırı halidir ki, bunu geçmişin kapitalist yükseliş dönemlerine ait bazı kavramların başına neo (yeni) sözcüğünü ekleyerek anlatmak da aslında pek mümkün değildir. Ne var ki biz ne dersek diyelim, işte dünya genelinde neo-liberalizm kavramı bir kez yerleşmiş bulunuyor.
Fakat en azından kuvvetle vurgulamak gerekiyor ki, bu liberalizme kapitalist gelişme ve yükseliş dönemlerinde görülen bir siyasal liberalizm eşlik etmiyor. Tersine, ekonomik yaşamda kamuyu tam bir düşman ilan ederek dizginlerinden boşanmış biçimde özel mülkiyeti savunan bu neo-liberalizme siyaset alanında otoriteryanizm eşlik ediyor. Hatırlanacak olursa, dünya genelinde 80’lerden bu yana yaşanan gerçeklik budur. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher ve bizde de Özal bu gerçekliğin başta gelen ünlü örnekleriydi. Bugün ise çeşitli ülkelerde aynı yoldan yürüyen politikacılar bir tarafa, her yerde politik sistem otoriterleşmektedir. Yürütme, yasama ve yargı yetkilerini (burjuva demokrasisinin ayrılması gerektiğini savunduğu kuvvetler) tek merkezde, devlet başkanında veya yürütmede simgelenen bir güç odağında toplamaya yönelik siyasal eğilim güçlenmektedir. İşte geçmişte faşist rejimin ardından iktidara kurulan Özal’ın başkanlık tutkusunu sahiplenip yaşama geçirmeye çalışan Tayyip Erdoğan da, dünyadaki bu eğilimin bugün Türkiye’deki somut örneğini oluşturuyor.
Demokrasi mücadelesinde devrimci sınıf çizgisi
Özetle ortaya koymaya çalıştığımız bu siyasal gelişme ve gerçekler, demokrasiden ebediyen umut kesmek ve devrimci mücadelenin geliştirilmesi konusunda karamsarlığa sürüklenmek anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır! Bu günümüz gerçekleri, kapitalizmin ekonomik alandaki tarihsel tükenmişliğine eşlik eden genel siyasal durumu anlatıyor. Burjuvazinin toplumu ikna etme ve kitleleri burjuva demokrasisi ile manipüle edip yönetme olanağının giderek azalmakta olduğuna işaret ediyor. Fakat asıl şurası önemli ki, burjuva demokrasisi tarihsel açıdan tükendikçe, işçi sınıfının demokrasi hedefi ve mücadelesi önem kazanıyor. Bu demokrasiye, dünya üzerinden kapitalizmi silip süpürecek olan işçi sınıfının iktidarı altında ulaşılabilecektir.
Demokrasi mücadelesi konusunda yaratılmış olan çarpıtmaları bertaraf edebilmek için, kısaca da olsa bazı önemli hususları vurgulayalım. Devrimci proletarya geniş işçi-emekçi kitlelerin demokratik taleplerine sahip çıkar ve bu talepler uğruna yürütülen mücadelenin desteklenmesi ve geliştirilmesi gerektiğini savunur. Fakat bunu yaparken, asgari diye adlandırabileceğimiz bu demokratik haklar mücadelesinin, azami hedefe (yani gerçek demokrasiyi sağlayacak olan işçi demokrasisine) ulaşabilmek için asla yeterli olmayacağını da her fırsatta kitlelerin bilincine kazımaya çalışır. Devrimci sınıf çizgisinin temel özelliği, gündelik demokratik haklar mücadelesini devrimci işçi iktidarının kurulması hedefine bağlaması ve bu sayede mücadeleyi kapitalizm karşıtı bir içerikle ilerletebilmesidir. Unutulmasın ki, sol liberal ve reformist yaklaşımlar sanki burjuva demokrasisinden başka demokrasi yokmuş gibi, demokrasi mücadelesini burjuva düzen sınırlarına hapsederek iğdiş ederler. Küçük-burjuva sol siyasetler ise, devrimci programı sahte aşamalara bölüp parçalarlar. Bunu yapmakla, hem gerçek bir işçi iktidarı hedefini hem de onun vazgeçilmez koşulu olan işçi demokrasisini muğlak bir halk devrimi anlayışı içinde eritip yok ederler.
Demokrasi konusu bugün Türkiye’nin siyasal ortamında da, farklı siyasal eğilim ve yaklaşımları ayırt edebileceğimiz bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Günümüz somutunda demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının demokratik taleplerinden toplumun farklı kesimlerinin demokratik istemlerine, Kürt halkının çözüm beklentilerinden Alevilerin taleplerine kadar çok çeşitli hususları içeriyor. Farklı burjuva kesimler de halk kitlelerini peşlerine takabilmek için, bu hususlardan hareketle çeşitli vaatlerde bulunuyorlar. Küçük-burjuva sol çevreler ise, bir o yana bir bu yana yalpalamalarıyla hedef şaşırtıcı bir rol oynuyor ve işçi-emekçi kitlelere esenlikli bir çıkış yolu gösteremiyorlar. Aslında bugün bu çevreler, kendilerini izleyen unsurları da tam bir siyasal çıkışsızlık girdabına sürükleyen bir tükenmişlik ve umutsuzluk kaynağına dönüşmüşlerdir. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşü ve Stalinizmin nesnel kaynağının kurumasıyla birlikte geçmişe gömülmeye mahkûm olan yanlış sol siyasi çizgiler, yapay biçimde ayakta kalmaya çalıştıkça çürüyerek ufalanmaktadırlar. Kuşkusuz bunların bu durumu, gençliğin ve işçi sınıfının yeni kuşaklarının devrimci mücadeleye antipatiyle yaklaşmalarının da önemli bir etkenidir.
Kendilerini dünya sorunlarını kavramaya ve bu sorunlara yanıt getirecek bir devrimci siyasal çizgiyi inşaya adamayan sol çevreler, bugün çıkışsızlıklarının üzerini devrimci lafazanlıkla örtme çırpınışı içindedirler. Böylece de artık tam bir boş laf, boş propaganda değirmenlerine dönüşmüş ve kendi ettikleriyle marjinal diye nitelenmeyi hak etmişlerdir. Nitekim küçük-burjuva solculuğunun, AKP karşıtlığı adına burjuva muhalefetin peşinden sürüklenirken attığı devrim nutuklarının ne denli hafif ve sorumsuz bir “devrimcilik” anlayışına işaret ettiği de son süreçte iyice açığa çıkmıştır. Unutulmasın ki, burjuva düzene karşı onu aşacak nitelikte bir siyasal çizgi inşa edemeyenler geleceği belirleyemez ve olsa olsa geçmişin artığı olarak anılmayı hak ederler.
Bu yaşananlar da bir kez daha gösteriyor ki, elinde sağlam bir sınıf pusulası olmadan, toplumsal olayların çalkalandırdığı denizlerde yolunu bulamazsın. Taksim Gezi parkında çevreci gençlerin direnişiyle başlayan ve ardından gelişen olaylar, tüm bu dediklerimizin test edildiği somut bir örnek olmuştur. Ancak devrimci sınıf bilinci ve devrimci sınıf siyasetinin örgütlü bir çaba temelinde üretiminden beslenenler, Türkiye örneğinde olduğu gibi aniden patlak veren olaylar karşısında derinden bir sınıf duygusuyla ortamı algılayabilirler. Ancak böyle bir siyasi tutuma sahip olanlar, küçük-burjuva solların yalpalamalarından tamamen azade bir sınıf duruşu sergileyebilirler. İşte Marksist Tutum’un söz konusu gelişmeler karşısında izlediği siyasal çizgi bu duruşu somutluyor ve bu çizgi sağlam bir sınıf siyasetine, devrimci sınıf duygusuna dayanıyor.
Bir kez daha belirtelim ki, gençlerin “Gezi” tepkisiyle başlayan olaylar, tuzukuru orta katmanların, laik ve Kemalist okumuşların AKP iktidarına karşı tepkilerinin dışavurumuyla beslendi ve en önemlisi de muhalif burjuva kesimler için Erdoğan’dan kurtulma planlarına kanallar döşeyerek gelişti. AKP iktidarına karşı gelişen bu burjuva muhalif siyasal ortama, proleter sınıf duygusundan yoksun küçük-burjuva sol çevreler çarçabuk eklemlendi. Boyner gibi TÜSİAD’cısından, AKP’ye muhalif irili ufaklı burjuvaların, orta katmanların, holding yöneticileri vb. gibi kesimlerin desteklediği “Gezi direnişi” başka ülkelerde yaşanan devrimci halk isyanlarıyla eş tutulmaya, öyle gösterilmeye çalışıldı. “Gezi direnişi”nden Erdoğan’ı siyaset sahnesinden uzaklaştıracak bir “isyan” çıkartmaya çalışan “beyaz Türkler” ve bilumum tuzukuru kesimler, yıllardır siyasetten uzak tuttukları ve sol örgütleri öcü gibi bellettikleri “cici” çocuklarını gaz bombalarının önüne sürmekten çekinmediler. Burjuva düzenin içinde tatlı yaşamlarını sürdürenler, bu yaşama Erdoğan’sız devam edebilmek için çocuklarını günlerce sokaklarda yatırıp kaldırmayı göze alabildiler. Dönek, yaşlanmış veya düzenle bütünleşmiş solcu eskileri ve bayatlamış muhalifler, Türkiye’nin gerçek devrimci potansiyeli olan işçi-emekçi gençlerine karşı, steril ortamlarda yetiştirdikleri kendi çocuklarından bir “90 gençliği” efsanesi yarattılar.
Bu yaratılan ortama ve buna eşlik eden siyasal tabloya bir de Avrupa’nın bazı hafifmeşrep sosyalistlerinin, uzaktan gördükleri her toplumsal kaynaşmayı “devrim” diye niteleyerek kendilerine siyasi kariyer malzemesi çıkarma çabalarını eklemek gerekir. Emperyalist savaşlarla kanayan, çeşitli halk hareketleriyle sarsılan günümüz Ortadoğu bölgesi, reformizme kayışta sınır tanımayan Avrupa sosyalistleri için birbirlerine akademik üstünlük taslayacakları bir “uzaktan atış alanı” gibidir. Çeşitli Arap ülkelerindeki halk isyanları karşısında devrimci sınıf örgütlülüğünün sağlanması görevi yakıcı bir önem kazanmışken, bunlar daha kimseler kalemi eline almadan ve yeterince bilip incelemeden olayları “devrim” diye kestirip atmayı marifet addederler. Mısır’da yaptıkları da bu olmuştur. Oysa devrimin gerçekleşmesi bir yana, işçi sınıfının devrimci örgüt ve önderliğinden yoksun biçimde ilerleyen süreç, bugün yaşanan olayların acı biçimde gözler önüne serdiği üzere kanlı bir askeri darbe rejimine yol açmıştır. IMT’den Alan Woods örneğinde olduğu üzere, uzaklardaki çalışma masalarının başından Türkiye’deki “Gezi” olaylarını da “devrim” diye ilan edenler, günümüzde iyice başa belâ olan sorumsuz bir “devrimcilik” anlayışını sergilemektedirler.
Bu tür sorunlar bir yana, burjuva ideolojisinin ve bu ideolojiden beslenen çevrelerin “örgütsüzlük iyidir” yolunda etrafa saçtığı zehir mutlaka mücadele edilmesi gereken asıl baş belâsıdır. Tüm bunlar hesaba katılacak olursa, günümüzde kapitalizme karşı mücadelede kilit sorunun işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün sağlanması olduğu apaçık ortaya çıkıyor. Gerçekten de, bugün dünya genelinde çeşitli halk hareketlerinin yükselişiyle seyreden siyasal kriz ortamlarından yararlanabilmek, devrimci durumları devrime çevirebilmek için, devrimci sınıf örgütlülüğünün yaratılıp geliştirilmesine yakıcı bir ihtiyaç var. Ayrıca dünya üzerindeki ve özellikle Ortadoğu ve Türkiye’deki gelişmeler de gösteriyor ki, işçi sınıfını ve sınıf devrimcilerini son derece uyanık olmayı gerektiren sıcak günler bekliyor. Yeni gelişmelere hazırlıksız yakalanmamanın yolunun, yaşanan zamanı doğru algılamaktan ve doğru bir siyasal tutum geliştirmekten geçtiği asla unutulmamalı. Bunu başarabilmek için de, işçi sınıfının bağrından yükselen bağımsız bir sınıf çizgisini var edebilmek, bu uğurda gereken devrimci sınıf duygusuna ve bilincine sahip olabilmek gerekiyor.
link: Elif Çağlı, Burjuva İktidara Karşı Mücadelede Sınıf Çizgisi, 30 Temmuz 2013, https://en.marksist.net/node/3300
Türkiye’deki mücadelelerle dayanışma – IRMT bildirisi
68. Yılında Hiroşima ve Nagazaki