Geçtiğimiz Şubat ayında “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” adı altında yeni bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanun, 1999 tarihli Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu sözleşme kapsamında aldığı kararlar doğrultusunda çıkarıldı. Türkiye bu uluslararası sözleşmeye 2002 yılında imza atmıştı. Hem bu uluslararası sözleşmenin gereğini yerine getirmek hem de Kürt hareketini ve sosyalist hareketi daha sıkı bir kıskaca almak amacıyla AKP hükümeti bu kanunu çıkardı. Böylece Terörle Mücadele Yasasında birkaç düzenlemeyle geçen bir hususu bağımsız bir kanun haline getirerek iyice güçlendirdi.
AKP yasanın çıkarılma gerekçesi olarak uluslararası sözleşme boyutunu öne çıkardı. Aksi takdirde Türkiye’nin uluslararası platformlarda Kuzey Kore gibi “terörü destekleyen ülkeler” kategorisine girmiş olunacağı söylendi. Bu durum Türkiye burjuvazisi açısından handikaplara ve olumsuz mali sonuçlara yol açacağı için emperyalist politikalarına ters düşerdi. Kara listede olan ülkeler FATF’ın (Mali Eylem Görev Gücü) yaptırımlarına maruz kalıyor. Nitekim AKP yasanın gerekçelerini sıralarken bunlara da değiniyor:
“(…) finansal kuruluşlar bu listedeki ülkelere ait şirketler ve finansal kuruluşlarla yapacakları iş bağlantıları ve ilişkilerinde daha dikkatli olmaları yönünde uyarılıyor; bu tür ülkelerde şubeleri veya hisse çoğunluğuna sahip oldukları iştirakleri olan finansal kuruluşların dikkatini çekmek gibi uyarılar olabilmektedir. Bu uyarıların yetersiz kaldığı durumlarda ise listede yer alan ülkelerdeki bankaların ya da şirketlerin diğer Mali Eylem Görev Gücünün ülkelerinde şube açmasının risk taşıyacağı ve bu ülkelerle yapılacak ticari ilişkilerde kara para aklama ihtimalinin var olduğu yönünde uyarılacağı hususunda tavsiye kararları bulunmaktadır.” Türkiye sermayesi açısından yeni uluslararası finans kuruluşlarıyla arasının bozulması, yeni ilişkiler kurmasının engellenmesi veya FATF üyesi ülkelerde banka ve şirketlerin şube açamamaları kabul edilebilir bir durum değil. Bu yüzdendir ki yasa son dakikada Meclisten geçirilip onaylandı.
Elbette yasanın sadece uluslararası baskı sonucu çıkarıldığını söylemek doğru olmaz. AKP’nin otoriter çizgisinin giderek kalınlaştığını uzun zamandır yazıyoruz. Nitekim bu yasa da aynı siyasi çizginin ürünüdür. Hâlihazırdaki Terörle Mücadele Yasası ve Türk Ceza Kanunu birçok maddesiyle demokrasinin sınırlarını alabildiğine daraltıyor. Bu yasalar, düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde büyük bir engel teşkil ediyor. TMK’ya göre terör örgütünün propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Bu propagandanın tanımı o kadar muğlâk ki, herhangi bir yazı, konuşma, basın açıklaması vb. terör kapsamında değerlendirilip faillerine hapis cezası verilebiliyor. Bazen “Q,W,X” harflerinden birisi, bazen bir şarkı sözü, bazen de poşu yüzünden insanlar aylarca hatta yıllarca hapis yatabiliyorlar. Dolayısıyla TCK ve TMK, Kürtler, sosyalistler ve ilerici aydınların tepesinde bugün zaten Demokles’in kılıcı gibi sallanıyorken, bunlara son derece anti-demokratik yeni bir yasanın daha eklenmesi, sosyalistler ve Kürt hareketi üzerindeki baskının daha da artmasına yol açacak.
TMK’da 2006 yılında yapılmış olan değişiklikle “terörizmin finansmanı” başlığı altında şöyle deniliyordu: “Her kim tümüyle veya kısmen terör suçlarının işlenmesinde kullanılacağını bilerek ve isteyerek fon sağlar veya toplarsa, örgüt üyesi olarak cezalandırılır. Fon, kullanılmamış olsa dahi, fail aynı şekilde cezalandırılır.” Buna göre terörü finanse ettiği iddia edilen kişi örgüt üyesi gibi değerlendirilip 5 ilâ 10 yıl hapis cezası alıyordu.
Yeni yasa ile birlikte bu madde kaldırıldı ve artık “terörizmin finansmanı” başlı başına bir yasayla ele alınacak. Yeni yasada da hapis cezası aynı şekliyle devam ediyor. Yasanın getirdiği en önemli değişiklik, hapis cezasına ek olarak “malvarlığının dondurulması” işleminin de bundan sonra bir yaptırım olarak uygulanacak olması. Üstelik terör suçlarına fon topladığı düşünülen gerçek ve tüzel kişilerin malvarlıkları yargı kararı olmaksızın dondurulabilecek. Malvarlığının dondurulması işlemi “Değerlendirme Komisyonu” adlı bir organa bırakılıyor. Bu komisyon bir derneğin, bir belediyenin, sendikanın ya da herhangi başka bir demokratik kitle örgütünün malvarlığını “teröre fon topluyorlar” gerekçesiyle dondurabilecek.
Bu yasanın ucunun ne kadar açık olduğunu Maliye Bakanlığı’nın yayınladığı “Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşların Terörün Finansmanı Amacıyla Kötüye Kullanılmalarının Önlenmesine Yönelik Rehber” adlı kitapçıktan anlayabiliriz. Bu kitapçıkta “teröre finansman yöntemleri” olarak şunlar sıralanıyor: “Terörün finanse edilmesinde en çok kullanılan yöntemlerden biri de yayın organlarının işletilmesidir. Yayın organları (kitap, dergi, gazete, takvim, video-teyp, televizyon, radyo vb.) vasıtasıyla terör örgütleri hem propagandalarını yapmakta hem de yasal görüntü altında para toplayabilmektedir. Yine düzenlenen konser, şölen, sergi ve gösteri gibi sosyal etkinlikler yoluyla da yüksek tutarlı paralar toplanabilmektedir.”
Bu yasanın hedefinde başta Kürt hareketinin ve sosyalist hareketin olduğu açıktır. Terörün finansmanı olarak sıralanan şeyler en temel demokratik hakların kullanılması anlamına gelen sıradan etkinliklerdir. Yayın faaliyeti de, bahsi geçen etkinlik türleri de, hem Kürtlerin hem de sosyalistlerin doğal olarak kullandıkları mücadele araçlardır. Görüşlerini çeşitli araçlarla ifade etme, propaganda özgürlüğü, geçmişin büyük mücadeleleri sonucu kazanılmış olan haklardır. Anlaşılıyor ki Türkiye burjuvazisi halen bunları hazmedememiştir. Kullanılan ifadelerden açıkça anlaşıldığı üzere hükümet sadece gelir elde edilmesine karşı değil, propaganda yapılmasına da karşı!
Konser, şölen, gösteri gibi etkinlikler bu yasayla da terör suçu kapsamında değerlendirilebilecek. Yasanın mantığına göre, konser bileti alan bir kişi teröre fon sağladığı için “terör suçu” işlediği gerekçesiyle 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası ile karşılaşabilecek.
Yargının devre dışı bırakılarak doğrudan hükümete bağlı bir kurumun karar alması AKP’nin nasıl bir yönetim mekanizması istediğinin örneğidir. Hatırlayacak olursak Erdoğan Konya’da bürokratik oligarşiden şikâyet etmişti: “Sistem düzgün kurulmadığı için umulmadık yerde umulmadık şekilde bürokratik oligarşi karşınıza dikiliyor. Umulmadık yerde yargı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama-yürütme-yargı bu ülkede öncelikle bu milletin menfaatini düşünmemiz lazım, ardından da devletin menfaatini düşünmesi lazım.” Bu sözlerden sonra kuvvetler ayrılığı ve başkanlık tartışmaları alevlenmişti. AKP ve Erdoğan istedikleri gibi at koşturabilecekleri, kimsenin karşılarına engel olarak çıkmayacağı dikensiz bir gül bahçesi istiyor. Hayata geçirmek istedikleri projelerin yargı tarafından engellenmesi, durdurulması ya da geciktirilmesine tahammül edemiyorlar.
Kürt sorunu bu engellerden birisidir. Bunun farkında oldukları için dönem dönem bu sorunu çözeceğiz denerek birtakım adımlar atılabiliyor. Ama AKP siyasi ve askeri baskı araçlarını da elinden bırakmıyor. Tersine bu konuda elini güçlendirecek yeni hamleler yapıyor. Bugün bir taraftan “çözüm sürecinin” varlığı, bir taraftan askeri operasyonların devam etmesi, diğer taraftan da bu yeni yasanın çıkartılması bunun sonucudur.
Bu yasa, hükümete Kürt hareketine ve onu destekleyen Kürt işadamlarına mali bakımdan yargısız infaz hakkı tanıyor. PKK ile TC arasındaki çatışmaların şiddetlendiği 90’lı yıllarda, devlet her yönden Kürt hareketini baskı altına almaya çalışıyordu. Bu dönemin hafızalardan silinmeyen olgularından birisi de, PKK’ye yardım ettikleri iddia edilen Kürt işadamlarının listesinin hazırlanması ve peşi sıra Kürt işadamlarının katledilmesiydi. 90’lı yılların Türkiye’sinde Kürtler, fiziksel imha konusunda uzmanlaşmış kontrgerilla unsurlarının saldırılarına maruz kalıyorlardı. Ancak TC’ye bu da yeterli görünmüyordu. Devlet Kürt ulusal hareketine can verdiğini iddia ettiği damarları kesmeden, mali desteği durdurmadan Kürtlerden kurtulamayacağını düşünüyordu. O zamanın devlet aklı, Kürt işadamlarının fiziksel katliyle soruna çözüm buluyordu. Bugüne kadar köprünün altından çok sular aktı. Ne Kürt hareketi 20 yıl önceki gibi kaldı, ne de Türkiye. Kürt halkının örgütlü mücadelesi ve Arap coğrafyasında yaşanan halk ayaklanmaları sonucunda diktatörlüklerin yıkılması, Kürtlerin elini geçmişe oranla daha güçlendirmiş durumda. Dolayısıyla bugün TC’nin karşısında daha güçlü bir ulusal hareket var. Hakeza Türkiye de özelikle son on yılda yakaladığı büyüme trendiyle bölgesel bir güç düzeyine yükseldi. Dolayısıyla bugün Türkiye ile Kürt hareketi arasındaki mücadele farklı kulvarlarda da yürüyor. TC, çıkardığı yasayla Kürt hareketini mali bakımdan zayıf düşürmek istiyor.
FATF nedir?
FATF (Mali Eylem Görev Gücü) 1989 yılında G-7 ülkelerinin kara para aklanmasını engellemek amacıyla kurdukları bir kuruluştur. OECD bünyesinde çalışan kuruluşun bugün 34 ülke ve 2 bölgesel organizasyon olmak üzere toplam 36 üyesi bulunmaktadır. Başlangıçta temel amaç kara paranın aklanmasının engellenmesiyken, konjonktürel değişimler yeni hedefleri ve çalışmaları da beraberinde getirdi. Dünya siyaset tarihinde önemli bir dönemeç noktası olan 11 Eylül, siyasi dengelerin değişeceği yeni bir sürece kapı açmıştı. “Uluslararası terörizm” adıyla kendine yeni bir umacı bulan ABD, bunu her alanda kullanmaya başladı. “Uluslararası terörizmle mücadele” adı altında Ortadoğu kan gölüne çevrildi. Bütün haksızlıklar “terörle mücadele” kılıfı altında gizlendi. Doğal olarak, yeni dönemin ihtiyaçlarına göre FATF’ın çalışmalarının kapsamının da değişmesi gerekiyordu. Bu sebeple, daha 11 Eylül’ün üzerinden birkaç hafta geçmişken FATF olağanüstü bir toplantı düzenledi ve FATF’ın görevleri arasına “terörizmin finansmanını engelleme” de konuldu. Bu kapsamda 8 tavsiye belirtildi. Bunların arasında “Birleşmiş Milletler belgelerinin derhal onaylanması ve yürürlüğe konulması”, “terörizmin finansmanının, terörist eylemlerin ve terörist örgütlerin suç olarak kabul edilmesi”, “terörizmle bağlantılı şüpheli işlemlerin bildirilmesi” ve “kâr amacı gütmeyen kuruluşların istismar edilmesinin önlenmesi” gibi tavsiyeler yer alıyor.
Bu tavsiyelerin asıl hedefinin “uluslararası terörizm” olmadığı yeterince açıktır. Ama bu gerekçeyle Amerika’dan Avrupa’ya hemen hemen bütün ülkelerde gerici yasalar hayata geçirildi. 11 Eylül’den sonra en sıradan eylemler bile “terör” kapsamında değerlendirilmeye başlandı. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de bile polis sokak ortasında adam vurmaya başladı. Yaratılan infialle kitleler sindirildi, pasifize edildi. Burjuvazinin amacı, derin bir sistem krizinde debelenen kapitalizme karşı işçi ve emekçilerin ayaklanmasını engellemekti. Terör bahaneydi. Halen de “terörizmin finansmanının engellenmesi” adı altında tehlikeli gördükleri muhalif hareketleri mali açıdan zayıf düşürmeye çalışmaktadırlar:
“Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde genel bir seferberlik çabasıyla yürürlüğe konulan «terörle mücadele yasaları»nın gerçek muhatapları bellidir. Burjuvazinin vurmayı amaçladığı esas hedef, bir anlamda zaten kendi kontrolü altındaki bazı «terör» örgütleri değil, işçilerin, emekçilerin kapitalist düzenle mücadele örgütleridir. «Uluslararası terör»ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, MT, Ağustos 2005)
link: Suphi Koray, Bir Baskı Yasası Daha Yürürlüğe Girdi, Mart 2013, https://en.marksist.net/node/3217
Halkların Demokratik Kongresi Genel Meclisi Sonuç Bildirgesi
Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler /II