Baskı, imha, inkâr ve asimilasyon politikaları nedeniyle kangrene dönüşmüş olan Kürt sorunu, üzerinde yaşadığımız topraklarda yaklaşık 150 yıldır varlığını sürdürüyor. Fakat bugün bu sorunun böyle köklü bir tarihi olduğu geniş kitleler tarafından ne yazık ki bilinmiyor. Aksine, tümüyle bilinçli bir devlet politikasının ürünü olarak, mesele, son otuz yılda ortaya çıkmış, dış güçler tarafından yapay olarak yaratılmış, bir avuç “eşkiya” tarafından başlatılmış bir “terör” sorunu olarak algılatılıyor. Yaratılan bu algı nedeniyle, kitleler sorunun gerçek niteliğini, meşruiyetini kavramak ve kabullenmekte zorluk çekmekte, şovenizme teslim olup akıl tutulmasına uğramaktadır. Oysa Kürt sorunu derin tarihsel kökleri olan ve bugün dört ülkeye dağılmış 20 milyondan fazla nüfusa sahip bir halkın bağrında hissettiği yakıcı bir sorundur. O nedenle Kürt sorunuyla ilgili temel tarihsel gerçekliklerin ortaya konması ve geniş emekçi yığınların bu temelde bilinçlendirilmesi büyük bir önem taşımaktadır.
Kürt sorununda izlenen devlet politikalarının en önemli boyutlarından birisi de zora dayalı asimilasyondur. Bu soruna ilişkin devlet politikalarının imha ve inkâr boyutunda dönem dönem değişiklikler olsa da, asimilasyon boyutu bu uzun tarihsel süreçte genel çizgileri itibarıyla değişmeden bugüne kadar gelmiştir.
Hatırlanacak olursa bir yıl önce Tayyip Erdoğan, Almanya’daki Türklerin anadilde eğitim haklarının gasp edilmesi karşısında, “asimilasyon insanlık suçudur” diyerek Angela Merkel’den Türk okullarına izin verilmesini istemişti. Oysa bu sözü söyleyen Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı ülkede, Kürtlere, anadillerinde eğitim görmek şöyle dursun, bu dili çarşı pazarda rahatça konuşmak bile ancak son yıllarda nasip olmuştu. Nitekim AKP’nin önde gelen kadrolarından ve “Kürt açılımı”nın mimarlarından olan Dengir Mir Mehmet Fırat geçtiğimiz aylarda verdiği bir röportajda şunları söylüyordu: “Başbakan «ret, asimilasyon ve inkârı kaldırdık» dedi ama bence ret ve inkâr bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor. Bir toplumun dili yasaklanıyorsa, anadilinizi geliştirme imkânına sahip değilseniz, bu buz gibi bir asimilasyondur. Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar.” (Vatan, 15.08.2011)
Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının kökeni Osmanlı’nın son dönemlerine[1] uzanmaktaysa da, bu politika “Türk ulusu” yaratma operasyonuna paralel olarak cumhuriyet döneminde büyük bir ivme kazanmıştır. Osmanlı’nın İttihatçı paşalarınca kurulan yeni cumhuriyetin birincil hedefi, bu topraklarda yaşayan farklı etnik kimlikleri Türkleştirmek ve bir Türk ulus-devleti inşa etmekti. 1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı gerekçede şöyle deniyordu: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.”[2]
Aynı anlayış Mustafa Kemal’in sözlerinde de yansımasını buluyordu: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.”[3]
TC’nin bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğini çekinmeksizin dile getirenlerin başını ise İsmet İnönü çekiyordu: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf [nitelikler] her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” (Vakit, 27 Nisan 1925). İlerleyen yıllarda İnönü’nün ırkçı dili daha sertleşiyordu: “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki birtakım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930).
Aynı zihniyete sahip Nazi hayranı Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
Kuruluşundan itibaren TC egemenlerinin anlayışına damgasını basan bu ırkçı zihniyet, Kürt ulusal hareketini süngüyle bastırmayı ve zora dayalı asimilasyon politikalarıyla Kürt kimliğini yok etmeyi amaçlayan Şark Islahat Planında da tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Şeyh Sait isyanının kanla bastırılmasını takiben 1925 Eylülünde yürürlüğe konan ve Dersim katliamına giden yolda önemli bir dönemeç noktası teşkil eden bu plan, uzun yıllar boyunca yürürlükte kalması ve birçok maddesinin içerik olarak günümüze dek uygulamada varlığı koruması bakımından da büyük önem taşımaktadır.
Şark Islahat Planı
Milli Mücadele döneminde ve 1920’de oluşturulan Mecliste kendilerine verilen sözlerin tutulmaması üzerine yükselen Kürt halk hareketi, Türklük temelinde bir cumhuriyet oluşturmaya girişen Kemalist rejim tarafından şiddet yoluyla bastırılmak üzere hedefe konmuştu. Bu süreçte TC devletinin Kürt hareketinin önünü kesmek amacıyla hareketin önderlerine yönelik başlattığı tutuklama dalgası ve Kürt halkı üzerindeki baskıyı tırmandırması, 1925 Şubatında Diyarbakır, Malatya, Dersim, Elazığ, Bingöl ve Muş çevresinde bir Kürt isyanının patlak vermesine yol açtı.[4] Şeyh Sait isyanı olarak anılan bu isyan, devletin Kürtlere yönelik yeni bir imha harekâtına girişmesinin bahanesi yapıldı. Bariz bir şekilde bir Kürt isyanı olmasına rağmen, Kemalist devlet bu imha hareketini ulusal ve uluslararası alanda meşrulaştırmak için bu isyanı bir irtica hareketi olarak lanse etti.[5]
İsyanı takip eden günlerde Örfi İdare (Sıkıyönetim) Kanunu ve Hıyaneti Vataniye Kanunu sertleştirildi ve bunu Mart ayında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu izledi. Bu kanuna dayanarak oluşturulan İstiklal Mahkemeleri ise verdikleri idam kararlarını Meclisin onayını almaksızın infaz etme yetkisine sahiplerdi. Nisan ortalarında yakalanan ayaklanma önderlerinden Şeyh Sait ve beraberindeki 47 isyancı Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesinde göstermelik bir yargılamanın ardından idama mahkûm edildi ve infaz hemen ertesi gün, 29 Haziran 1925’te gerçekleştirildi. Ancak devlet terörü burada bitmedi.
Eylül ayına gelindiğinde, Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanı sıfatıyla imzaladığı çok gizli bir kararname hazırlandı: “Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname”. Bu kararname doğrultusunda hazırlanan “Şark Islahat Planı” ise 24 Eylülde Bakanlar Kuruluna sunularak onaylandı. Kemalist rejimin Kürt halk hareketinin bir daha belini doğrultamaması gayesiyle yürürlüğe koyduğu bu plan, her türlü baskı ve şiddetin yanı sıra, sistemli bir asimilasyonu da öngörüyordu.
27 maddeden oluşan bu planın ilk maddesi, “şark” illerinde yürürlükte olan sıkıyönetimin bu programın uygulanması sona erene kadar devam etmesini öngörüyordu. Ancak ne bu program kısa vadeli bir program olacaktı ne de bölge sıkıyönetim uygulamasından kolayına kurtulabilecekti. Nitekim 1925’ten 2002 yılı sonuna kadar bölgede sıkıyönetim ya da olağanüstü hal uygulaması neredeyse kesintisiz bir şekilde devam etti. 1946’ya kadar süren tek parti diktatörlüğü dönemini bir kenara bırakacak olursak, sıkıyönetimin en katı uygulandığı dönem 12 Eylül rejiminin damgasını bastığı 1980-2002 dönemi oldu. 12 Eylül 1980 faşist darbesinden başlayarak 1986 yılına kadar özellikle Kürt illerini kapsayacak şekilde sürdürülen kesintisiz sıkıyönetim, 1986’da sözde hafifletilerek yerini olağanüstü hale bıraktı ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği aracılığıyla yürütülen bu uygulama Meclis tarafından dört ayda bir uzatılarak 2002 Kasımına kadar devam ettirildi.
Şark Islahat Planının ikinci maddesi Türkiye’yi beş “umumi müfettişlik” bölgesine ayırıyor ve Hakkari, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazalarını beşinci müfettişlik emrine veriyordu.
Esas olarak Kürt illerini kapsayacak şekilde yürürlüğe konulan ve 1948’e kadar varlığını sürdüren umumi müfettişlik (genel valilik) sistemi, 1986’dan sonra uygulamaya konulan olağanüstü hal bölge valiliğiyle büyük bir benzerlik taşıyordu. Sistemin özü, siyasi iktidarın Kürt halkının zincirlerini sıkmak için aldığı kararların olağanüstü yetkilerle donatılan ve hesap verme yükümlülüğü bulunmayan bir genel vali aracılığıyla uygulanmasına dayanıyordu. Seyyar jandarma alayları da bu valinin emrine veriliyordu
Üçüncü madde, olağan mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde asker ve sivil “yerli” hâkim bulunmasını yasaklıyordu. Yani Kürt hâkimlerin bölgede görev yapmaları yasaktı.
Beşinci madde, Van ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden kalan boş araziye Türk göçmenlerin yerleştirilmesini, sıkıyönetim bölgesindeki Ermeni mallarının maliyece satılmamasını “ve hatta Kürtlere kiraya dahi verilmemesini” emrediyordu. Ermeni mallarını işgal etmiş Kürtlerin derhal buralardan çıkarılarak eski yerlerine ya da batıya gönderileceklerini, onlardan boşaltılan yerlere Türklerin yerleştirileceğini ve bunların Kürtlere karşı koruma altına alınacaklarını söylüyordu.
Aynı madde Balkan ve Kafkas göçmenlerinin yerleştirileceği yerleri de belirliyordu. Buna göre, Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek göçmenler (toplam sayılarının on yılda 500 bin olması öngörülüyordu) öncelikle Elaziz, Diyarbekir, Muş, Bitlis, Bingöl dağının doğu ve batısı, Murat vadisi ve Van Gölü havzasında iskân edileceklerdi. Trabzon, Rize ve Erzurum’un kuzeyinden getirilen Türkler de Hınıs çayı ve Murat vadisine ve Van Gölünün kuzeyine naklolunacaktı. Buralara yerleştirilecek Türklerin nakil masrafları ve bir yıllık iaşe giderleri devlet tarafından sağlanacak, bunlara ev, hayvan ve tarım aletleri verilecekti.
Sekizinci maddeye göre, “isyandan kaynaklanan” zarar, özel bir vergi ile isyana katılan bölgelerdeki halktan tahsis edilecekti. Yani devlet hem saldırıyor, imha ediyor, hem de katliamın tüm askeri masraflarını Kürt halkına yüklüyordu.
Planın dokuzuncu maddesi ise şöyleydi: “Kürt isyanını yönlendiren ve yönetenlerle, bunların yakınları, yandaşları ve aşiret reislerinden hükümetin doğuda kalmalarını uygun görmediği kişi, aile ve gruplar batıda hükümetin göstereceği yerlerde iskân edileceklerdir.” Bu tam bir sürgün anlamına geliyordu. 10 Haziran 1927’de çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun”la bu sürgün isyan bölgesiyle sınırlanmaksızın çok daha geniş bir alandaki Kürtleri kapsayacak şekilde genişletilecekti. 1934 yılında yürürlüğe konan “Mecburi İskân Kanunu” ve sonrasındaki “Tunceli Kanunları” da bu sürgünlerin süreklilik kazanmasını sağlayacaklardı. Bu sürgünler aynı zamanda sistemli asimilasyon politikasının tipik göstergelerinden biriydi.
Şark Islahat Planıyla başlatılan kitlesel sürgün kampanyası, ilerleyen yıllarda da çeşitli kanunlarla ve gizli kararnamelerle devam ettirildi. 80’lerin ve 90’ların Türkiye’sine gelindiğinde ise Kürtler geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde genişletilmiş bir sürgünle karşı karşıya kalacaklardı. Bu dönemde 4000’den fazla köy boşaltıldı; tarlası, merası, ormanı, hayvanı, evi yakılan Kürt köylüleri amansız bir devlet terörü eşliğinde göçe zorlandılar. 2000’li yıllarda ise bu zorunlu göç yerini, tarımın ve hayvancılığın yok edilmesi sebebiyle tüm geçim olanaklarından yoksun bırakılan milyonlarca Kürdün ekonomik nedenlerle büyük kentlere ve çoğunlukla da batıya göçüne bıraktı.
Kitlesel sürgünlerin temelini döşeyen Şark Islahat Planı, bölgede “tali memuriyetlere dahi Kürt memur tayin olunmamasını” da emrediyordu. Bölgede görev yapacak memurların, jandarma da dahil, en az üç yıl görev yapması, altı yıldan fazla aynı mevkide kalmaması ve maaşlarının yüzde 75 zamlı olması kuralı getiriliyordu. Daha sonra çeşitli raporlara da yansıdığı üzere, Kürt memurlar açık açık düşman ajanlar olarak görülüyor ve güvenilmez bulunuyorlardı. Bu nedenle de Kürtlere bölgede görev yaptırmama politikası birkaç onyıl boyunca sürdürüldü. Uygulamanın bu noktası daha sonra terk edildiyse de, diğer unsurlarının çeşitli biçimlerde günümüze kadar devam ettirildiği görülmektedir.
On ikinci maddesi Kürtlerin silahsızlandırılmasını ve ruhsatsız silah bulunduranların sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmalarına hükmeden Şark Islahat Planı, bölgede hükümet binalarının ve jandarma karakollarının süratle inşa edilmesini, bölgedeki tüm yolların inşaat programının Umumi Müfettişlik tarafından düzenlenmesinin zorunluluğunu vurguluyordu (ilerleyen yıllarda askeri inşaatlarda Kürt köylüler kadınlar da dahil olmak üzere kamçı altında zorla çalıştırılacaklardı). Şark treninin bölgeye mümkün olan en kısa zamanda ulaşmasının sağlanmasına yapılan vurgudaki amaç da tıpkı yeni yol inşatlarında olduğu gibi bölgeye asker sevkıyatını kolaylaştırmaktı. Plan, bölgeye “ecnebi şahıs ve kurumların” hükümetin izni olmaksızın girmesini ve yerleşmesini de yasaklıyordu.
Planın asimilasyona yönelik en çarpıcı maddeleri ise 13, 14, 16 ve 17. maddeleri idi. Bu maddeler, bölgedeki vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurumlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe dışında bir dil kullanmayı yasaklıyordu. Kullananların hükümete ve belediyeye muhalefet ve mukavemetten cezalandırılacaklarını söylüyordu. Kürtlerin ve Arapların ağırlıklı olduğu bölgelerde “Türk Ocakları ve mektepler açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak [gösterilerek] mükemmel kız mektepleri tesis ve kızları mekteplere rağbetlerinin suveri adide ile [fazla miktarda] temini lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen [acil olarak] leyli iptidailer [yatılı ilkokullar] açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır” deniyor ve bu noktada Dersim’e özel bir vurgu yapılıyordu.
Üstelik Kürtçe konuşma yasağı sadece Kürt illerini kapsamıyor, Fırat’ın batısını da içine alıyordu. Şöyle diyordu 16. madde: “Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.”
TC egemenleri, Kürtlere kimliklerini unutturmanın birincil şartının bu halka anadilini unutturmak olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Bunun için Kürt kadınlarına Türkçe öğretilmesi ve yeni doğan Kürt kuşakların asimile edilmesinin kolaylaştırılması bakımından bunların analarının dillerinin değiştirilmesi kritik önem taşıyordu. Ulusal bilincin en önemli aracının anadil olduğunun farkında olan Kemalist rejim, Türkçe dışındaki dilleri zor yoluyla yasaklarken, çok geçmeden “Kürt” sözcüğünü de tedavülden kaldıracaktı. Bu planda dahi “aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan” ya da “aslen Türk olup Kürtlüğe benzemek üzere olan” gibi ifadelere yer verilmeye başlanmıştı ve ilerleyen süreçte Kürt lafının bu kadarıyla bile kullanılmamasına özen gösterilmeye çalışılacaktı.
(devam edecek)
[1] İttihat ve Terakki döneminde çıkarılan Tehcir Kanununun 12. maddesi şöyleydi: “Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir. Kürt mültecileri yerlerine geri gönderilmeyecektir.” (akt. Berna Akçura, Devletin Kürt Filmi, Ayraç Yay.)
[2] akt. İsmail Beşikçi, Bilim-Resmi İdeoloji Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Alan Yay., s.71
[3] akt. Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay., 1993, s.526
[4] Şeyh Sait isyanının ardından başlayan katliam dalgasından kurtulup yurtdışına çıkan Kürt aydınları, 20 Mayıs 1926’da dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdikleri bir mektupta, kan dökülmesinden yana olmadıkları halde, saldırılar karşısında Kürt halkını savunmak için “Şubat 1925 İhtilaline” (Şeyh Sait isyanı) mecbur kaldıklarını belirterek şunları söylüyorlardı:
“Ne yapalım ki, bıçak kemiğe dayandı, acı gerçek dolayısıyla Şubat 1925 İhtilalini yapmakla milletimizi savunmaya mecbur kaldık. İhtilalde yer alan kişilerin, nefis savunması ya da kişisel çıkarlar için değil; Türk ve Kürt milletinin karşılıklı haklarına saygılı olmak kutsal idealleri uğruna hareket ettiklerine lütfen inanınız. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde yeni esasları belirlenen Teşkilat-ı Esasiye Kanunnamesi’nde (Anayasa) Türk ve Kürt milletlerinin ulusal sınırları içinde hür ve serbest yaşayacaklarına ve birbirlerinin haklarına karşılıklı saygılı olacaklarına dair açık bir madde yok mudur? İşte İhtilalciler onu, Türk milletinin liderlerinin Kürtlüğe reva gördüğü medeni ve milli hakları istemek ve savunmak amacındadırlar.” (akt. Mehmet Bayrak, age, s.494-495)
[5] Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar başlıklı kitabın Şeyh Sait isyanı kısmında bir yandan bu ayaklanma şeyhlerin, ağaların öncülüğündeki silahlı bir irtica hareketi olarak nitelenirken, öte yandan Kürtler süzme ırkçı söylemlerle aşağılanıyor. Cumhuriyet öncesi döneme gidilerek yapılan “tespit”lerde şunlar söyleniyor: “… Tanzimatın ve Meşrutiyetin, Kürtlerin yaşayışı üzerinde yapacağı değişiklik, doğrudan doğruya ağa, bey, reis, şeyh ve hocaların bu ilkel sürüler üzerindeki nüfuzlarını kıracak nitelikte idi. İnsanlığı bile idrak etmemiş bu kitleye ise, Kürtlük telkin etmeye imkân yoktu. Bu kitle varlığının manasını bir avuç gulgul (bir nevi darı) ve bir avuç arpa yemekten ibaret zanneder, cumhuriyet nedir, yaşadığı dağın arkasında ne vardır, bilmez ve bilmek de istemezdi. Hemen hemen hepsi bu bilgilerden yoksun bu kitleyi tahrik için, propagandayı din yönünden yapmak lâzımdı. Gerçekte de öyle oldu.” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-1, Kaynak Yay., 1992, s.115)
link: İlkay Meriç, Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları, Ekim 2011, https://en.marksist.net/node/2778