Yüz yıldan uzun bir süre önce, Alman işçi sınıfının devrimci önderlerinden Rosa Luxemburg, kapitalist toplumun insanlığı bir batağa doğru sürüklemekte olduğunu belirterek, insanlığın önünde “ya sosyalizm ya da barbarlık” olarak şekillenen bir ikilem olduğunu söylemişti. Kapitalizmin emperyalizm çağına henüz ayak bastığı bir dönemde tespit edilen bu ikilem, bugün tüm ağırlığıyla insanlığın karşısına dikilmiş bulunuyor. Barbarlık, yalnızca geleceğimizi tehdit eden bir olgu olarak değil, birçok görünüm ve ipuçlarıyla bugünümüzü de zehreden bir olgu olarak giderek yükseliyor.
Kapitalizm insanlığı bir yıkımın eşiğine getirmiştir ve bu yıkım ve yok oluştan kurtulmanın ön koşulunun kapitalist düzeni yerle bir etmek olduğu çırılçıplak ortadadır. Ekonomik yıkım, siyasal kokuşmuşluk, toplumsal yozlaşma, manevi çöküntü, cinsel istismar, ulusal, etnik ve dinsel ayrımcılık, askeri vahşet ve çevrenin tahribatı gibi olguların en azından birinden şikâyetçi olmayan tek bir kişi bile bulmak mümkün değildir. Ne var ki bu yıkıcı olgulardan samimi olarak şikâyetçi olan herkesin kavraması gereken ilk ve en önemli gerçek, tüm bu olguların birbirleriyle içsel bir bağlantıya sahip olduğu ve hepsinin de temelinde kapitalist sömürü sisteminin yattığı gerçeğidir. Bu sömürü sistemi işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yerle bir edilmezse, söz konusu olgular giderek daha da can yakıcı hale gelecek ve kapitalist sistem eninde sonunda insanlığı eşiğinde bulunduğu yok oluş uçurumuna itiverecektir.
Kapitalist yıkım süreci ilerliyor
Kapitalist sistemin çürümüşlüğünü hiç kuşkusuz en başta insanlığın büyük bölümünü sürüklediği açlık, yoksulluk, işsizlik ve sefalet koşullarında saptamak mümkün. Açlık sorunu, dünyanın en büyük kapitalist ekonomisine sahip olan “hayaller ülkesi” ABD’de bile can yakan boyutlardadır. 2005-2007 yılları arasındaki verilere dayanarak yapılan bir araştırma, ABD’nin 11 eyaletinde 5 yaş altındaki çocukların yüzde 20’sinden fazlasının aç kalma riskiyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Bu gerçekliği, tesadüfî ve arızi bir olgu olarak gösterdikleri ekonomik krize bağlayarak kapitalist sistemi aklamaya çalışanlar açıkça yalan söylüyorlar. Çünkü ABD Tarım Bakanlığının verilerine göre, ekonominin yükselişte olduğu bir önceki dönemde bile, ABD’deki ailelerin yüzde 11’i asgari gıda gereksinimini karşılayamayacak durumdaydı. Benzer bir olguyu dünyanın en büyük bankacılık merkezlerinden biri olan İsviçre için de söylemek mümkün; bu ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan 1 milyon kişi açlık sınırında!
Kuşkusuz geri ülkelerde durum daha da feci. Birleşmiş Milletler’in yayınladığı bir raporda, geri ülkelerde yarıdan fazlası çocuklar olmak üzere 900 milyondan fazla kişinin açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Kapitalist ekonominin normal dönemlerinde bile bu sayıya her yıl 5 milyon kişi daha ekleniyor. Dünya nüfusunun yarısının, yani 3 milyardan fazla insanın günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insanın da 1 dolardan daha düşük bir gelirle yaşam savaşı verdiği dünyamızda, bilinen bir başka gerçek de, her gün 18 binden fazlası çocuk olmak üzere toplam 25 bin kişinin açlıktan öldüğüdür. Diğer bir deyişle, siz bu satırı okuyup bitirdiğinizde iki çocuk daha açlıktan ölmüş olacak! Bu utanç tablosunun üstünü örtmek için girişilen “kurtarma” programlarına çeşitli burjuva devletler anlamlı fonlar akıttıklarını söylüyorlar. Örneğin geri ülkelerdeki açlığı “gidermek” için kurulan gıda programına, burjuva devletler 219 milyon dolarlık yardım yapmışlar. Oysa yalnızca silahlanma harcamalarına her yıl dünya çapında 1,5 trilyon dolar ayrılmaktadır! Bir başka deyişle, aç çocukları doyurmak için ayrılan her 1 dolara karşılık yaklaşık 8 bin dolarlık askeri harcama yapılmaktadır!
En ileri ülkeler de dâhil olmak üzere tüm dünyada işsizlik kapitalist krizin daha da kamçılamasıyla tırmanışa geçmiş durumda. Türkiye’de de geçtiğimiz günlerde açıklanan resmi rakamlara göre Şubat ayında işsizlik oranı yüzde 16,1’e yükselerek bir kez daha tarihi bir rekor kırdı. Bu oran tarım dışı kesimde yüzde 19,8’e, genç nüfusta yüzde 28,6’ya ulaşıyor. Neredeyse her üç gençten biri işsiz, o da resmi rakamlara göre! Burjuva iktisatçılara göre işsizlik kuru rakamlardan ibaret. Oysa yaşamını çalışarak üretmek zorunda olan milyarlarca işçi açısından çalışmak yaşamın ta kendisiyken, işsizlik eğer açlıktan ölmek anlamına gelmemişse bile, en iyi durumda, kişinin psikolojik ve fizyolojik hastalıklara yakalanması, insani saygınlığından mahrum bırakılması, toplumdan dışlanması, yaşamının boş ve anlamsız hale gelmesi demektir.[1] İşsizlik, kapitalist sistemin insanlığa karşı işlediği bir suçtur.
Yoksulluk, yoksunluk, açlık ve işsizlik çığ gibi büyürken, kapitalist dünyanın adaletsizliği ve eşitsizliği de aynı şekilde katlanarak artıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün yaptığı açıklamada, dünyanın en yoksul yüzde 20’siyle en zengin yüzde 20’si arasındaki uçurumun, son 40 yılda iki kat derinleştiği vurgulanıyor. Bu uçurum kendisini sağlık alanında da çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Bilimin sunduğu tüm olanaklara rağmen, insanlığın üçte ikisi barbarca yaşam koşullarıyla boğuşuyor. Yeni tedavi yöntemleri ve önleyici tıp hizmetleri aracılığıyla insan ömrünü uzatmak son derece mümkünken, tüm dünyada emekçi kitleler giderek daha kalitesiz ve üstelik de kısalan bir yaşama mahkûm oluyorlar. İshal ve kızamık gibi önlenmesi de tedavisi de son derece basit hastalıklardan ötürü her yıl 7 milyona yakın çocuk ölüyor. Her yıl yarım milyon kadın doğum sırasında hayatını kaybediyor, çeyrek milyon kadın da düşük nedeniyle ölüyor. Tüm bu katliam tablosuna rağmen en ileri ülkelerden en geri olanlarına dek tüm ülkelerin burjuva sınıfları sağlık hizmetlerine devlet bütçesinden giderek daha az pay ayırmak ve dahası bu hizmeti paralı hale getirmek için türlü dolaplar çevirmekten geri durmuyorlar.
Bu tabloya, doğanın kapitalistler tarafından hoyratça tüketilişini de eklemeliyiz. Susuzluktan kırılan milyonlarca insanın yanı sıra, her yıl hava kirliliğinden 2 milyon insan yaşamını yitiriyor. Dizginsiz kapitalist kâr hırsı, insan emeğini hoyratça sömürürken, katı, sıvı ve gaz atıklarla doğal çevreyi yaşanması imkânsız bir çöplüğe çeviriyor. Tatlı su kaynakları, nehirler ve göller kullanılamaz hale gelirken, dünyanın akciğeri olarak adlandırılan yağmur ormanlarının her yıl yaklaşık seksen bin kilometrekaresi (Türkiye’nin onda birinden fazlası) yok ediliyor. Sera gazları salımının denetim altına alınmaması iklim değişikliklerini kamçılıyor. Atmosfer ve okyanuslar giderek daha fazla ısınıyor ve buzullar yok oluyor. Sonuç, giderek sayıca ve şiddetçe artan fırtınalar, kasırgalar, kuraklıklar, sel baskınları, toprak kaymaları vb. Burjuvazi kapitalizm eliyle yaratılan bu felâketlere “doğal” adını takıp işin içinden çıkmaya çalışıyor; oysa bu tür “doğal” afetlerin sayısının son 30 yılda 4 kat arttığı, uluslararası burjuva kurumlar tarafından bile itiraf ediliyor. Doğanın dengesi giderek bozulurken insanın yanı sıra diğer canlı türleri de kapitalist ekonomiye kurban gidiyorlar. Omurgalılardaki tür çeşitliliği 1970 ilâ 2003 yılları arasında üçte bir oranında azalmış durumda; “dünyamız dinozorların yok oluşundan sonra en büyük tür tükenişini yaşıyor” açıklamasında bulunuyor Dünya Doğayı Koruma Vakfı.
Bu dehşet manzarasını, giderek derinleşen ekonomik krizler, artan anti-demokratik uygulamalar, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, karşı-devrimci terör ve nihayet emperyalist savaşlar tamamlıyor. Tüm dünyada siyasal özgürlükler giderek daha da sınırlandırılarak polis devleti tahkim ediliyor, faşizan uygulamalar yaygınlaştırılıyor. İnsanlık parlak, müreffeh ve özgürlük dolu bir gelecek umudundan tümüyle yüz çevirmeye çağrılıyor; en gelişmiş teknolojilerin kullanıldığı, yapay zekâların ve insansı robotların geliştirildiği ama yine de karanlık ve barbarca bir geleceği işleyen film ve diziler bu amaca hizmet ediyor. Kapitalist sistemin yabancılaştırdığı, kapitalist ekonomik krizlerin hastalaştırdığı, yoksulluk ve yoksunluğun suça ittiği insanlık, burjuvalar eliyle büyük kıyımlara, emperyalist yıkım savaşlarına ve barbarca bir geleceğe psikolojik olarak da hazır hale getirilmeye çalışılıyor: Gün geçmiyor ki toplum yeni “tehdit”lere karşı uyanık olmaya çağrılmasın. Virüslerden “teröristlere”, homoseksüellerden kapkaççılara kadar genişleyen bir tehditler yelpazesiyle gözü korkutulan insanlar, artan polisiye uygulamalara çok daha rahatlıkla boyun eğen uysal robotlara çevrilmek isteniyor. Yaratılan toplumsal paranoya her türlü devlet baskısını meşrulaştırmayı son derece kolaylaştırıyor.
Kapitalist nevrotik toplumlar
Doğanın ve insan emeğinin insafsızca sömürüldüğü bir nesnel zeminde, “suç”un artması, hapishanelerin dolup taşması, insanlığın yaratıcı gücünün saçma sapan ve müsrif kanallara akıtılması, ahlâki çöküşün yaygınlaşması, sanat ve edebiyata tam bir cansızlık ve kısırlığın damgasını vurması kaçınılmazdır. Kapitalizmin insanlara mutluluk ve güven vermediği ve bu durumun sistem bunadıkça daha da ilerlediği aşikârdır. Dahası bu durum son sistem kriziyle birlikte daha da kuvvetlenmekte, tüm belirtileri daha da şiddetli hale gelmektedir. Böylesi bir ortamın, örgütsüzlük koşullarında, insanlarda çaresizlik-çıkışsızlık hissini güçlendirmesi kaçınılmazdır. Tıpkı bireylerin çeşitli ruhsal hastalıkların pençesinde kıvranıp acı çekmesi gibi, toplum da aynı şekilde hastalanıp çeşitli travmaların etkisi altında sağlıksız bir ruhsal görüntü sergileyebilir. Bugün bir bütün olarak kapitalist dünyanın sergilediği semptomlar aslında böylesi bir ruhsal bozukluğun varlığının su götürmez kanıtlarıdırlar. Kapitalizmin çürüme ve çöküş çağında, yani emperyalizm çağında yaşıyoruz. Ve bu çağda bir ülke kapitalist gelişme yolunda ne denli ilerlemişse, gerek o toplumun bütününde gerekse de o toplumu oluşturan bireylerde bu nesnel çürüme ve çöküşün yansımaları kendisini o denli belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır.
Kapitalist dünyanın bir parçası olan Türkiye’ye baktığımızda da, hiç de daha az vahim bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Dahası kapitalizmin çürütücü ve nevrotik etkisinin üzerine bir de bu ülkenin özgün geçmişi ve dinamikleri eklenmiş durumda. Bir parantez açıp, kısaca buna değinelim. Kapitalist dünya çürümeye başlamışken kapitalistleşen bu toplum, onun yükseliş çağındaki değerlerinin değil, doğrudan çürüme çağındaki gericiliğinin basıncı altında bir yol bulmaya çalıştı kendisine. Birkaç yüzyıl içerisinde, göçebelikten Asyatik despotik bir topluma, oradan da dünya çapında yürüyen devasa çalkantıların eşliğinde hızla kapitalizme transfer olan bu toplum, en ilkel ilişki ve davranış biçimleriyle en modern ilişki ve davranış biçimlerini bir arada, aynı zaman ve mekânda yaşamak durumunda kaldı, kalıyor. Kırk ilâ elli yıllık bir dönem içerisinde, toplumun bir kesimi “Hititlerden kalan tarım yöntemleriyle” hayatta kalmaya çalışırken, diğer bir kesimi kentlere savrularak en modern kapitalist ilişkilerin içerisinde var olma savaşımı vermek zorundaydı. Toplumun bütününde muazzam bir travma, bir şok anlamına gelen bu gelişme, egemen sınıfın bilinç ve psikolojisini de kaçınılmaz olarak belirlemiş durumdadır. Bir “cihan imparatorluğu”ndan geriye kalan “küçük toprak parçası”nı da kaybetmemek adına, bu ülkenin egemenleri paranoid şizofrenin belirtilerini gösterirken, tüm toplumu da bu paranoyanın esiri ve kurbanı haline getirmekten geri durmadılar. Egemen sınıfın resmi milliyetçi söylemine her daim birtakım görünür ve görünmez düşmanlar damgasını vurdu. Daha çocukluklarından yirmili yaşların başlarına dek insanlar, gerek okullarda gerekse de kışlalarda sürekli olarak bu paranoyayla ve üstelik de despotik devlet baskısı altında, bir sürü, bir tebaa, bir uyruk olarak yetiştirildiler. Başında askeri-sivil bürokrasinin bulunduğu egemen sınıf, toplumu egemenliği altında tutabilmek için, onu sürekli olarak saplantı ve korkularla besledi; her olumsuzluğun arkasında kimi zaman Ermeniler, kimi zaman Rumlar, kimi zaman şeriatçılar, kimi zaman Aleviler ve her zaman ise Kürtler ve komünistler vardı! Faşist terör, linç girişimleri, kitle katliamları, soykırımlar, tehcirler, askeri darbeler vb. hep bu yapay korkularla meşrulaştırıldı.
İçinde yaşadığımız kapitalist toplum nevrotik bir toplumdur. Konuyla ilgili bir rapor Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında insanların akıl sağlığı bakımından en sorunlu ülke olduğuna işaret etmektedir. Türkiye’de ruhsal bozukluk ve hastalıklardan muzdarip olanların oranı yüzde 24’tür. Yani her dört kişiden birinde tanı konulabilir bir psikiyatrik rahatsızlık vardır. Büyük kentlerde bu oranın daha da yüksek olduğunu tahmin edebiliriz. Dünyada da durum farklı değil; Dünya Sağlık Örgütünün araştırmalarına göre, psikiyatrik hastalıkların yarattığı işgücü kaybı, çok sık rastlanan fizyolojik hastalıkların yarattığı kayıptan beş kat daha fazladır! Kapitalist dünyanın bütünü ama özellikle de en ileri kapitalist ülkeler, bugün kimilerince çok da yerinde bir şekilde, “prozac toplumu”[2] olarak tanımlanıyor. Bir yanda çağın hastalıklarından biri olarak gösterilen depresyon tüm toplumu pençesine alırken, diğer yandan bu durum, artan cinayetlerde, intihar vakalarında, tecavüzlerde, şiddetin tırmanışında, akıl almaz vahşet olaylarında, katliam girişimlerinde kendisini dışa vuruyor. Toplu şiddet, vahşet ve katliam anlamına gelen emperyalist savaşları bir tarafa bıraktığımızda bile, kapitalizmin insanlıktan çıkartan çirkin yüzünü bireysel şiddetin devasa tırmanışında görmek mümkün. Tarihin sonunun geldiğini ilan ederek zaferini haykıran kapitalizmin insanlığı manevi olarak getirdiği nokta, vaat ettiği insan modeli işte budur!
Mistisizm bilime de sızıyor
“Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için başvurulan eski hurafeleri getirdi.”[3]
2000’li yılların başından itibaren geçmişe kıyasla daha şiddetlenen kapitalist krizler bugün artık bir sistem krizi şeklinde olgunlaşmış bulunuyor. Bu kriz, kendi yansımasını dile getirdiğimiz ağır toplumsal, iktisadi ve psikolojik olgularda bulduğu gibi, en genel anlamda ideolojinin krizinde de somutlanıyor. Daha düne kadar kapitalizmin tarihsel zaferinden, liberal düşüncenin üstünlüğünden bahseden kibirli böbürlenmelerin yerinde yeller esiyor. Bu ideolojik kriz, siyasi partilerde, din kurumlarında, ahlâkta, bilimde ve felsefede de kendisini gösteriyor. Kapitalist çürümüşlüğün ve onun tarihsel iflasının dolaylı ama çarpıcı görünümlerinden biri de, bilim ve felsefe alanında dinsel, mistik, akıldışı eğilimlerin genel olarak güç kazanması, daha doğrusu bu eğilimlerin burjuvazi tarafından artan ölçüde körüklenmesidir.
Kapitalizmin yarattığı her türlü güvensizlik ve güvencesizlik ortamında kendilerini çaresiz hisseden örgütsüz emekçi yığınlar, bu maddi dünyadan giderek umutlarını keserek, mistik ve dinî eğilimlere kayıyorlar. Maddi dünyanın sıkıntılarını ve çektikleri acıyı azaltmak için din afyonuna sarılıyorlar. Öte yandan burjuvazi, bir proleter devrim tehdidinin önünü kesmek için, kitlelerde geleceğe dair umutları hepten söndüren, geleceğin belirsizlikten başka bir şey olmadığı ve hatta gelecek diye bir şeyin olmadığını dillendiren felsefi mistik düşüncelerin önünü açtıkça açıyor. Bilim, felsefe ve sanat alanında bilinemezci, belirsizlikçi, karamsar, mistik ve dinî eğilimlerin hüküm sürmesi burjuvazinin bu korkusundan kaynaklanıyor. Bu açıdan bakıldığında, Roma İmparatorluğunun çöküş döneminde yaşananlarla şaşırtıcı benzerlik dikkat çekicidir. Benzer şekilde, çöküş sürecindeki Çarlık Rusya’sında, bir köyden çıkıp gelen ve mistik yönleriyle Çarlık ailesi başta olmak üzere tüm saray görevlilerini avucunun içine alan Rasputin örneği de hatırlanabilir.
Dini inançların, mistisizmin ve hurafelerin yayılışı, toplumun bir açmaza sürüklendiğinin en canlı ve inkâr edilemez belirtilerinden birisidir. Tüm dünyada dinî eğilimler çelişkili bir tarzda ve mistik kılıflara da bürünerek güçleniyor ve körükleniyor. Kilisenin kirli çamaşırlarının artık inkâr edilemez biçimde gün ışığına çıktığı Hıristiyan dünyasında, bu eğilim kendisini daha çok sayıları inanılmaz ölçüde artan Kilise dışı tarikatlarda ve mistik topluluklarda bulurken, Müslüman dünyasında da hem cami hem de cemaatler artan bir ilgiye mazhar oluyor. İslam, Hıristiyanlık, Musevilik, Hinduizm ve Budizm sayısız mezhep ve tarikata bölünmüş durumdadır. Bunlardan bazıları milyonları bağrında toplarken, bazıları tek bir kentte ve hatta tek bir kasabada yoğunlaşmış olabiliyor. Öte yandan her gün bunlara çok daha küçük yeni mistik tarikatlar ekleniyor, bunların bir kısmı kendisini herhangi bir dine bağımlı olarak bile ifade etmiyor. Bunlardan bir kısmı UFO’lara, dünya dışı varlıklara vb. tapınırken, bir kısmı toplu intihar partileri düzenliyor, sözde insanları günahlarından kurtarmak için büyük kentlerde katliam girişimlerinde bulunuyorlar. Bir başka deyişle burjuvazi kendi elleriyle şizofrenik bir toplum yaratmaya girişmiştir.
Bu arada bu dinî ya da mistik tarikatların aslında nasıl bir maddi çıkar ağını temsil ettiğini de vurgulayalım. Yasal bir statüsü olan ve vergi ödeyen yüz binlerce bağımsız vaiz, medyum, astrolog vesaireyi de bu tabloya eklemek gerek. Medyumlara, astrologlara, falcı ve büyücülere yalnızca eğitimsiz cahillerin itibar ettiğini düşünenler fena halde yanılıyorlar. ABD başkanlarından, SSCB sonrasındaki Rus devlet başkanlarına kadar birçok ismin, özel falcı ve astrologları olduğunu biliyoruz; Reagan, Bushlar ve Yeltsin tipik birer örnektirler. Benzer şekilde bu ülkede de Özalların aile falcıları ve medyumlarıyla ilgili sayısız hikâye mevcuttur. Ortalıkta “ünlülerin medyumu” olarak caka satan yüzlerce şarlatan, bakanlardan milletvekillerine, sanatçılardan profesörlere uzanan geniş müşteri yelpazeleriyle servetlerine servet katmaya devam ediyorlar. Aklın, bilimin ve “laikliğin” bayraktarı kesilenlerin de bu mistik dünyayla ne denli içli dışlı olabildiklerinin çarpıcı bir örneği olarak Kemalist darbeci CHP milletvekili Nur Serter’i anmakta fayda var: “Milliyetçilik damarı hayli gelişmiş olan bu ‘bilim’ kadını, 1980’li yıllarda da Beyti Dost olarak anılan reenkarnasyoncu bir grubun ‘Sevgi Dünyası’ adlı yayın organında uzun bir süre boyunca yazılar kaleme almış. UFO’ların ‘4. düzen varlıkları’ olduğunu, dünyayı korumak için görevlendirildiklerini, bu görevin de Beyti Dost tarafından verildiğini savunan grubun ruh çağırma seanslarında epeyce bir vakit geçiren Serter, kendi anlatımına göre, doçentlik tezine karşı çıkan jürinin tutumunu da bu grubun etkisiyle aşmış.”[4]
Mistik ve dinî eğilimler bilim alanında da etkisini çok güçlü bir biçimde hissettirebiliyor. Başka türlü de olamazdı, çünkü tüm diğer toplumsal faaliyetler gibi bilim de, toplumun sınıfsal yapısından, burjuva ideolojisinden bağımsız değildir. Tüm insanlar gibi bilimadamlarının da ele aldıkları sorunlar ve ürettikleri çözümler, içinde yaşadıkları entelektüel, ideolojik ve maddi koşullar tarafından şartlandırılır. Burjuva sistemin kendilerine sunduğu muazzam fonların sağladığı ayrıcalıkların maddi basıncı, onları da egemen fikirler, yaygın felsefi inanışlar, hâkim politik eğilim ve önyargılar karşısında savunmasız bırakır. Politikaya ya da felsefeye ilgisiz olduklarını açıklamaları, en iyi durumda, aslında egemen sınıfın ideolojisinin kurbanı ve gönülsüz taşıyıcıları oldukları anlamına gelir. Demek ki, bilim, ne sınıflar üstü ve ne de mutlak doğruları ortaya koyan bir faaliyet olarak algılanabilir. Burjuvazi bir taraftan her türlü sınıfsal çıkarını sözde bilimsel verilerle örtülendirip bilimi bir dogma, sorgusuz sualsiz itaat edilmesi gereken bir din haline getiriyor, diğer taraftan da dinî ve mistik inançları bilim alanında hâkim kılmak üzere kesintisiz bir faaliyet yürütüyor. Biyolojiden kuantum fiziği ve evrenbilime (kozmoloji) dek birçok alanda mistisizm ve dinî inançlar almış başını yürümüştür.
Bunun temelde birbiriyle bağlantılı ve birbirini besleyen iki nedeni bulunmaktadır: Birincisi, bu durum burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını yansıtmakta ve onun tarafından körüklenmektedir. Materyalist felsefeyi savunan bilimadamları türlü mekanizmalarla dışlanmakta, idealist yaratılışçı mistik “bilim adamları” el üstünde tutulmakta, ödüllendirilmekte ve önleri açılmaktadır. İkincisi, işbölümü ve uzmanlaşmanın akla zarar ölçülerde detaylandırılmasından kaynaklı olarak, felsefe, düşünme ve akıl yürütme yöntemleri konusunda doğa bilimcilerin acınası cehaletleridir. Engels, Anti-Dühring’de, doğa ve tarih bilimlerinin ilerlemesiyle birlikte eski spekülatif felsefenin artık son bulduğunu, felsefeden geriye kalan tek şeyin, düşünce ve düşünce yasalarının bilimi yani biçimsel mantık ve diyalektik olduğunu söylemişti. Geriye kalan her şey, “artık pozitif doğa ve tarih bilimi alanı içine girer” diyordu. Bilimciler, doğa ve tarih hakkında düşünmeye o denli dar ve köreltici bir şekilde odaklanmış durumdalar ki, bizzat düşüncenin kendisi ve düşünce yasaları üzerine düşünmeyi hepten unutmuş, dahası bunu büyük bir kibirle açıkça küçümsemiştirler. Bu koşullarda detaycı ve köreltici bir uzmanlaşma, indirgemecilik, bilimin teorik ve deneysel yönleri arasındaki bağın tümüyle kopartılması, en mistik, bilim ve akıldışı sonuçları beraberinde getirmektedir.
Bunun örneklerini, özellikle biyoloji alanında ve evrim konusunda görmek mümkündür. Doğanın evrimi konusunda bugün gerçekte yasa katına ulaşmış bulunan görüşler, bıraktık liseleri, çeşitli üniversitelerin biyoloji bölümlerinde bile şu ya da bu bahanelerle müfredat dışı bırakılabiliyor. Bu konularda araştırma yapmak isteyenlerin önü türlü yöntemlerle kesilirken, yaratılışçı dinci görüşlerin yaygınlaştırılması, müfredatlara bilimsel bir görüş olarak sokulması vb. için türlü dernek ve vakıflara milyarlar su gibi akıtılıyor. Benzer bir olguyu genetik alanında da görmekteyiz. Milyarlarca dolarlık fonlar, gerici ve ırkçı düşüncelere sözde kanıt bulmak için harcanmaktadır; gerici genetikçilere kalırsa, suçun nedeni toplumsal koşullar değil “suç geni”dir, siyahlar ayrımcılıktan ötürü değil genetik yapılarından dolayı dezavantajlıdırlar, yoksulluk, evlilik dışı çocuk sahibi olma, homoseksüellik gibi olgular genetik bir bozukluğun sonucudurlar vs.
Evrenbilim ve kuantum fiziği alanında da tam bir diyalektik fukaralığı kendisini hissettiriyor. Bu alanlarda çalışma yürüten bilimcilerin çoğunluğu, ister bilinçli olarak isterse de diyalektik bakış açısının yoksunluğundan ötürü bilinçsiz olarak, en uç mistik ve idealist yorumların peygamberliğine soyunuyorlar. Kimileri evrenin hiçlikten büyük bir patlamayla yaratıldığını iddia ediyor ve yine büyük çöküşle yok olup hiçliğe geri dönüleceğini söylüyorlar; evrenin yaşını saptamaya kalkıyorlar, sonra da saptadıkları yaştan çok daha yaşlı yıldızları keşfedip şaşırıp kalıyorlar. Kimileri kâğıt üstündeki hesapları tutmayınca “karanlık madde” diye bir şeyin olması gerektiğini ilan edip onun peşine düşüyorlar, tıpkı bir zamanlar “eter” diye bir şeyin varlığına inanıp onu arayanlar gibi. Bazıları gizemli ve her şeyi yutan, hiçbir şeyin kaçıp kurtulamayacağı “kara delikleri” kâğıt üstünde icat edip, gözlemle saptanan her yoğun gökcismini “işte bulduk onu” diye kutsamaya girişiyor, ardından da bu cismin bazı şeyleri de kustuğunu saptayıp bu gerçeği hasıraltı ediyorlar.
Makro evren düzeydeki bu mistik ve mitolojik öyküler, mikro evren düzeyinde de hükmünü icra ediyor. Maddenin derinlerinde araştırmaya girişen kuantum fizikçileri, kafalarındaki “nihai parçacık” tasavvurunun ne denli bilim dışı olduğunu itiraf etmek yerine, her defasında bu kez bulacağız diyerek “tanrı parçacığı”nı aramaya devam ediyorlar. Buldukları “nihai” parçacığın önündeki tapınma ritüelleri ise ancak bir sonraki daha kapsamlı deneyin başlatılmasına kadar sürebiliyor. Beri yandan evrenin sonsuzluğu ve değişkenliği karşısında insanın bilgi sürecinin bir sonu olabilirmiş gibi, “her şeyin teorisi” adlı bir teori bulmak üzere nafile çabaları görüyoruz. Bu tür çabaların ne denli akıldışı olduğunu anlamak için, ne milyarlarca dolarlık CERN deneylerine, ne de Hubble teleskopuna ihtiyacımız var. İnsanlığın birkaç bin yıllık düşünsel ve felsefi birikimine şöyle bir göz atmak, bu bakış açısının ne denli sakat olduğunu anlamak için yeter de artar bile. Tıpkı insan ilişkilerinde, tıpkı toplumda olduğu gibi doğada da, gerçekte “hep” ve “hiç”lere yer yoktur. Diyalektik, bize, mutlak diye bir şeyin olmadığını, şeylerin bir değişim, bir oluş ve yokoluş sürecinde olduğunu, hiçlikten ancak hiçliğin doğabileceğini, varlığın tümüyle yok olamayacağını ama dönüşeceğini, maddenin ve enerjinin bu sonsuz hareketin birer görünümü olduğunu ve ister mikro ister makro düzeyde bakılsın zamanda ve mekânda bir baş ve son olamayacağını öğretiyor.
Bilimin tarihinde hiçbir zaman mistisizmin ve dinî önyargıların etkisi bugünkü kadar ileri gitmemiştir. Oysa bilim alanındaki büyük sıçramaların önü, tam da bilimin kendisini dinden ayırdığı, gerçek dünyayı kendisine temel aldığı ve teori ile pratiği kaynaştırmaya başlamasıyla açılmıştı. Rönesansla başlayan bu atılıma kuşkusuz burjuvazinin sınıfsal ihtiyaçları zemin hazırlamış, tarihsel yükseliş ve iktidara yürüyüş sürecindeki burjuvazi, feodal mülkiyete olduğu kadar ortaçağ karanlığına, dine ve mistisizme karşı da savaş açmış, aklın ve bilimin bayraktarlığına soyunmuştu. Emperyalizm çağıyla birlikte bu olgu karşıtına dönüşmüş, ihtiyarlayan burjuvazi gericileşmeye başlamış ve tarihteki diğer egemen sınıflar gibi, iktidar koltuğu sallandıkça bilimin ve akılcı düşünüşün düşmanı haline gelerek mistisizmin ve hurafelerin destekçisi olmuştur. Demek ki dünyada hüküm süren akıldışılık hiçbir şekilde tesadüfî değildir; akıl, yerini akıldışılığa bırakmıştır çünkü burjuvazi ve onun sosyo-ekonomik sistemi artık bunamıştır.
Bunamış ve çökmekte olan bir sistemde yaşıyoruz. İnsanlık kontrol edemediği güçler tarafından yok oluşa sürükleniyor. Bu gidişe dur demenin tek yolu kapitalist sistemi yok etmekten geçiyor. İnsanlığın kurtuluşu, bu görevi yerine getirebilecek tek sınıf olan proletaryanın kendi siyasi egemenliğini kurmasına bağlıdır. Öz-örgütlülükleri temelinde iktidarını kuracak olan proletarya, insanların kendi yaşamları ve doğa üzerinde bilinçli bir denetim uyguladıkları akılcı bir sosyo-ekonomik sistemin temellerini atacak, yere düşen akıl ve bilim bayrağını bir kez daha göndere çekecek, özel mülkiyetin bilim ve teknolojiye vurduğu prangaları kırarak sınıfsız, sömürüsüz, özgürlük ve barış dolu bir dünyaya giden yolun kapılarını ardına kadar açacaktır.
[1] 1979’da yapılan bir araştırmada, işsiz sayısındaki yüzde 10’luk bir artışın, ölüm olaylarında yüzde 1,2’lik, kalp-damar hastalıklarında yüzde 1,7’lik, sirozda yüzde 1,3’lük bir artışa tekabül ettiği saptanmış. Ayrıca bu aynı gelişmenin, cinayet vakalarında yüzde 1,7, kriminal olaylarda ise yüzde 4’lük bir artışı doğurduğu saptanmış. Krizlerin derinliği arttıkça bu oranların daha da artacağına kesin gözüyle bakılabilir.
[2] Prozac, mutluluk verici anti-depresan ilaçların başında gelmektedir.
[3] Elif Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine -1, MT, no.23
[4] Selim Fuat, Onların Kadınları, Bizim Kadınlarımız, MT, no.27
link: Oktay Baran, Kapitalist Çürüme ve Akıldışılık, 1 Haziran 2009, https://en.marksist.net/node/2153
Emperyalist Savaşın Ateşi Pakistan’ı da Yakıyor
İstanbul’daki Yıkımların Düşündürdükleri