Gericiliğin galebe çaldığı bir dönemde, demokrat, sosyal demokrat, anarşist ve diğer “sol” kanat temsilcisi baylar, tıpkı korktukları zaman iki kat terleyen insanlar gibi, her zamankinden iki kat daha fazla ahlâk kokusu salgılarlar. … bu ahlâkçılar muzaffer gericilikten çok bu gericiliğin altında ezilen, “aşırılıkları” ve “ahlâkdışı” ilkeleriyle gericileri “kışkırtan” ve ona ahlâki bir haklılık veren devrimcilere seslenirler. Dahası gericilikten kaçınmak için basit ama kesin bir araç önerirler: sadece çalışıp çabalamak ve kendini ahlâki bakımdan ıslah etmek gerekir.
Troçki, Onların Ahlâkı ve Bizim Ahlâkımız
Geçen haftalarda, bir internet sitesinde, Filistin yönetiminin önde gelen isimlerinden birisi olan Hannan Ashrawi’nin[1] bir yazısı yayınlandı. Bir gazete röportajına dayanılarak hazırlanan yazıya şu başlık uygun görülmüş: “İsrail Şiddetine Ahlâk ile Cevap Vermeliyiz”. Yanlış okumadınız, Ashrawi gerçekten de şiddeti yok etmek için ahlâk kalkanlarını kuşanmayı salık veriyor işgal altında katledilen Filistin halkına:
“Zayıf tarafın şiddet kullanması hiçbir zaman üretken değildir, çünkü gerçek güç aygıtlarını elinde bulunduran zayıf değil güçlü olan taraftır. Silahlara ve askeri güce sahip olan güçlülerdir. İşte bu nedenle zayıf tarafın meşruiyete, ahlâka ve siyasi çözümlere itimat etmesi gerekir. Zayıfın en iyi stratejisi güç kullanımından kaçınmaktır çünkü ancak bu yolla militarizmin ve fiziksel gücün doğasındaki zayıflıkları açığa vurabilir.”
Gerçekten de, 1980’lerin başından bu yana gericiliğin üst üste zaferler kazandığı ve saldırılarını sürekli arttırdığı, buna paralel olarak da ahlâk salgılarının iki kat arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem, ABD’nin Afganistan’a ve ardından Irak’a girmesiyle doruğuna ermiştir ve şimdi de İran ve Suriye topun ağzındadır. Eşine bu yaygınlıkta az rastlanır bir emperyalist şiddet, tüm dünya emekçilerini tehdit ediyor ve bütün bunlara rağmen siyaset sahnesi, ahlâkın pis kokularına boğulmuş durumda. Ağzını açan, terörü lanetleyip bismillah çekerek lafına başlıyor. İrlanda, Bask, Filistin, Kürdistan gibi ulusal sorunların yaşandığı coğrafyalar, yıllardır devlet terörünün ve şiddetinin en acımasızına sahne oldular. Doğal olarak bu baskı, terör ve şiddet, karşı koyuşu da beraberinde getirdi. İşte ahlâkçılarımızı, rahat koltuklarında huzursuz eden şey budur. Çünkü onlar için şiddet, terör, ahlâk, meşruiyet gibi kavramlar, ya toptan karşı çıkılması ya da sorgusuz benimsenmesi gereken sınıflar üstü kavramlardır. Yaşananın bir savaş olduğu gerçeğiyse ikincil önemdedir. Bu beyefendi ve hanımefendiler, savaşın doğasını anlamaktan tümüyle uzak biçimde, “ama siviller ölüyor” diye sızlanırlar, “ama burada da fazla şiddet var” diye dövünürler. Tıpkı Ashrawi gibi:
“İntihar bombalamalarının kurbanları ayrım yapılmadan seçiliyor. Masum siviller de hedef olabiliyor. İsrail işgalci bir güç olsa da, sivilleri hedef almaktan kaçınmamız gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu İsrail'in bize uyguladığı ve bizim lanetlediğimiz yöntemlerden biri. Onlarla aynı araçları benimsememeliyiz ve sivillerin öldürülmesine izin vermemeliyiz. Asıl kurbanların biz olması bizim şiddet kullanmamızı ahlâki olarak haklı çıkarmaz.”
Onlara göre, tepesine füzeler yağdırılan, evleri başlarına yıkılan, çocukları sokak ortasında zevk için avlanan bu halklar, ezenlerin kendilerine uyguladıkları “ahlâkdışı” yöntemlere başvurmamalıdırlar! Meşruiyete (her neyse o), siyasi çözüme, ahlâka güvenmelidirler! Yani yanaklarına tokat atanlara öbür yanaklarını dönmelidirler! Çünkü şiddet kötü bir şeydir ve kurban olmak onu kullanmayı ahlâki olarak haklı çıkarmaz! İşte ezilen ulusun bir ezeni olarak, yani o birlik senin bu delegasyon benim boy gösteren bir burjuva entelektüel olarak Ashrawi’nin öğütledikleri bunlar. Yine diyor ki bu “saygın” bayan:
“Filistin’de işgal altındaki bir halk olarak kazandığımız deneyimler şunları gösterdi: şiddet kullanmadan direndikçe haklarımızı dile getirmeye, kurumsallaşmaya ve işgalin dayattığı gerçekliği reddetmeye daha fazla yoğunlaşıyoruz. İşgalin iflasını ne kadar gözler önüne serersek o kadar fazla destek topluyoruz. Onun yöntem ve taktiklerini benimsemeyi reddederek işgali basitçe etkisiz hale getirebiliriz. Bence ilk intifadanın ikincisinden daha başarılı olmasının esas nedeni çoğunlukla şiddete başvurmamasıydı.”
İşgalin iflasını gözler önüne sermek için şiddet kullanmadan direnelim diyen Ashrawi’ye göre bu da yeterli değildir; bu direniş sırasında kolektif güç de kullanılmamalıdır:
“Gerçekte ne olduğumuzu göstermeliyiz: işgal altında, büyük çoğunluğu silahsız olan bir halk. Bunu gerçekleştirmenin en etkili ve uygun yöntemi de, insanlığımızı, boyun eğmeyi ve kırılmayı reddettiğimizi ve kolektif güç kullanmadan direnişimizi göstermek olacaktır. Direniş saf askeri eylemciliğe indirgenemez. Son olarak intifada sırasında İsrail'in günlük yaşamlarımız üzerinde gücü olmadığını göstererek son pasif direnişi göstermiştik.”
Çünkü Ashrawi, burjuvazinin bir temsilcisi olarak çok iyi biliyor ki, düşmana karşı silahlı ve örgütlü (yani kolektif) bir direnişin hedefi yarın aniden değişebilir. Bu silahlar bugünün dost bilinenlerine de dönebilir. Ve okkanın altına İsrail burjuvazisiyle birlikte Filistin burjuvazisi de gidebilir. Üstelik kitleler dizginleri bir kez ele aldılar mı, burjuvazinin diplomasi masasında oynanan oyunları bir yumruk darbesiyle bozabilirler ve gerçek özgürlüğe, gerçek barışa, gerçek kurtuluşa giden yoldaki bu burjuva engelleri yıkıp geçebilirler. Egemen sınıfların kitlelerin örgütlülüğünden, kolektif silahlı gücünden ve devrimci şiddetinden ölümüne korkmalarının sebebi de budur. Bu nedenle “şiddetle” ahlâk tavsiye ederler.
Troçki, yanlış ve bir o kadar da debdebeli olan bu ahlâk vaazının “sınıfsal temeli entelektüel küçük burjuvazidir” der ve devam eder: “Siyasal temeli, yaklaşan gericilik karşısındaki güçsüzlükleri ve kafa karışıklıklarıdır. Psikolojik temeli ise, bir peygamber sakalı ardında gizlenerek kendi aşağılık duygularının üstesinden gelme çabalarıdır.”[2]
Aslına bakılırsa küçük-burjuvazinin çelişkili karakteri her alana olduğu gibi bu alana da yansımaktadır. Troçki’nin dediği gibi, öznel olarak ezilenlere sempati duyan küçük-burjuva ahlâkçılar, nesnel olarak egemen sınıfların ahlâk anlayışının tutsağıdırlar ve bunlar başkaldırının ahlâkını geliştirmede ezilenlere yardım etmek yerine onlara egemen sınıfın ahlâkını dayatmaya çalışırlar.[3]
Aslına bakılırsa küçük-burjuvazinin çelişkili karakteri her alana olduğu gibi bu alana da yansımaktadır. Troçki’nin dediği gibi, öznel olarak ezilenlere sempati duyan küçük-burjuva ahlâkçılar, nesnel olarak egemen sınıfların ahlâk anlayışının tutsağıdırlar ve bunlar başkaldırının ahlâkını geliştirmede ezilenlere yardım etmek yerine onlara egemen sınıfın ahlâkını dayatmaya çalışırlar.
Bunu yaparken en sık başvurdukları yöntem de, devrimin ve gericiliğin, ezenin ve ezilenin davranış biçimlerini özdeşleştirmektir. Tıpkı bugün ABD’nin, İsrail’in ve başta Türk devleti olmak üzere Kürtleri ezen tüm devletlerin uyguladığı her türlü şiddet eylemiyle (bombalamalar, öldürmeler vs.), Iraklıların, Filistinlilerin ve Kürtlerin uyguladıkları şiddet eylemlerinin özdeş tutulması gibi. Gericiliğin alabildiğine azgınlaştığı, emperyalist savaşı yeni ülkelere sıçratmak için fırsat kollandığı bir dönemden geçtiğimizi belirtmiştik. Henüz etkili bir devrimci işçi hareketinin kendini ortaya koyamadığı bu dönemde, bu küçük-burjuva ahlâkçılık, solun bir kesimini de etkisi altına almıştır. Bu aralar, şiddetin her türlüsünü olumsuz anlamda terör olarak damgalayıp tukaka ilan etmek bir moda salgınına dönüşmüş durumdadır. Oysa terör sözcüğü genel olarak şiddet anlamına gelir ve egemen sınıfın haksız terörü karşısında, işçi sınıfı ve emekçi kitleler devrimci zora, yani devrimci şiddete (teröre) başvurmaksızın egemenleri alt edemezler.
Reformizmin batağına batan bu sol, her ne kadar sistem karşıtı görünse de, burjuva meşruiyetine ve yasallığına tamamen teslim olup, tüm değer yargılarını bu prizmadan geçirerek şekillendirmiştir. Emperyalist savaşın adı, burjuvazinin yoğun çabaları sonucunda, “teröre karşı mücadele” olmuştur ve bu söylemin bu kadar yaygın kabul görmesinde reformistlerin payı sanıldığından çok daha büyüktür.
Ta Marx’tan bu yana, gerçek Marksistler, tüm savaşlara değil, haksız savaşlara ve özellikle emperyalist savaşlara karşı olduklarını ısrarla vurguladılar. İşgale, ilhaka ya da sömürgeleştirmeye karşı yürütülen ulusal kurtuluş savaşlarını, işçi sınıfının desteklemesi gereken savaşlar olarak gördüklerini her fırsatta belirttiler.
Oysa bugün, hem kendine Marksist deyip, hem de emperyalist haydutların yürüttüğü savaşlara karşı mücadeleyi pasifizm eksenine oturtmaya çalışanlar var. Bunlar “emperyalist savaşa hayır” demekten bile kaçınıp, sadece “savaşa hayır” demekle yetinilmesini istiyorlar. Hele hele “savaşa karşı sınıf savaşı” sözü bunlara tümüyle yabancı geliyor.
Aslına bakılırsa bu anlayışın fazlaca derin olmayan bir yerlerinde, sınıf savaşı döneminin artık bittiği, şiddetin şiddetten başka hiçbir şey doğurmayacağı, hümanizmin geniş kapsama alanı içinde savaşlara dur denebileceği, tüm kötülüklerin sona erdirilebileceği reformist anlayışı yatıyor. Her türlü ilkeli ve sıkı örgütlülükten öcü gibi kaçan bu pasifist, laçka, bohem küçük-burjuva akımlar, Irak savaşından önce milyonları pasifist gösterilerle sokağa dökerek savaşı durdurabilecekleri ham hayallerini kitleler arasında pek ustaca yaydılar. Savaş cini durduğu şişeden çıktığında ise, yaşanan şey, müthiş bir hayal kırıklığı ve umutsuzluktu. Bu nedenle savaş karşıtı pasifist hareket hızla geri çekildi.
Aynı şekilde, bugün Filistinlilere sükûnet ve ahlâk öğüdünde bulunanlar, son dört yılda 3000 ölü veren bir halka, “kurbanlık koyun gibi sıranızın gelmesini bekleyin, günü geldiğinde hâlâ yaşayanlarınız bizim sizin adınıza ve size layık gördüğümüz koşullarda imzaladığımız barış anlaşmalarından yararlanırsınız” diyorlar. Tıpkı, Kürtlere, İrlandalılara, diğer ezilen uluslara ve şimdi de Iraklılara dendiği gibi.
Yıllar önce Troçki, bu küçük burjuva ahlâkçılara ateş püskürüyor ve yüreğinin siyasal ve ulusal bir boyunduruğa karşı savaşan İrlandalı, Rus, Polonyalı ya da Hindu teröristlerden yana olduğunu söylüyordu.[4] Bizim de yüreğimiz, dünyanın dört bir yanında ulusal ve sınıfsal boyunduruğa karşı savaşan kitlelerden ve onların uyguladığı devrimci şiddetten yana. Onların yöntemlerini Marksist bir temelden değil salt küçük-burjuva ahlâki temellerden hareketle eleştirenlere karşı ise öfke doluyuz.
[1] Söz konusu yazı, 11 Ocak 2005 tarihinde, www.acikradyo.com.tr sitesinde yayınlanmıştır. Ashrawi, Filistin Yasama Konseyi üyesi olan ve geçmişte Arap Birliği sözcüsü olarak görev yapan, Filistin Küresel Diyalog ve Demokrasinin Desteklenmesi Girişimi’nin de kurucuları arasında bulunan bir edebiyat profesörü. El Fetih’in önde gelen isimlerinden biri olan Ashrawi, 1990’lardan bu yana yapılan “barış” görüşmelerinde pek çok kez Filistin delegasyonu içinde yer almış.
[2] Troçki, Onların Ahlâkı ve Bizim Ahlâkımız, Yazın Yay., Ekim 1997, s.18
[3] Troçki, age, s.74-75
[4] Troçki, age, s.64
link: Zeynep Güneş, İsrail Şiddetine Ahlâk ile Cevap Verilmeliymiş!, 22 Şubat 2005, https://en.marksist.net/node/215
Serna/Seral İşçilerinin 8 Mart Etkinliği
19 ve 20 Mart Eylem ve Etkinliği