Kapitalist süreç boyunca krizlerin derinleştiği, devrim ve karşı-devrim olasılıklarının gündeme geldiği kritik dönemeç noktaları yer alıyor. Böylesi tarihsel momentler günümüz açısından da yaşamsal önem taşıyan derslerle doludur. Örneğin 1917 Büyük Ekim Devrimini ve Birinci Dünya Savaşını kapsayan 20. yüzyıl başlangıcı böyle bir tarihsel uğraktır. O dönemde peşpeşe yaşanan olayların son derece çarpıcı biçimde gözler önüne serdiği bazı gerçekler vardır. Kapitalist sistemin büyük kriz dönemleri, emperyalist güç odakları arasındaki çatışmaları kızıştırır ve yeniden paylaşım savaşlarının yaygınlaşmasını tetikler. Fakat öte yandan da, büyük kriz dönemleri işçi sınıfı açısından çeşitli devrimci fırsatlar yaratır. Nitekim Ekim Devrimi böyle bir fırsatı gerçekliğe dönüştürmüş ve Marksizmin teorik düzlemde ortaya koyduğu çözüm ve yaklaşımların doğruluğunu da pratikte kanıtlamıştır. Bu eşsiz tarihsel deneyimin gösterdiği üzere, işçi devrimleri sayesinde emperyalist savaşlara son vermek ve kapitalizmden kurtulmak pekâlâ mümkündür.
Devrim olasılığını gerçekliğe dönüştürmek, günümüzde de, tarihin akışını insan toplumunun büyük çoğunluğunun çıkarına değişikliğe uğratabilmenin yegâne yolu olarak görünüyor. Doğanın kapitalizmin yıkıcı pençelerinden kurtarılabilmesi de devrim sayesinde mümkün olabilecektir. Bu tarihsel görev dünya işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. Ne var ki, sınıfın bilinçli öncü güçleri planlı ve sebatlı bir hazırlık çalışması yürütmedikleri sürece umulan tarihsel değişim asla gerçekleşmeyecektir. Derinleşen ve yaygınlaşan krizlerle sarsılan kapitalist sistem içinde her an devrim olasılığını barındırsa da, devrim ancak, olmaz denileni olduracak azim ve kararlılıkla mücadele yürüten proleter güçlerin örgütlü çabası sayesinde başarıya ulaştırılabilecektir. Bunun dışında kapitalist sistem asla kendiliğinden çökmeyecektir. Bu düzen değişmediği sürece de, işçi-emekçi kitlelerin yaşamını perişan eden koşullar daha da kötüleşerek varlıklarını sürdüreceklerdir.
Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gerçekler, aslında milyonlarca işçinin ve emekçinin yaşamını doğrudan ilgilendiren bir önem ve kapsama sahip bulunuyorlar. Ama ne yazık ki, günümüz dünyasında bu yaşamsal gerçekleri henüz küçük bir devrimci azınlık kavrayıp kendisine dert ediniyor. Onun dışında, işçiler ve emekçiler, bu gerçekler sanki onların yaşamını doğrudan ilgilendirmiyormuş gibi davranmayı sürdürüyorlar. Oysa özellikle son dönemde peşpeşe yaşanan olaylar, kapitalizmin büsbütün yoğunlaşan bir sömürü ve savaş mekanizması olarak işçi-emekçi kitlelerin üzerine nasıl da çullandığını açıkça gözler önüne seriyor. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşları, değdiği bölgelerde yoksul ve emeğiyle geçinen milyonların yaşamını söndürürek ve etrafa zulüm saçarak ilerleyip yayılıyor.
İnsanlığın kaderini belirleyecek olması bakımından çok önemli ve muazzam ölçekte sarsıntılı bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Böylesi kritik dönemlerde devrimci tutumla, oportünist ve reformist yaklaşımların birbirlerinden keskin çizgilerle ayrışması da gerekli ve neredeyse kaçınılmazdır. Daha baştan dikkat çekmek gerekirse, bu tür ayrışmalar kuşkusuz yalnızca ulusal alanla sınırlı kalamaz ve esasen böylesi süreçler enternasyonal alanda cereyan eden derin bölünme ve altüstlüklerle ilerlerler. Nitekim daha önceki benzer tarihsel dönemlerde de bunlar yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşını kapsayan süreçte, Üçüncü Enternasyonali yaratan devrimci eğilimle İkinci Enternasyonali batıran oportünist-dönek eğilim ayrışıp birbirinden uzaklaşmıştır. Bu farklı ve uzlaşmaz eğilimlerin netleşip kopuşması ve nihayetinde bunların ayrı ayrı kendi yollarında ilerlemeye koyulmaları çok önemli bir tarihsel örnek oluşturur.
Tarihten ders almayanlar
Kapitalizmin emperyalist aşamasının tarihi incelendiğinde, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir toplumsal-siyasal yasanın varlığı kavranacaktır. Şöyle ki, büyük türbülans dönemlerinde bir yanda temel siyasal ve sınıfsal eğilimler netleşir ve ayrışırken, diğer bir yanda da derin bir kafa karışıklığı hasıl olmaktadır. Bu aslında pek de şaşılacak bir durum değildir. Gerçi sınıf mücadelesini kızıştıran nesnel etkenler genelde karşıt sınıfsal uçları keskinleştirip netleşme ihtiyacını dayatırlar. Fakat buna rağmen, gerçeklikten kaçan ya da iki temel sınıfsal tutum arasında yalpalayan unsurlar bir ara alan oluştururlar. Revizyonist, reformist, oportünist ve uzlaşmacı görüşlerin cirit attığı bu alan aynı zamanda işçi sınıfına burjuva etkisini yayan bir ortam teşkil eder. Bu durum birinci emperyalist paylaşım savaşının neden olduğu büyük altüstlük döneminde yaşandığı gibi, ikinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde de gözlemlenmiştir. Ve benzer bir durum ana renkleri itibarıyla günümüzdeki üçüncü paylaşım savaşı döneminde de tekerrür etmektedir. O nedenle, söz konusu ara alanın varlığı ve yarattığı etki bakımından sanki tarih kendini tekrar ediyor gibidir. Kuşkusuz gerçekte kendini tekrar eden soyut bir tarih değil, tarihten ders almayı bilmeyenlerdir.
Birinci Dünya Savaşı döneminden günümüze uzanan çarpıcı bir örneği hatırlayalım. Emperyalist kapitalizmin gelişip olgunlaşmasının dünyaya savaş değil, bir barış dönemi getireceği yolundaki görüşler Marksist geçinen teorisyenler tarafından dünden bugüne çeşitli kereler ileri sürülmüştü. Ancak bu tür değerlendirmeler kapsamında ilk planda akla gelen ismin her seferinde Kautsky olması tesadüf değildir. Kautsky söz konusu görüşlerin temelini döşeyen kişidir ve döneminin Marksizm papası kabul edilecek çapta büyük bir teorisyendir. Ne var ki, onun son tahlilde burjuva aydın kategorisine denk düşen sınıfsal tutumu, dünyanın büyük çalkantılara sürüklendiği bir dönemde Kautsky’yi devrimci Marksizmden tamamen uzaklaştırmıştır.
Gelecekte kendisiyle aynı sınıfsal tutum ve siyasal yaklaşımları paylaşacak olan bütün bir teorisyenler takımının serüvenini vurgularcasına, Kautsky, işçi sınıfının devrimci strateji ve taktiklerine ters düşen pek çok görüş ileri sürmüştür. Onun burjuva devletin yapısı ve ortadan kaldırılması, proletarya diktatörlüğünün tarihsel önem ve zorunluluğu, işçi devriminin başarıya ulaştırılabilmesi için gerekli strateji ve taktikler ve nihayet böyle bir devrimin şart koştuğu devrimci örgüt ve örgütlenme anlayışı gibi fevkalâde önemli konularda yarattığı inkâr ve çarpıtmalar unutulmamalıdır. Kautsky’nin Marksist çözümlemelere ters düşen görüşleri Lenin gibi devrimci Marksist önderler tarafından eleştirilmiş olsa da, uzun süre alanında otorite kabul edilecek çaptaki bir teorisyenin saçtığı zehirli tohumlar zaman içinde de etkisini sürdürmüştür. Bunlar arasında, emperyalizm olgusuna yaklaşımdaki çarpıklıklar çok önemli bir yer tutar.
Bilindiği üzere, kapitalizmin emperyalist aşaması olgunlaştıkça sermayenin ulus-devleti aşıp geçme arzusu ağır basmaktadır. Ama buna rağmen, sermayenin bu uluslararası yayılma arzusu ile rekabet karşısında ulus-devletin koruyuculuğuna sığınma ihtiyacı arasındaki çelişki de varlığını sürdürür. Kautsky bu çelişkinin, ekonomik faktörlerin dayatması sayesinde yayılma lehine savaşsız biçimde çözülüp aşılabileceğini varsaymıştır. Ona göre kapitalizm, uluslararası ölçekte birleşen mali sermaye tarafından dünyanın ortaklaşa sömürülmesine dayanan emperyalizm ötesi (ultra-emperyalist) yeni bir aşamaya ulaşacaktır. Kautsky ve onun gibi düşünenler, sermayenin uluslararası bütünleşme eğiliminin ulusal çıkar çatışmalarına ve büyük kapitalist gruplar arasındaki yıkıcı rekabete son vereceğini iddia etmişlerdir. Onlara göre, ekonomik gelişme tekelci kapitalizmi neredeyse tek bir dünya tekelinin oluşumu noktasına taşıyarak barışçı yaklaşımları dayatacaktır. Hiçbir güç ve olgu bu ekonomik gidişatı durduramayacak, tersine çeviremeyecektir. Böylelikle emperyalizm yerini ultra-emperyalizme bırakırken, militarist dünya politikası da yerini barışçı dünya politikasına terk edecektir.
Oysa kapitalizmin tekelci gelişiminin tek bir dünya tekeli yaratabileceği fikri, olsa olsa teorik bir soyutlama olabilir. Zira birleşme ve merkezileşme eğilimi daha büyük tekelleri yaratsa da rekabeti ortadan kaldıramaz. Tersine bu eğilim rekabeti daha üst düzeyde üretir ve keskinleştirir. Aynı eğilim dünya üzerinde çeşitli emperyalist birliklerin oluşmasını da gündeme getirir. Ancak, birleşenler daha sonra çatışıp ayrışabilir ve yeni çıkar ortaklıkları temelinde yeni birlikler oluşabilir. Böylece, daha önce aynı pakt içinde yer alan büyük emperyalist güçler daha sonra birbirlerine düşman kesilebilirler. Kısacası, kapitalizmin emperyalist savaşların nedenini ortadan kaldıracak tarzda bir bütünleşme aşamasına ulaşacağı ve büyük sermayenin artık savaşlara gerek duymadan dünyayı bir barış dönemine taşıyabileceği yolundaki tezler dayanaksızdır. Kaldı ki sınıflı toplumların tarihi, insanın insan üzerindeki sömürü ve baskısına dayanan sosyal sistemler var olduğu sürece, farklı egemen güçler arasındaki çıkar çatışmalarının körüklediği savaşların kökünü kurutmanın olanaksızlığını gözler önüne serer.
Emperyalizmin tarihi ise, militarizmin finans kapital egemenliğinin kopmaz bir parçası olduğunu ortaya koymaktadır. Mali sermayenin saltanatını sürdürebilmesi için her daim ordulara, savaşlara, askeri harcamalara, tek kelimeyle militarizme ihtiyaç duyduğu ve duyacağı en çarpıcı biçimlerde ve defalarca kanıtlanmıştır. Dolayısıyla Kautsky’nin yaptığı gibi, emperyalizmi büyük sermayenin militarizme dayanan dış politikası olarak göstermek ve finans kapitalin pekâlâ emperyalizm ötesi barışçı bir dış politika tercihinin olabileceğini varsaymak gerçeklere sırt çevirmek demektir. Bu tutum ayrıca Marksizmin devrimci özüne ihanettir. Kautsky’nin bu tür görüşleri, emperyalist güçlerin dünyayı büyük bir paylaşım savaşıyla kana boyadıkları bir süreçte ileri sürmüş olması da ayrıca ibret vericidir!
Zihin bulandıran yaklaşımlar
Eğer yaşanan bu tür olaylar yalnızca geçmişle sınırlı bir etki alanına sahip bulunsalardı, belki de bunlar çoktan tarihçilerin ilgi alanına havale edilmiş olacaklardı. Ne var ki durum hiç de böyle değildir. İşçi hareketindeki burjuva aydın etkisinin olumsuz rolü, bir başka deyişle revizyonist-reformist solun yarattığı tahribat açısından emperyalizm çağının başlangıcından bu yana pek de bir şey değişmemiştir. Bir zamanlar Kautsky tarafından ortaya konan ve İkinci Enternasyonali bir ihanet çizgisine sürükleyen yaklaşımların benzerleri günümüzde de akademik Marksist çevreler tarafından üretilmektedir. Son yıllarda yürüyen küreselleşme, emperyalizm ve savaş konulu tartışmalara, akademik Marksizm Kautsky’nin ruhunu şad eden tutumlarla katılmaktadır.
Bu durum, günümüz ortamına yakın tarihin prizmasından yansıyan gerçeklerin üzerinde durmanın gereğini de kat be kat artırıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de akademik Marksizm hünerini, somut gerçeklere dair tam bir bilinç çarpılmasının yaratılması noktasında döktürüyor. Özellikle Avrupa’da önemli bir etki alanı yaratan akademik Marksizm çevrelerinden çeşitli ülkelere yayılan çarpıtmaların başında ise, karmaşık sorunların özenli bilimsel çözümlemesi yerine kaba bir ekonomik determinizmin ikame edilmesi geliyor.
Bu tür yaklaşımların çarpıcı özü, emperyalistleşen ya da yeni tabirle küreselleşen kapitalizmin hız vereceği ekonomik bütünleşme eğiliminin mutlaklaştırılmasıdır. Ekonomik gidişatın ulus-devletler veya emperyalist birlikler arasındaki rekabeti ortadan kaldıracağı ve dolayısıyla savaşlara son vereceği yolundaki görüşler yeniden ve yeniden üretilmektedir. Unutulmamalı ki karmaşık dünya sorunlarını mekanik bir ekonomik belirlenimciliğe indirgeyenler, siyasetin uysalca ekonomiyi izleyeceği yolunda yaklaşımlar geliştirirler. Oysa emperyalist güçler arasındaki çekişmelerin yarattığı siyasal sorunlar, dünya ekonomisindeki bütünleşme eğilimi nedeniyle buharlaşıp yok olmaz ya da kendiliğinden çözülmezler. Bu sorunları artık olağan siyasi ve diplomatik yöntemlerle çözümleyebilmenin olanaksızlaştığı bir kaynama noktasına ulaşıldığında, kozları savaş alanlarında paylaşmak kaçınılmaz hale gelir. Kapitalist sistem devam ettiği sürece bu gibi işleyiş yasaları dün olduğu gibi bugün de hükümlerini sürdürmektedirler.
Bu bakımdan, 20. yüzyıldan başlayıp günümüzü de içine alan bütün bir emperyalizm çağı, büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarının her an nüfuz alanlarındaki kapışma ve savaşları tetiklediği bir çağdır. Bu çağ, dünya siyasetinin icabında yaygın emperyalist savaşlarla sürdürüldüğü bir tarihsel dönemdir. Böyle bir çağ boyunca “barış” dönemleri, olsa olsa büyük savaş dönemleri arasına sıkışıp kalmış geçici ateşkes dönemlerinden ibaret olabilir. Emperyalist kapitalizmin tarihinin gösterdiği üzere, kimi büyük uluslararası sorunların bir yeniden paylaşım savaşı sonucunda “çözülmesi” ve büyük güçler arasında bazı kısmi anlaşmalara varılması pekâlâ mümkündür. Ama kapitalizm var oldukça, ulus-devletler ve emperyalist birlikler arasındaki rekabet, çatışma eğilimi ve savaş olasılığı ortadan kalkmayacaktır.
Diğer yandan günümüzde Avrupa Birliği örneğinin de gösterdiği üzere, kimi ulus-devletler bir ekonomik birlik çatısı altında biraraya gelebilmektedirler. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bu tür birlikler geri dönüşsüz bir siyasal bütünleşmeyi asla sağlayamamakta, birliği oluşturan ulus-devletler arasındaki rekabet ve çatışma olasılığını ortadan kaldırmamaktadır. Emperyalist kapitalizm altında büyük çıkar ortaklıkları mahiyetindeki ekonomik paktlar her zaman oluşabilir, fakat neticede bunların hiçbiri duragan ve kalıcı olamaz. Dolayısıyla, oluşan emperyalist birlik veya paktların akıbeti belli değildir ve bunlar kararlı bir denge durumu arz etmezler. Büyük güçler arasında yeni biçimler altında devam edecek rekabet ve buradan kaynaklanacak yeni çıkar ilişkileri, var olan emperyalist birlikleri parçalayıp yenilerinin oluşumunu teşvik etmeyi sürdürür.
Dünya üzerindeki eski dengeleri kökünden sarsacak denli muazzam değişim ve olayların yaşanması durumunda, yeni güçler oranına göre yeni dengelerin kurulması da kaçınılmaz hale gelmektedir. Şurası da kesindir ki, emperyalistler arası güç dengesi değiştiğinde ortaya çıkan yeni çelişkileri çözen hep “zor” olmuştur. Dünya siyasetinin olağan yöntem ve diplomasi ile yürütülmesinin artık mümkün olmadığı durumlarda emperyalist güçler devreye “silahlı siyaset”i sokmuşlardır. Bunlar yalnızca geçmişteki “dünya savaşları” dönemleriyle sınırlı gerçekler değildir, bütün bir emperyalist çağı ilgilendirmektedir. Nitekim bugünün özgül koşullarında yürüyen ve “Üçüncü Dünya Savaşı” olarak nitelediğimiz emperyalist savaşlar zinciri de bu eğilimlerin varlığını ve işlerliğini yeterince kanıtlamaktadır.
Tartışma konumuzla ilgili olan ve atlanmaması gereken bir başka önemli husus daha var. Emperyalist savaşlar askeri teknik, donanım, alan ve yöntem bakımından birbirlerini basitçe tekrar etmezler. Kapitalist süreç içinde bu açılardan pek çok şey değişmektedir. O yüzden, Birinci veya İkincisine benzeyeceği beklentisiyle, Üçüncü Dünya Savaşının yaşanmadığını düşünenlerin yanıldığı ortadadır. Tarihin bu son kesitinde zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, yeni tipten bir “Dünya” savaşının parçalarıdırlar. Üçüncü Dünya Savaşı aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben Balkanlar’da yürüyen paylaşım savaşıyla başlamıştır. Bu savaş ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgalleri ile devam etmiş ve etmektedir. Ve nihayet bu savaşın alanı, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla birlikte Rusya ve ABD arasındaki gerginliği tırmandırarak genişlemektedir. Zincir kapanmamıştır, emperyalist güçlerin kozlarını paylaştıkları bölgeleri ateşe vererek sürdürdükleri bu Üçüncü Dünya Savaşının arkası gelecektir.
Günümüz dünyasını ilgilendiren tartışmalı sorunlara emperyalizm ve savaş ilişkisi açısından yaklaşıldığında, her anlaşma ve birleşmenin farklı güçler arasındaki rekabeti ve çatışmayı başka bir düzeye taşıdığı ve böylece yeni emperyalist savaşlara zemin hazırladığı kolayca kavranabiliyor. Bu bağlamda altını çizmek gerekirse, örneğin Avrupa ülkelerinin şu ya da bu biçim altında birleşmeleri dünyaya barış getirmiyor. Tersine, siyasal ve askeri açıdan daha bütünleşmiş bir güç olarak beliren bir Avrupa, diyelim ABD veya Rusya ya da Çin karşısında eskiye oranla daha da büyük bir rekabet ve kapışma eğilimini körüklemektedir. Sonuç olarak dünya üzerinde gerçek bir silahsızlanmanın sağlanması, militarizmin ortadan kaldırılması ve savaşlara son verilmesi, ancak ve ancak, kapitalizmin işçi devrimleriyle yıkılması sayesinde gerçekleşebilecektir.
Tam da bu noktada, kısaca dile getirmeye çalıştığımız yanlış yaklaşımlar bağlamında bir başka çarpıcı örneğe değinebiliriz. Avrupa ülkelerinde akademik Marksizm çerçevesinde ileri sürülen iddialar arasında, ABD’nin Irak savaşı dolayısıyla yaptığı harcamaların muazzam boyutlara ulaştığı ve artık çok pahalıya patlayan savaşın sürdürülemez hale geldiği biçiminde argümanlar da yer almaktadır. Askeri harcama ve askeri yatırımların diğer harcama ve yatırım kalemlerinden farklı olarak kapitalizme yük oluşturacağı görüşü, olsa olsa, kapitalist ekonominin özelliklerini bilmemek ya da bilmezden gelmek demektir. Oysa devrimci Marksizmin öteden beri aydınlattığı üzere, askeri harcamaların yükseltilmesi ve savaşların yaygınlaştırılması kapitalizmin büyük kriz dönemlerine eşlik eden gerçeklerdir.
Askeri harcamalar, üzerinde durduğumuz yanlış görüşlerin tam tersine kapitalist çıkarlar açısından bakıldığında, ekonomiye olumsuz bir yük teşkil etmek bir yana ekonomik işleyişi hızlandırıcı ve durgunluktan çıkarıcı bir çarpan hizmeti görürler. Bu nedenle, günümüz benzeri kritik dönemlerde kamuoyunu aldatmak için dışarıya ve basına hangi tür haber sızdırılırsa sızdırılsın, finans kapital zirvelerinde kapalı kapılar ardında savaşların nasıl sona erdirileceği ya da askeri harcamaların nasıl kısılacağı gibi konular değil, tam tersi konular tartışılıp karara bağlanır. Kimi entelektüeller ABD emperyalizminin artan savaş harcamaları nedeniyle artık Ortadoğu’da veya Kafkasya’da, Afganistan’da vb. savaşları sürdüremeyeceği ve dolayısıyla barışçı bir politikaya geçiş yapacağı türünden görüşlerle oyalanadursunlar, ABD emperyalizminin ekonomik durgunluk tehlikesine karşı savaş makinesini nasıl körüklediği ortadadır. Örneğin dünya üzerindeki büyük güçlerden biri olan Rusya’nın askeri harcamaları yaklaşık 36 milyar dolarken, ABD’ninki 550 milyar dolar civarındadır. Dünya genelinde yaklaşık 1,3 trilyon dolar olan yıllık askeri harcamalar içinde ABD tek başına %45’lik paya sahiptir. ABD’nin askeri harcamalarının İkinci Dünya Savaşından bu yana en yüksek düzeyine ulaşması da ayrıca dikkat çekicidir. Böylesi bir durumun barışçıl politikalara geçişe işaret etmediği aşikârdır.
Burjuva ideolojisine karşı devrimci tavır alamayan aydın çevrelerin küreselleşme konusunda da zihinleri bulandıracak tarzda yaklaşımlar sundukları açıktır. Bu tür yaklaşımlar arasında, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir evresi olduğu şeklindeki görüşler yer almaktadır. Örneğin Antonio Negri ve Michael Hardt’ın kaleme aldıkları İmparatorluk kitabında, emperyalizm çağının sona erdiği ve imparatorluk çağının başladığı teorize edilmektedir. Yazarlara göre, büyük kapitalist güçler tek bir dünya tröstü içinde birleşecek ve ulus-devletler bu imparatorluk içinde eriyeceklerdir. Geçerken belirtmemiz gerekirse, orjinallik peşinde koşan aydınlar aslında hiç de orijinal olamamaktadırlar. Nitekim örneğimizde yer alan ve ilk bakışta yeni ve ilginç gibi görünen görüşler de, geçmişte Kautsky tarafından icat edilen ultra-emperyalizm teorisinin versiyonlarından ibarettir.
Küreselleşme kavramıyla dile getirilen ekonomik gelişim, emperyalizm döneminin özelliklerinden aşinası olduğumuz gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde tam bir eşitsizlik temelinde yayılıp pekişmesi anlamına gelir. Dünya coğrafi açıdan zaten küreseldir, ama gezegenimizin kapitalist üretim tarzı altında bir de iktisaden “küreselleşmesi”, ülkelere, bölgelere, farklı uluslara vb. hiç de eşit olanaklar sunmamaktadır. Eşitsizliğe dayanan güç ve zenginlik ise, her zaman daha fazla sömürü, daha fazla kâr ve daha fazla güç elde etme kavgası ve dolayısıyla da yeni çatışmalar ve savaşlar demektir. Gerçeklik aslında bu kadar yalındır ve bu gerçekliğin işçiler tarafından kavranması hiç de zor değildir. Fakat burjuva aydınların, entelektüellerin, üniversite kürsülerinde yer edinmiş akademik Marksizm çevrelerinin “derin” çözümlemelerine dalıp kafası karışanların asla bu şansı olmayacaktır.
Söz konusu “kafa karıştırıcı” tarzın tipik özelliklerinden biri de, konjonktürel olguları genelleyip, geleceği ipotek altına alan “yasalar” icat etmesidir. Bu gibi yaklaşımlar sonucunda, gerçeklerin sınavına dayanamayacak “teoriler” icat edilir ya da tarihe önceden bir sıra dayatılır. Örnekse, Avrupa’daki sosyalist çevreler arasında uzun bir süredir saltanat süren bir yaklaşımı hatırlatabiliriz. Buna göre, güya burjuvazi Keynesciliği ya da devletçiliği, kısacası büyük krizlerin yıkıcı etkilerini hafifletebilmek amacıyla ekonomiye devlet müdahalesi yöntemlerini bir daha geri dönmemek üzere tamamen terk etmişti. Fakat bu tür yaklaşımlarla bezeli satırların daha mürekkebi kurumadan kapitalist sistem büyük bir krizin etkisiyle sarsılmaya başlamış ve burjuva devletler telaş içinde ekonomiye müdahale etmeye koyulmuşlardır bile. Keza, burjuvazinin artık tamamen ıskartaya çıkarttığı söylenen Keynescilik burjuva ideologlar ve iktisatçılar tarafından yeniden gündeme getirilip parlatılmaktadır. Bu gelişmelere rağmen söz konusu sosyalist çevreler bu kez de, örneğin emperyalist savaş zinciri kapanmadan burjuvazinin asla Keynesci uygulamalara başvurmayacağı şeklinde görüşler ileri sürmekle meşguldürler. Gerekçe olarak da, daha önceki dünya savaşları dönemlerinde yaşananların sırası gösterilmektedir.
Oysa tarih kendini hiç de aynen tekrar etmez. Olaylar farklı tarihsel kesitlerde illa da aynı sırayı izlemezler. Bu bakımdan henüz Keynesciliğin zamanının gelmediği ve önce savaş zincirinin kapanması gerektiği yolundaki tezler, yaşanmamış olaylara dıştan bir tarih dizini dayatmak anlamına gelecektir. Halbuki her dönemin farklı özgünlükleri vardır. Üretim tarzı değişmedikçe genel özellikler kuşkusuz varlıklarını sürdürürler, ama bunlar dahi etkilerini ancak verili tarih kesitine ait özgünlükler içinde ortaya koyarlar. Günümüzde kapitalizm, düşük yoğunluklu savaş denilenden yükseğine, soğuk savaştan sıcağına, emperyalist savaşların yıkıcılığından kapitalist tekellerin yıkılan bölgeleri yeniden inşa sahtekârlığına kadar her şeyi bir arada ve tam bir çorba gibi yaşamaktadır. Bu nedenle içinden geçtiğimiz 21. yüzyıl 20. yüzyıla oranla büsbütün sarsıntılı bir karaktere bürünmekte ve kapitalizm, bunayıp sarsaklaşan bir organizmanın sergilediği tuhaflıkları fazlasıyla sergilemektedir.
Aydının “teoricilik” merakı
Entelektüel çevrelerin kendilerine özgü farklı bir dünyalarının olduğu açık bir gerçek. Onların dünyasında olgu ve olayları yalın biçimde kavramak “basitlik” kabul ediliyor ve tatmin edici bulunmuyor. O dünyada somutun titizlikle çözümlenmesi yerine, aydının bizzat kendisini tatmin edecek bir “teoricilik” rağbet görüyor. Aydın böylece kendi “üstün” yönünü tatmin peşinde koşarken, burjuva düzene de bir güzel hizmet sunmuş oluyor. Devrimci mücadeleyle bütünleşmeyen aydın etkinliği, eninde sonunda burjuva düzenin girdaplarında yozlaşıyor. Bu girdaba kapılıp gidenlerin dünyasında gerçekliği çözümleme çabasının yerini, ün kazanmak uğruna ilginç görünen görüşler ortaya atma merakı alıyor.
Aydınlar devrimci dönemlerde toplumun pek çok kesimini etkileyen devrimci heyecan ve hareketliliğin etkisine kapılmış olsalar bile, devrimci dalga geri çekilir çekilmez bu yaşananları pek “ilkel” bularak suçlamaya meyyaldirler. Demokrasiyi kapitalizm çerçevesinde aramaya yeminli aydın kesimin solculuk bağlamında gidip gidebileceği nihai nokta da liberal sol düşüncelerden ötesi olamamaktadır. Bu bakımdan, burjuva düzenden kopamayan aydınlar Marksizmden etkilenirmiş gibi göründüklerinde dahi, burjuva demokrasisinin faziletlerine veya küreselleşmenin dünyaya barış getireceğine vb. inanmaya yatkındırlar. İşte bu tür aydın unsurlarla akademik Marksizm alanında otorite geçinenler arasında, aslında her an açık ya da örtük yakın bir iletişim ve etkileşim söz konusudur.
Akademik Marksizm sınıf temelli sağlam bir devrimci örgüt yaratma görevine uzak duruşuyla kendini belli eder. Bu kapsamda yer alan “Marksist” teorisyen ya da yazarların derdi, işçi sınıfı mücadelesinin çeşitli alanlarda ilerletilmesine hizmet etmek değildir. Onların zihnini daha ziyade kendi akademik çevrelerinde yürüyüp giden tartışmalarda üste çıkabilmek meşgul eder. Teori, somut olay ve olguları bilimsel temellerde çözümleme çabasından kopup aydınlar arası üstünlük yarışına dönüştüğü ölçüde yozlaşır. Sınıf mücadelesinin harından uzaklaşan aydın unsurlar yakalarına parıltılı birer “Marksist” etiketi iliştirseler bile, somut gerçekleri doğru okuyup sınıfsal çözümler geliştirme amaçlı bir teorik çaba içinde olamazlar. Tersine, toplumsal yaşamda tuttukları nesnel konum onların düşünsel yaklaşım tarzlarını belirler. Konumları, özel hırs ve tutkuları onları, “sırça köşkünde teori üreten aydın”ın “körleşme” hastalığına duçar eder ve böylece salt teori adına “teori” üreten bir duruma düşüverirler.
Akademik Marksizm okumuşları “yüksek” teorik tartışmalarla etkileyip kendi alanına çektiği ölçüde, devrimci bir örgüt yaratma mücadelesinden uzaklaştırmakta ve genel bir demokrasi mücadelesi ile yetinme konumuna sürüklemektedir. Üstelik yaşam, belirli noktalarda savrulmaya uğrayanları zaman içinde büsbütün yanlış noktalara itivermektedir. Zaten akademik Marksizm de değişmez bir şey değildir, o da büsbütün akademikleşip Marksizmden iyice uzaklaşmaktadır. Nitekim Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben burjuva ideolojisinin tartışmasız bir üstünlük kazandığı dönemde akademik Marksizm de büsbütün yozlaşmıştır. Böylece, akademik Marksizm çerçevesine giren aydınlar ile liberal sol aydınlar arasındaki sınır çizgisi iyice silikleşmiştir.
Devrim gerçeği
20. yüzyılın açılışına birinci emperyalist paylaşım savaşı ve bu savaşın ateşleri içinden yükselen Ekim Devrimi damgasını basmıştı. 20. yüzyıl devrimci işçi mücadelesinin büyük iniş ve çıkış dalgalarına sahne oldu ve bu yüzyılın kapanışı ise, kendilerini uzun süre “yaşayan sosyalizm” olarak kabul ettiren bürokratik rejimlerin çöküşü ile gerçekleşti.
İçine girilen yeni dönemin özelliğini, henüz daha Gorbaçov’un “Sovyetler Birliği” ayakta iken kaleme aldığımız Marksizmin Işığında adlı çalışmanın girişinde şu sözlerle belirtmiştik: “Kapitalist blok ile sözümona sosyalist blok arasında II. Dünya Savaşının uzantısı olarak yaşanan soğuk savaş dönemi sona eriyor… Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız.” (Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.)
21. yüzyılın başlangıcı, bu sözleri doğrular biçimde, insanlığın canını fena halde yakan emperyalist savaşlar, krizler içinde debelenen bir kapitalizm ve gericileşen burjuva rejimlerle ilerliyor. Bu durumu bir önceki yüzyılın girişiyle karşılaştıracak olursak pek çok bakımdan benzerlikler bulmak mümkündür. Bu karşılaştırma tablosunda eksik olan başlıca unsur, Rusya’dan hareketle dünyayı derinden sarsmış olan büyük işçi devrimidir.
Neden böyle olmuştur? Uzun yıllar boyunca dünya üzerinde nice devrimci kuşağın yaşam çizgisine, dünyayı algılayışına ve hayallerine, umutlarına biçim veren devrim gerçeği bir daha geri dönmemek üzere gezegenimize veda mı etmiştir? Bu soruyu büyük bir memnuniyetle “evet” diye yanıtlayanlar olacaktır ve biliyoruz ki böylelerinin sayısı hiç de az değildir. Fakat işin aslında burjuva düzen yanlılarının arzularını yansıtan bu “evet” yanıtının hiçbir bilimsel dayanağı bulunmamaktadır.
Zamanın mekân ve hıza bağlı göreceli algılanışında olduğu gibi, tarihsel olguların kitleler tarafından kavranışı da görecelidir. Devrim gerçeğinin kitlelerin yaşamına kısa ve uzun dönemli yansımasının farklılığı bu konuda çarpıcı bir örnek oluşturur. Şöyle ki, içinden geçtiğimiz son zaman dilimi aslında dünya üzerindeki verili güç dengelerinin altüst olduğu son derece çalkantılı bir dönemdir. Temel toplumsal değişimlere gebe bir tarihsel dönemden geçtiğimiz aşikârdır. Derin bir sistem krizi içinde kıvranmaya başlayan kapitalizm aslında nesnel açıdan yeni işçi devrimlerini mayalamaya koyulmuştur. Özetle, görmek isteyen ve görebilecek niteliğe sahip gözler için günümüzde devrimin onlarca uzun vadeli yansıması mevcuttur.
Fakat günü yaşayıp yalnızca anlık kesitleri algılayabilen ve de düzen tarafından toplumsal hafıza kaybına uğratılmış örgütsüz kitlelerin bu gerçekleri kendiliğinden kavrayabilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan devrim gerçeği halihazırda yoksul halk kitlelerinin yaşam alanında doğrudan hissedilememektedir. Kapitalizmin yarattığı sorunlar içinde debelenen yoksul kitleler, devrim diye bir kurtuluş yolu olduğuna inanamamaktadırlar.
Öte yandan, sınıf mücadelesinin gidişatındaki değişim henüz teori dünyasına yansımadan önce aslında işçi-emekçi kitlelerin gündelik mücadele alanlarında kendini göstermeye başlar. Fakat değişim başlangıçta o denli cılız olabilir ki, devrimci mücadeleye inanmak için illa da gökte mucize kabilinden kanıtlar arayan küçük-burjuvalar, yeryüzünde gerçekleşen olayları yorumlama zahmetine bile katlanmak istemezler. Ancak tarihin uzun dönemli akışı içinde, tüm tarihsel duraklama ve yanılsamalara rağmen kaçınılmaz yasalar hükümlerini icra ederler.
Bu noktada durup, yaşanan son dönemin kısa bir değerlendirmesini yapmakta yarar var. Tarihin gerçek akışı, 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçiş döneminde estirilen ters rüzgârlar döneminde Marksizme ve işçi devrimlerine inanmayı sürdürenleri değil, böylelerini dinozor ilan edenleri yalancı çıkardı. Bürokratik rejimlerin kitleler tarafından “yaşayan sosyalizm” olarak algılanması büyük bir yanılsamaydı ve tarihin bu hatayı düzeltmesi için uzun yıllar geçmesi gerekmişti. Fakat ikincisi, yani “ölümsüz kapitalizm” yalanı ise bütünüyle bir ideolojik propagandadan ibaretti ve o nedenle de hükmü çok kısa sürdü. Şimdi yalanlardan temizlenen tarih sahnesinde gerçeklere boylu boyunca yer açılmış bulunuyor. Komünizmin veya Marksizmin sahtelerinin tarih sahnesini terk etmesi, gerçeklerinin tarihin yeni dönemine, hem de eskiden yaşananların dersleriyle de güçlenmiş yeni girişler yapmasını mümkün kılacaktır.
Günümüz gerçekleri, akademik Marksizmin veya liberal burjuva solun uzun bir dönem boyunca yaymaya çalıştığı tezlerle alay edercesine tersi yöne işaret etmektedir. Küreselleşme nedeniyle kapitalizm bambaşka bir döneme girecek denilirken, dünya halkları emperyalist savaş cehennemlerinde kırılıyorlar. Kapitalizm çok güçlü artık eskisi gibi krizler olmaz denilirken, derinleşen sistem krizi burjuva düzen yanlılarını bile korkutuyor. Pek çok ülkede neredeyse kronik bir siyasal istikrarsızlık yaratan tüm bu faktörler bir arada etkisini gösterip, işçi-emekçi kitlelerin gözünü açmaya başlıyor. Artık hiçbir zaman geri gelmeyeceği iddia edilen devrim gerçeği, henüz yeterince güçlü biçimde olmasa bile yine de günümüz kitlelerine, “vardım, varım, varolacağım” mesajıyla hınzırca göz kırpmaya girişiyor.
80’lerde dünyadaki siyasal atmosferi derinden etkileyen ve genç kuşakların zihniyetini bulandıran olumsuz koşulların bugün tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Ne var ki, toplumsal alanda içten içte yürüyen bir değişim başlamıştır. Evet, devrimci işçi mücadelesi bakımından dünyanın hiçbir yerinde henüz esaslı bir toparlanma gerçekleşmiş değildir. Fakat yakın gelecekteki büyük değişimleri hazırlayan küçük birikimler öbeklenmeye, çeşitli işçi grevleri, direnişleri orada burada patlak verip yaygınlaşmaya koyulmuştur. Günümüzde devrimin ayak sesleri henüz doğrudan biçimde hissedilmese de, toplumsal yaşamın derinlerinde devrimci bir mayalanma gerçekleşmektedir. Kapitalizm için kurtuluş yok. Kapitalist toplum yarattığı tüm zulüm, baskı, sömürü ve haksız savaşlarla birlikte tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmak için işçi sınıfının büyük devrimci eylemini bekliyor!
link: Elif Çağlı, Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler, 1 Ekim 2008, https://en.marksist.net/node/1884
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /VIII