12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin üzerinden 28 yıl geçti. Bugünün genç işçi kuşakları, ne ‘80 öncesinin devrimci mücadelesinden ne de temel amacı bu mücadeleyi ezmek olan 12 Eylül darbesinden haberdar durumda. Eğitim kurumlarında Kemalist ideolojinin resmi bombardımanıyla en azından sekiz yılını geçiren bugünün gençlerinin çoğunun, “12 Eylül tarihi size ne anlatıyor” sorusuna bir yanıt bulabilmek için “acaba o tarihte Atatürk ne yapmıştı” diye umutsuzca çırpınmaları, gerçekte 12 Eylül rejiminin karşı-devrimci burjuvazinin hanesine yazılan muazzam başarısını ironik biçimde göstermektedir.
Durum buyken, 12 Eylül faşist darbesinin artık geçmişe mal olduğu, onun yalnızca tarihçilerin ilgi alanına girecek bir konu haline geldiği ve artık onunla hesaplaşılmasının topluma bir şey kazandırmayacağı söylenebilir mi? Bu soruya devrimci işçi hareketinin vermesi gereken yanıt çok kesin bir “hayır”dır! Bunun birbiriyle bağlantılı birkaç nedeni mevcuttur.
12 Eylül rejiminin etkileri sürüyor
12 Eylül faşizmi, burjuva parlamentarizmine son vererek Meclisi kapatmakla kalmamış, işçilerin dayanışma örgütlerinden, sendikalardan ve siyasal partilerden hayvansever derneklerine varıncaya kadar neredeyse tüm örgütlerin kapısına kilit vurmuştu. Sendikaların işçilerin alınteri anlamına gelen tüm mal varlıklarına el konulmuş ve çalışanlarından yöneticilerine dek tüm sendika aktivistleri yıllar boyunca hapishanelere tıkılarak, yüzlerce yıllık cezalarla yargılanmışlardı. Her türlü örgütlenmenin yanı sıra, her türlü gösteri, en başta da işçi eylemleri ve grevler yasaklanmıştı. İlerleyen yıllar içerisinde, işçileri doğrudan ilgilendiren, çalışma yasaları, grev-toplu sözleşme yasaları, dernekler kanunu vb. gibi yasalarda yapılan faşist düzenlemeler aracılığıyla, işçi sınıfının sendikal, siyasal ve sosyal hakları büyük ölçüde yok edilmiş, kalanlar ise kuşa çevrilmişti. Böylelikle daha 12 Eylül darbesini takip eden ilk günden itibaren işçiler, örgütsüzlüğe, bilinçsizliğe, kölece çalışmaya ve sefalet ücretlerine mahkûm edilmişlerdi.
Burjuvazinin arzu ettiği yapısal dönüşümleri hayata geçiren faşizm, işçiler açısından tam bir cehennem demekti. Öyle ki, 1978 yılındaki gerçek asgari ücret 100 kabul edilirse, bu rakam darbeyi takiben 1980’de 52’ye inmişti! 1990’ların ortalarına kadar bu endeks 60’ların altında kalmaya devam etti ve bugün bile 100’ün altındadır! Bir başka deyişle, işçilerin yaşam standartları en azından yarı yarıya düşmüş durumdaydı. Ama aynı yıllarda, işçilerin ne derece sömürüldüğünün önemli göstergelerinden biri olan “emek verimliliği”nde büyük bir patlama yaşanıyordu: 1970-79 döneminde işgücü verimliliğindeki artış imalat sanayinde %3.4 iken, 1980-89 döneminde %7.3 ve 1990-96 döneminde ise %10.5 olmuştu. Yani emeğin sömürüsü katmerlenerek artmıştı! Bu çalışma koşulları, Türk burjuvazisi için dikensiz gül bahçesi anlamına geliyordu. İşçi hareketinden gelebilecek tüm engellemeleri bu hareketi acımasızca ve kanla ezerek bertaraf eden sermaye sınıfı, kapitalist dünya sistemiyle daha derinden entegre olarak, emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanıyordu.
İşçi hareketinin bu denli geriye savrulması hiç kuşkusuz yalnızca sendikalar üzerindeki baskı ve yasaklamalara dayanmıyordu. Nitekim 12 Eylül faşizminin çözülüş süreciyle birlikte sendikalar tekrar faaliyete geçse de, sendikal hareket 1980’den bu yana devam eden büyük bir kriz içerisinde can çekişmektedir. Bu krizin en temel nedeni, işçi hareketine doğru bir yol gösterebilecek devrimci siyasal bir önderliğin bulunmayışıdır. Bunun bilincinde olan burjuva iktidarlar, böylesi bir devrimci önderliğin oluşturulmasını engellemek ya da en azından geciktirmek amacıyla, sosyalist hareketin üzerinden sopayı hiç eksik etmemişlerdir. Yalnızca 12 Eylül rejiminin en azgın faşist baskılarının yaşandığı yıllarda, 650 bin kişi gözaltına alınmış, 230 bin kişi yargılanmış, 7 bin kişi için idam cezası istenmiş, 50 kişi idam edilmiş, 171 kişinin işkencede öldürüldüğü belgelenmişti. Belgelenenler dışında, işkencelerde, hapishanelerde, sokakta ve ev baskınlarında 541 kişi katledilmiş ve bu katliamlar bir biçimde kitabına uydurulmuştu. Bu dönem boyunca 71 bin kişi, komünizm propagandası yapmak ve örgüt üyeliği suçlarından yargılanarak yıllar boyunca zindanlarda tutuldular. Kapatılan 24 bin derneğin yanı sıra, her türlü sosyalist içerikli yayın, dergi ve kitabın da yasaklanmasıyla, sosyalist hareket ve genel olarak devrimci hareket ölümcül bir ezme operasyonuna tâbi tutuldu. Böylelikle işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi muazzam bir tahribata uğratıldı. Bu yenilginin ardından sosyalist hareket bugün dahi belini doğrultabilmiş değildir. Ama geçmişle karşılaştırıldığında son derece zayıf olmasına rağmen, bugün bile burjuva iktidarlar, sosyalist hareket ve özellikle de onun devrimci kanadı üzerindeki baskı ve yasak cenderesini gevşetmekten korkmaktadırlar.
12 Eylül faşizminin temel nedeni, 1960’lardan itibaren gelişen ve özellikle 1970’lerin ikinci yarısında giderek devrimci bir çizgiye kaymaya başlayan işçi hareketindeki yükselişin önüne geçerek burjuva rejimi güvence altına almaktı. Böylelikle bir yandan da Türkiye’deki burjuva rejimin yapısal bunalımlarına çözüm olarak acı reçetelerin (burjuvalar buna yapısal dönüşüm programı diyorlar) uygulanmasının önündeki engeller kaldırılmış olacaktı. Öte yandan, faşist darbenin önemli motivasyonlarından birini de 70’li yılların sonlarında yükselen Kürt ulusal kurtuluş hareketinin yarattığı tehdidin bertaraf edilmesi oluşturuyordu. Keza yukarıda kısa bir özetini verdiğimiz baskıların en ağır, en insanlık dışı, en sistematik ve en uzun ömürlü biçimleri Kürt devrimcileri üzerinde uygulandı ve bugün dozajı azalsa bile neredeyse bütün Kürt emekçilerine yaygınlaştırılarak uygulanmaya devam ediyor. Kürt coğrafyası, 12 Eylül öncesinden başlayan ve günümüze kadar uzanan bir olağanüstü hali yaşıyor. 12 Eylül faşizminin pekiştirdiği askeri vesayet sisteminin etkilerinin bugüne dek taşınmasının burjuva kamuoyundaki en temel meşruiyet gerekçesini de bu haksız savaş oluşturuyor. Bu savaştan çıkarı olanların başında ise, savaşın sona ermesinin, askeri bürokrasinin yetki ve ayrıcalıklarını ve iktidardaki özgün konumunu tehdit etmesinden korkan statükocu burjuva kesimler gelmektedir.
Gerek işçi sınıfının, gerek sosyalist hareketin gerekse de Kürt halkının durumu açısından baktığımızda, 12 Eylül rejiminin açtığı son derece ağır yaralar halen kapanmamıştır: “Faşizmin işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından yarattığı tahribatın izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfı, örgütlerini dağıtıp parçalayan, nice canları içinden çekip alan, darağaçlarında sallandıran, işkencelerde katleden, sakat bırakan faşist bir diktatörlük döneminin hesabını soramadan bugünlere geldi. İşçi hareketi ve devrimci mücadele, bugün hâlâ yenilgi psikolojisinden sıyrılıp kendine olan güvenini kazanamadı.” (Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, MT, no:6) 12 Eylül rejiminin topluma giydirdiği deli gömleği, kimi yerlerinden sökülmüş durumda olsa bile, halen toplumun emekçi ve ezilen kesimlerinin elini kolunu bağlar durumdadır. Bu rejimin yerleştirdiği ya da yeniden şekillendirdiği tüm kurumlar bugün bir biçimde hâlâ ayaktadırlar. Kırk yerinden delinmiş olsa bile, işçi-emekçilerin ve başta Kürtler olmak üzere tüm azınlıkların demokratik haklarına düşmanca özünü kaybetmemiş olan 12 Eylül Anayasası yürürlüktedir. MGK’nın belirleyici rolü, asker-polis devleti uygulamaları ve öğrenci gençliği ve ilerici akademisyenleri cendere altında tutma aracı olan YÖK ayaktadır. Ve belki de hepsinden önce, yürüttüğü haksız savaşla kendisini meşrulaştırmak isteyen askeri vesayet sistemi halen egemenliğini bir şekilde sürdürmektedir.
Çok rahatlıkla söylenebilir ki; bugün, geçmişle karşılaştırıldığında, milyonlarca işçi-emekçi en düşük ücretlerle en ağır koşullarda gerçek ve kapsamlı bir sosyal güvence olmaksızın her türlü aşağılanmaya katlanarak çalışmak zorunda kalıyorsa; gençliğin geniş kesimleri için yaşamın kendisi ve gelecek kavramı hiçbir anlam ifade etmez hale gelmişse, bunun en temel nedenlerinden biri, kapitalist sömürüyü ve toplumsal çürümeyi katmerleştiren 12 Eylül faşizminin etkilerinin halen sürüyor olmasıdır. Yaşam standartlarından memnun olmayan her işçinin, kapitalizmin sunduğu çıkışsızlıktan bunalan ve geleceğe dair umutları birer birer sönen her gencin dönüp ilk bakması gereken noktalardan biri budur.
Askeri darbeler ve demokrasi mücadelesi
12 Eylül’le hesaplaşılması, ondan dersler çıkarılması ve ona giden süreçte hangi sınıf ve katmanların hangi rolleri oynadığının iyi kavranabilmesi, son birkaç yıldır politik gündemle de yakından ilişkili bir sorun haline gelmiştir. Egemen burjuva sınıf içerisinde uzun bir süredir devam edegelen iktidar kavgasına bağlı olarak yaşanan gelişmeler, epey bir süredir bizzat burjuva politikacılar ve ideologlar arasında da, normal bir burjuva demokrasisinin nasıl olması gerektiğine ve artık askeri vesayet sisteminin aşılması gerekliliğine dair tartışmaların yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle geçtiğimiz yaz aylarında başlayan ve bugün artık dava aşamasına gelmiş bulunan “Ergenekon operasyonu” kapsamında bu tartışmanın alevlendiğine şahit oluyoruz.
İşçi sınıfı hiç kuşku yok ki, gerek askeri vesayet sisteminin sonlandırılmasından ve demokratik hakların genişletilmesinden gerekse de 12 Eylül’ün simgesi durumundaki generallerden ve günümüzdeki darbe tezgâhlayıcılarından hesap sorulmasından yanadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı, Ergenekoncu olarak adlandırılan kesimin hiç tereddütsüz tam karşısında yer almalıdır. Ne var ki, faşist darbecilerden ve demokrasi düşmanlarından hesap sorulması görevi, onlarla sınırlı bir sanıklar listesinin mahkemeye çıkartılmasıyla asla sınırlandırılamayacağı gibi, böylesi bir görev, işlerine geldiği ölçüde demokratlık taslayan burjuva kesimlere de havale edilemez. 12 Eylül’den nasıl hesap sorulması gerektiğine dair ortaya konulan şu perspektif, güncel tartışmalar konusunda da aynen geçerlidir: “12 Eylül faşizminin hesabı kimlerden sorulacak? Bir kere, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenlerin, 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş ve onca insanın katledilip, sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan generaller olduğundan hiç şüphe yok. Fakat suçlular bu kadardan mı ibarettir? Kuşkusuz ki değildir ve kabarık bir suçlular listesinin ardında esas suç odağı, faşizmi yaratan sermaye düzeni yer almaktadır. O nedenle, faşizmi yalnızca vitrinin önünde duran ‘cellâtlar’la özdeşleyip, bunlara görev veren ve öne itekleyen gerçek suçludan hesap sormaya yeltenmemek, bir anlamda onun oyununa gelmek ve onu bağışlamak demek olurdu. İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahata çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. Hesabını gerçek anlamda sormaya ant içen bir işçi sınıfı, öncelikle sanık sandalyesine oturttuğu suçlulardan hareketle, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz.” (Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, MT, no:6)
Burjuvaziye bırakıldığı ölçüde, bu tip sorgulamalar, kapitalist sistemden kaynaklanan tüm pisliğin ipliği çoktan pazara çıkmış bir suçlular listesinin sırtına yüklenmesiyle ve böylelikle hem bir bütün olarak kapitalist sistemin hem de özel olarak burjuva devletin aklanmasıyla sonuçlanacaktır. Bugün yaşanılan süreç, bunun kanıtlarıyla doludur. Bir örnek verelim. Geçtiğimiz ay, Ufuk Uras, Mecliste Ergenekon’a dair bir araştırma komisyonunun kurulmasına dönük olarak bir teklif hazırlamış ve 12 Eylülcülerin yargılanmasını engelleyen Anayasa maddelerinin kaldırılmasını talep etmişti. Tüm darbe karşıtlarını kendi saflarına çağıran AKP ise, böyle bir komisyonun gereksiz olduğunu, konunun zaten yargıya intikal ettiğini ve 12 Eylül konusunun gündeme getirilmesini zamansız bulduğunu açıklamıştır. Yalnızca bu tutum bile AKP’nin demokrasi mücadelesi söyleminin ne denli büyük bir sahtekârlık olduğunu göstermiyor mu?
Demek ki, gerek 12 Eylül’den gerekse de Ergenekon gibi kontr-gerilla örgütlerinden hesap sorulması ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi, ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle mümkündür. Lenin, emperyalizm çağının siyasal gericilik çağı olduğunu, burjuvazinin kendi tarihsel-demokratik geleneğine ihanet ettiğini, demokratik sorunların çözümünde ondan tutarlı ve sonuna kadar giden bir rol oynamasını beklemenin ham bir liberal hayal olduğunu söylemişti. Onun bu sözleri korkak, çapsız, köksüz ve güçsüz Türk burjuvazisi için fazlasıyla geçerlidir. Burjuva egemenliğiyle geçen on yıllar apaçık göstermektedir ki, Türk burjuvazisi demokratik dönüşümlerin değil, siyasal gericiliğin kaynağıdır. Bizzat tekelci mali-sermayenin hizmetine koşulmak üzere inşa edilen 12 Eylül rejiminin etkilerinin ve doğrudan sonuçlarının bugüne dek sürmesinin en temel nedeni, faşizmin yükselen bir devrimci seferberlikle ortadan kaldırılamamış olmasıdır: “Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.260)
Türkiye işçi sınıfı bir devrim ve devrimci ayaklanma deneyimine sahip değil. Ama mücadele deneyimi olarak sıfır noktasında da bulunmuyor. 60’lı ve hele 70’li yıllarda verdiği mücadele ve izlediği militan çizgi önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu geleneği yeniden, bu kez devrimci Marksist temellerde inşa edebilmek için, bu mücadele geleneğini kesintiye uğratan 12 Eylül rejimiyle bir bütün olarak hesaplaşma görevinin işçi sınıfının mücadele gündemine sokulması gerekiyor. Bu başarılabildiği ölçüde, işçi sınıfı tüm toplumun önüne, aynı zamanda, demokrasi mücadelesinin gerçek temsilcisi olarak çıkmayı da başarabilecek ve bu temelde geliştireceği mücadeleyi kendi iktidarıyla taçlandırabilecektir. 12 Eylül rejiminin uzantılarını temizlemenin, askeri darbe ve faşizm tehdidinin önüne geçmenin en kesin yolu budur.
link: Oktay Baran, 12 Eylül’ün Hesabı Kapanmadı, 1 Eylül 2008, https://en.marksist.net/node/1872
Her Yan Baştanbaşa Karanlık
DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /3