Afganistan ve Irak’ta yürütülen emperyalist savaşta yüz binlerce masum insanın ölmeye devam ettiği, bu savaşın İran’ı da yakıp kavurması için ABD ve İsrail egemenlerinin her türlü oyunu tezgâhladığı, bu arada ekonomik krizin her geçen gün daha da derinleşip milyonlarca işçi-emekçiyi girdabına aldığı bir konjonktürden geçiyoruz. Ancak savaşın ve krizin faturasını dünyanın diğer emekçi kitlelerinin yanı sıra yüklenmek zorunda bırakılan Amerikan işçi sınıfı aylardır seçim parodisiyle oyalanıyor. Amerika’da son bir yılda işsizler ordusuna 1 milyon kişi eklendi. Tam zamanlı iş bulamadıkları ya da kriz nedeniyle çalışma saatleri düşürüldüğü için part-time çalışanların sayısı 5,5 milyona ulaştı. Havayolu şirketlerinden hastanelere büyük şirketler binlerce işçiyi işten çıkaracaklarını açıklamaya devam ederken, sadece Haziran ayında 62 bin işçi işsiz kaldı. Kredi borçlarını ödeyemedikleri için 1 milyondan fazla işçi evini kaybetti.
Bu arada, lafa gelince liberalizm adına “ekonominin serbest piyasanın rüzgârlarına bırakılmasını ve devletin ekonomiye müdahale etmemesini” savunan burjuvazi, şirket iflaslarının birbirini kovaladığı bugünlerde Keynes’in ruhunu şad ederek devletin güvenli kollarına sığınma peşinde koşuyor. Milyarlarca dolarlık kârları cebe indirirken “serbest girişimci” olan büyük sermaye grupları, kriz çanları çalmaya başladığında kayıplarını devlet eliyle tüm topluma fatura etmeye girişiyorlar. Kazançta bireycilik, kayıpta toplumculuk! İşçi sınıfı bir yandan batan bankaların ve şirketlerin zararını üstlenmek zorunda bırakılırken bir yandan da emperyalist savaşın korkunç maliyetini üsteniyor. İşsizlik, düşük alım gücü ve ödeyemedikleri kredi borçlarının bindirdiği basınç altında ezilen, hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan, emeklilik denen bir olguyu çoktandır unutan, birbiri ardına çıkarılan faşizan yasalarla ve uygulamalarla kuşatılan milyonlarca Amerikalının öfke ve hoşnutsuzluğu alabildiğine artmış durumda. İşçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu artık yeter diyor ve “değişim” istiyor. İşte tam da bu yüzden büyük sermayenin sahneye koyduğu seçim oyununun en önemli yanını “değişim” teması oluşturuyor. Baş aktörlüğü ise Demokrat başkan adayı Barack Obama yapıyor. “Değişim” vaadinin estirdiği rüzgârın etkisiyle Hillary Clinton’ı mağlup ederek beklenmedik bir seçim başarısına imza atan Obama, burjuvazinin cilalayıp parlatmak için kullanacağı pek çok özelliğe sahip. Her şeyden önce siyahiliği başlı başına bir “değişim” mesajı vermekte. Bunun yanı sıra genç oluşu, “radikal” çıkışları vb. de oyuna “heyecan katan” unsurlar arasında yer almakta.
Amerikan egemen sınıfı, işçi sınıfını burjuva politikacıların peşine takmak için, medyasıyla, üniversiteleriyle, sendikalarıyla, yazarlarıyla, sanatçılarıyla sistemin tüm unsurlarını seferber etmekte fazlasıyla ustalaşmıştır. İkiz Kulelere düzenlenen saldırıyı, içine “terör” korkusu düşürülen halkı Bush’a sarılmak zorunda bırakmanın aracı olarak kullanan egemen sınıf, şimdi de emperyalist savaş ve ekonomik kriz konjonktüründe homurdanmaya başlayan işçi sınıfının önüne “umudu”, “değişimi”, “barışı” vazeden bir aktör çıkarmaktadır. Obama, değişimin simgesi! İşçi sınıfının buna inandırılması için, solcu olarak lanse edilen dünyaca ünlü akademisyenler, sanatçılar ve hatta işçi sendikaları harıl harıl çalışmaktadır. ABD’nin en büyük sendika konfederasyonu olan AFL-CIO, işçilerden sakındığı on milyonlarca doları Obama’nın seçim kampanyasının hizmetine sunmakta, bu uğurda işçileri seferber etmektedir. Amaç, seçimler aracılığıyla kitlelerin tepkisini düzen sınırlarına hapsetmek ve sisteme olan güveni tazelemektir.
Obama konusunda yaratılan beklentiler koca bir aldatmacadan ibarettir. Obama ne savaş karşıtıdır, ne silahlanma yarışına son verecektir, ne daha fazla demokrasi getirecektir, ne de işçi ve emekçilerin çalışma koşullarını iyileştirip yaşam standartlarını yükseltecektir. Nitekim Obama’nın oy toplamak üzere başvurduğu demagojik söylem, Hillary Clinton saf dışı bırakıldıktan sonra pek çok noktada eğilip bükülmeye, hatta 180 derece dönmeye başlamıştır. Seçimler yaklaştıkça gerçek seçmenlerin, yani tekelci sermayenin gözüne girmeye çalışan Obama, gerçek yüzünü çok daha net bir biçimde göstermektedir.
Yahudi lobisinin desteğini kazanmak için Filistin sorununda açıktan İsrail’in yanında yer alan, dünya politikasının belirlendiği en önemli merkezlerden biri addedilen Bilderberg toplantılarında rüştünü ispat etmeye uğraşan, yurt içinde ve Ortadoğu-Afganistan cephelerinde yurtseverlik turları düzenleyen Obama’nın işçi-emekçi düşmanlığında ve sermaye yanlılığında Cumhuriyetçi rakibi McCain’den özde hiçbir farkı bulunmadığı açıktır.
Ülke tam bir polis devletine dönüştürülmüşken, pek demokrat Obama, Bush yönetiminin hazırladığı, istihbarat birimlerinin “terör faaliyetleri içinde bulunduğundan şüphelenilen kişilerin telefon ve elektronik haberleşmelerini mahkeme kararı olmaksızın takip etmesine” olanak tanıyan telekulak yasa tasarısına onay vereceğini açıklamaktan çekinmemektedir.
Irak ve Obama
Seçim kampanyasının ilk dönemlerinde ABD askerlerini Irak’tan kademeli olarak çekmeyi vadeden Obama, gelinen noktada buna çeşitli koşullar eklemeye başlamıştır. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra askeri birliklerin 16 ay içinde Irak’tan çekilebileceğini, ancak “çekilme takvimini ABD askerlerinin güvenliğinin ve istikrarın korunmasının belirleyeceğini ve izleyeceği politikayı sahadaki komutanlardan aldığı bilgiler doğrultusunda geliştireceğini” söyleyen Obama, böylelikle büyük sermayeye gereken mesajları vermektedir. Üstelik Obama Irak’tan çekilecek birlikleri eve döndürmeyi değil, Taliban ve El-Kaide’yle mücadele bahanesiyle Afganistan’a ve Pakistan’a sürmeyi planlamaktadır.
Son dönemlerde kampanyasını Amerikan militarizmini aktif biçimde destekleme çizgisine oturtan Obama, birkaç hafta önce, ABD başkanı olduğu takdirde Amerikan gençliğini orduya katılmaya çağıracağı ve ABD kara kuvvetlerini 65 bin asker ve 27 bin deniz piyadesiyle güçlendireceği açıklamasında bulundu. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği Ortadoğu turu vesilesiyle Afganistan, Kuveyt ve Irak’taki Amerikan birliklerini ziyaret ederken, Bush yönetimini Afganistan’a Irak kadar önem vermemekle eleştirdi ve bu ülkedeki birliklerin en az 10 bin askerle takviye edilmesi gerektiğini söyledi. Bütün bunlar Obama’nın emperyalist savaşı sona erdirme yanlısı olmadığı, olsa olsa Amerikan emperyalizminin temel savaş stratejisi kapsamında cephelere verilen ağırlığın değiştirilmesinin planlanmış olabileceğinin ipuçlarını veriyor.
Başta petrol olmak üzere Irak’ın zenginliklerinin Amerikan tekellerinin çıkarları doğrultusunda paylaşımı ve yürüyen emperyalist savaşta Irak’ın ABD üssü olma konumuna bir halel gelmemesi garanti altına alındığında, Amerikan birliklerinin bir bölümünün Afganistan’a yönlendirilmesi pekâlâ mümkündür. Böylece Pakistan’ı da içine alan geniş bir bölgeye çok daha aktif bir müdahalenin askeri olanakları yaratılmış olacaktır. Ayrıca, 100 binden fazla askerin Irak’ta konuşlandırılmasının ABD’ye aylık 10 milyar dolardan fazla maliyeti bulunmaktadır. Dolayısıyla Irak, bu kadar fazla birlik bulundurup bulundurmama konusunda Amerikan sermayesi için gelir gider hesabının iyi yapılması gereken bir alan haline gelmiştir. Tüm bunların yanı sıra, birliklerin kaydırılma ya da eve gönderilme kararında elbette İran’a yönelik planlar da önemli bir faktör olarak devreye girecektir. Tam da bu noktada, İran konusundaki son gelişmelere ve “değişimci” Obama’nın İran konusundaki yaklaşımına bakmak gerekir.
İran ve Obama
İsrail-ABD ittifakıyla İran arasındaki gerilim son haftalara kadar hız kesmeden devam ederken ve yürüyen emperyalist savaşta İran cephesinin açılmasına an meselesi olarak bakılırken, geçtiğimiz günlerde Cenevre’de Birleşmiş Milletler Genel Konseyinin daimi üyelerine (ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Çin) ek olarak Almanya ve İran’ın yer aldığı uluslararası bir müzakere toplantısı gerçekleştirildi. ABD’nin ilk defa İran’la masaya oturduğu bu toplantıda İran’a uranyum zenginleştirme programından vazgeçmesi halinde bir “teşvik paketi” vadedildi. Bu paket içinde, ABD’nin 1979’dan bu yana ilk kez, İran’a bir diplomatik büro açma, yani İran’la yeniden diplomatik ilişkiye geçme teklifi de yer alıyordu.
Amerika’nın son diplomatik girişimleri burjuva medyada “diyalog yanlısı” Rice ekibinin düşüncelerinin ağırlık kazandığı yollu yorumlara yol açtıysa da, bu tür yorumlarda ve iyimser beklentilerde ne kadar aceleci davranıldığı, toplantının üzerinden 24 saat geçmeden açığa çıktı. Nitekim İran’ın nükleer programını sona erdirmeyeceğini toplantıda da ifade etmesi üzerine, Rice ABD yönetiminin bildik tehditkâr pozisyonuna geri dönmekte gecikmedi. Tüm bunlar, ABD’nin İran konusunda nihai adımı atmadan önce, bu girişim vesilesiyle “biz elimizden geleni yaptık ama İran geri adım atmıyor” mesajı vermek istediğinin kuvvetle muhtemel olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla son dönemde hız kazanan diplomatik girişimler kimseyi aldatmamalıdır. Ortadoğu’nun son on beş yıllık tarihi bile, barış umudu yaratan her zirvenin ardından estirilen bahar havasının kara kışa dönerek yok olmasının ve barışa yönelik içi boş iyimserliğin çoğu kez savaşın alevleriyle sönmesinin örnekleriyle doludur.
ABD’nin Ortadoğu politikasını Bush ekibinin ya da Cumhuriyetçilerin politikası olarak görmek ve başkanlık koltuğuna oturması durumunda Obama’nın çok farklı bir çizgi izlemesini beklemek de gerçeklikle asla bağdaşmamaktadır. Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Hal ve Gidişatı adlı yazısında belirttiği gibi, “bu savaş, emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışından kaynaklanan gerçek çelişki ve sürtüşmelerin sonucudur.” Bu yüzdendir ki,
“Seçilecek yeni başkan hangi partiden olacak olursa olsun, ABD emperyalizminin büyük krizi atlatmak ve hegemonyayı kaptırmamak için savaş alanını genişletmeye ihtiyacı var. Ayrıca son derece önemli bir husus da unutulmamalı. Genelde tüm kapitalist ülkelerde ve hele ki ABD gibi emperyalist bir ülkede savaş aygıtını yönlendiren ve yöneten asıl savaş kurmayı finans kapital zirvesinin bir parçasıdır. Bu kurmay, genel devlet örgütlenmesinde her zaman için adeta hükümetler ve başkanlar üstü son derece önemli bir yere sahiptir. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da ve diğer bölgelerde yürürlüğe koyduğu saldırgan ve yayılmacı planlar esasen bu finans kapital zirvesinin ürünüdür. ABD siyaset sahnesinden çeşitli devlet başkanları gelir geçer, fakat uzun dönemli stratejik planlar yürürlükte kalır ve bu planlar diğer ülkelerdeki siyasal gelişmeler üzerinde de doğrudan ve çok önemli etkilerde bulunurlar.” (MT, Nisan 2008)
İran mevzusu da bu çerçevede ele alınmalıdır. “Asıl savaş kurmayı” İran’a saldırmaya karar verdiğinde açıktır ki ne Obama ne de bir başkası bu kararın dışına çıkabilir. Zaten şimdiye dek Obama’dan bu konuda tersi bir beyan da gelmemiştir. İsrail’in esip gürlediği günlerde yaptığı bir açıklamada, “hiç şüphe yok ki İran İsrail için olağanüstü bir tehdit oluşturmaktadır ve İsrail kendi güvenliğini sağlayacak kararlar almakta daima haklıdır” diyen Obama, bunu son Ortadoğu gezisi kapsamında ziyaret ettiği İsrail’de bir kez daha tekrarlamıştır. İran’ın nükleer silaha sahip olmasını önlemek için “gereken her şeyi yapacağını” da yine üzerine basarak vurgulamıştır.
Bunun yanı sıra, Demokratların dört önde gelen temsilcisinin Haziran sonunda Bush’la gizli bir toplantı yaptığı ve bu toplantıda İran sorununun ele alındığı basına sızmıştır. Bu mutabakatın ardından İran karşıtı kampanyada kullanılacak 400 milyon dolarlık bütçe, Demokratların da desteğiyle gizli ve hızlı bir şekilde onaylanmıştır.
Çok açıktır ki, Saddam’ın kimyasal silah ürettiği iddiası nasıl Irak’ın işgal edilmesi için bir bahane idiyse, İran’ın nükleer programını sürdürmesi de ABD için sadece bir saldırı bahanesidir. Gerçek neden, nükleer teknolojiye sahip olsun ya da olmasın, İran’ın, ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme planlarının önünde ciddi bir engel oluşturuyor olmasıdır. Enerji hatları ve petrol kaynakları üzerinde tam denetim kurmak isteyen ABD’nin, İran’ın bu planın önünde pürüz çıkarmasına göz yummayacağı aşikârdır.
Ancak ABD-İsrail ittifakının İran’a saldırmasının emperyalist arenada Irak saldırısı gibi sessizce karşılanacak bir hamle olmadığı da ortadadır. Tam da bu yüzden, Cenevre toplantısı, ABD’nin diplomatik çabasından ziyade AB’nin, Rusya’nın ve Çin’in iki ülkeyi uzlaştırma çabası olarak gerçekleşmiştir. Bir dipnot olarak belirtirsek, savaş riskinin emperyalist kampta ne derece yüksek görüldüğüne dair önemli bir gelişme de, Fransız petrol tekeli Total’in İran’da başlattığı 10 milyar dolarlık Güney Pars doğal gaz projesini, “siyasi riskin çok yüksek olması” nedeniyle geçtiğimiz günlerde iptal etmiş olmasıdır.
Bütün bunlar işçi sınıfını dünya ölçeğinde çok daha büyük felâketlerin beklediğini göstermektedir. Obama’nın seçilmesi bu felâket tablosunu değiştirmeyeceği gibi, egemen güçlerin emekçi kitleleri daha derin yanılsamalara sürükleyip, yaşananları görmelerinin önündeki duvarı bir kat daha kalınlaştırmalarına yardımcı olacaktır. Ancak bu duvar yıkılmaz değildir. Nasıl I. Dünya Savaşı, 1917’de Rus devrimci işçi sınıfı tarafından sömürücülerin elinde patlayan bir bombaya dönüştürüldüyse, bugün de burjuvazinin aynı bombayı hiç beklemediği bir anda kucağında bulması pekâlâ mümkündür. Evet bugün eksik olan bir şey vardır ve burjuvazi de tam da bu yüzden bu kadar pervasızlaşabilmektedir. O eksiklik, işçi ve emekçileri yönlendirecek olan Bolşevik bir önderliğin bulunmayışıdır. Ancak genişleyen korkunç savaşın ve derinleşen ekonomik krizin, giderek devrimcileşme potansiyeli artan proletaryanın bağrında böyle bir önderliği güçlendirmeyeceğini kim garanti edebilir? Tersine, burjuvazi bu korkuyu son derece yakıcı bir şekilde hissetmektedir. Her gün bir yenisini eklediği faşizan yasalar, militarist uygulamalar ve medya aracılığıyla yürütülen baskı ve sindirme operasyonları, tam da sınıfın öfkesinin devrimci kanallara yönelmesini engellemek içindir. Ancak koşullar olgunlaştığında o ırmağın önünde hiçbir setin duramayacağını tarih yüzlerce kez göstermiştir ve bunu burjuvazi de çok iyi bilmektedir.
link: İlkay Meriç, Obama Değişim mi Getirecek?, Temmuz 2008, https://en.marksist.net/node/1857
DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /2
Tek Yol Örgütlü Mücadelede