Dünyayı pençesinde kıvrandıran kapitalizm canavarı, kanını emerek hayat bulduğu emekçi sınıfları her geçen gün bir felâketten diğerine sürüklemeye ve milyonların canını almaya devam ediyor. Irak ve Afganistan’ı cehenneme çeviren emperyalist savaş kısa sürede dünya ölçeğinde derin bir ekonomik krizle bütünleşirken, fahiş biçimde artan gıda fiyatlarıyla korkunç bir hal alan açlık da bu felâket tablosunu tamamlıyor. Bu tablo, gelinen noktada, kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin büyük patlamalarla kendini dışa vurduğunun açık bir göstergesidir. Nitekim sistemin çelişkileri emekçiler cephesinde de kendini patlamalarla dışa vurmaya başlamıştır.
Son birkaç ayda, aralarında Mısır, Pakistan, Bangladeş, Burkina Faso, Tunus, Filipinler, Tayland ve Haiti’nin de bulunduğu pek çok ülkede, artan gıda fiyatları yüzünden sokaklara dökülen on binlerce emekçinin yükselttiği isyan dalgası bunun en yakın örneğidir. Burjuvazi şimdilerde açlar ordusundan yükselen ayak seslerinin şaşkınlığını yaşıyor. Sayıları bir milyarı bulan devasa bir insan kitlesinin her gece yatağa aç girmesine sonsuza dek gözünü kapatabilecek tıynetteki sömürücüler sınıfının, açların ayak sesleri karşısında gözleri faltaşı gibi açıldı. Emekçi kitlelerin boş midelerinden yükselen gurultulara sağır kesilen kulaklar, ayak seslerine karşı çok hassaslar. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF gibi emperyalist kuruluşların baş direktörleri, açıklama üzerine açıklama yaparak, burjuvaziyi yükselen tehlike karşısında uyarıyorlar: Aman dikkat, demokrasi tehlikede!
Onların demokrasi dedikleri şey hiç kuşku yok ki nam-ı diğer kapitalizmdir. O kapitalizm yüzündendir ki, dünyada her yıl açlık nedeniyle 11 milyon çocuk yaşamını yitiriyor, 850 milyondan fazla insan, yani Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği’nin toplam nüfusundan çok daha fazlası, şiddetli açlık çekiyor. Üstüne üstlük bu rakamlar son gıda krizinin öncesine aitler. Son bir yıl içinde buğday, mısır, pirinç, nohut, fasulye gibi tahıl ve bakliyat ürünlerinin fiyatlarında %35 ilâ %130 arasında artış yaşandı ve bu artış hayvancılığı da etkiledi. Bir diğer deyişle bugün açlık tablosu çok daha korkunç bir hal almış durumda.
Aklıselim burjuva ideologlar, “çok uzun bir ayaklanmalar, çatışmalar ve istikrarsızlık dönemine doğru yol alıyoruz” diyerek burjuvaziyi uyarıyorlar. Dünya Bankası başkanı Robert Zoellick ise, gıda fiyatlarındaki artışın devam etmesi halinde açlar ordusuna 100 milyon kişinin daha ekleneceğini belirterek, hükümetleri 500 milyon dolarlık acil yardım yapmaya çağırıyor. Evet 500 milyon dolar! Dünya ölçeğinde hüküm süren açlığa acil müdahale için gereken para miktarı bu! Yani ABD’nin Irak’ı cehenneme çevirmek için bir günde harcadığı paranın yarısı… Yani emperyalist devletlerin son birkaç ayda kriz nedeniyle batan bankaları kurtarmak için akıttıkları yüz milyarlarca doların yanında devede kulak…
Buna rağmen, dünyanın iliğini sömüren emperyalist sermayenin umarsızlığı devam ediyor. Örneğin ABD 200 milyon, İngiltere 60 milyon, Almanya ise rica minnet 50 milyon dolarlık yardımda bulunacağını duyuruyor ve bu emperyalist devletler sanki büyük bir lütufmuş gibi bundan övünçle bahsediyorlar. Sadece Türkiye’de birkaç pirinç spekülatörünün son bir ayda halkın cebinden çaldığı paranın 150 milyon doları geçtiği hesaba katıldığında, bu rakamların sergilediği tablo kapitalizmin insana verdiği değeri bir kez daha ortaya koyuyor.
Ancak sermayenin kısa vadeli çıkarları uğruna takındığı bu umarsız tavrın dönüp sistemin kuyusunu kazacağını çok iyi bilen uluslararası sermaye kuruluşları, hissettikleri yakın tehlike karşısında alarm çanlarına asılmak zorunda kalmaktalar. IMF başkanı Dominique Strauss-Kahn, 12 Nisan tarihli bir basın konferansında şunları söylüyordu:
“Eğer gıda fiyatları bugünkü gibi yükselmeye devam ederse, bunun, Afrika’nın da dahil olduğu fakat sadece Afrika’dan ibaret olmayan geniş bir ülkeler grubunda, nüfus üzerindeki sonuçları korkunç olacak. Yüz binlerce insan açlıktan ölecek. Çocuklar, sonuçlarını tüm yaşamları boyunca hissedecekleri bir beslenme yetersizliği çekecekler. Üstelik hükümetlerin çoğu … halk karşısındaki meşruiyetlerinin tümüyle yıkıldığını görecekler. Bu yüzden, bu yalnızca bir insanlık sorunu değildir. Yalnızca bir ekonomik sorun değildir. Aynı zamanda demokratik bir sorundur. Geçmişten öğrenerek bildiğimiz gibi, bu tip sorunlar bazen savaşa yol açar. Bu yüzden, eğer meta fiyatlarındaki, özellikle de gıda fiyatlarında aşırı yükselişin korkunç sonuçlarından kaçınmak istiyorsak, bu sorunu şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla dikkate almamız gerekiyor. … Bunun için IMF’nin reforme edilmesi kesinlikle zorunlu…”
Çokuluslu tekellerin daha fazla kâr edebilmeleri için tüm dünya tarımını onların çıkarları doğrultusunda örgütleyen, fiyatları alabildiğine yükselten, işçilerin ve köylülerin iliğini kurutan ve onları korkunç bir yıkıma sürükleyenler, şimdi utanmadan bu sözleri sarf ediyorlar. Ancak onların derdi hiçbir zaman ölen yüz milyonlarca insan olmamıştı, şimdi de değildir. Bu beylerin ölesiye çekindikleri şey, çok açıktır ki, işçi ve emekçi kitlelerin ayağa kalkarak bu sömürü düzenini sermayenin kafasına yıkacakları bir devrim tehlikesidir. Adını koymaktan istedikleri kadar çekinsinler, “geçmişten öğrenerek bilinen”, “bazen savaşlara yol açan” ve “demokratik bir sorun” olan şey, tam da böylesi bir devrimdir.
Burjuvazi çok iyi bilmektedir ki, fırınların önünde uzayıp giden kuyruklar ve açların ayak sesleri, Fransız devriminden Rus devrimine, tarihteki tüm büyük devrimlerin ilk işaretleri olmuştur. İşte sömürücüler sınıfının şimdilerde duymaya başladığı korkunun asıl nedeni budur. Çünkü devrim “tehlike”sinin ayak sesleri, tüm dünyada yükselmeye başlamıştır. Haiti’de hükümet deviren, Mısır’da Hüsnü Mübarek iktidarını sarsan, Bangladeş’te askeri diktatörlüğü hop oturtup hop kaldıran, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da burjuvaziyi tirtir titretenler, açlığın, sefaletin ve işsizliğin pençesinde kıvranan işçi ve emekçi kitlelerdir. Yıllardır dizginsizce sömürülen ama görmezden gelinen bu kitleler, sokağa çıktıkları anda birden görünmez hayaletler olmaktan çıkmış ve burjuvaziye dev olarak görünmeye başlamıştır. Ve bu sadece bir başlangıçtır!
Emperyalist tekellerin yıkım tehdidi altındaki tarım
Liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şiarını son otuz yıldır neoliberal uygulamalar aracılığıyla azgınca hayata geçiren burjuvazi, tüm dünyada emekçi kitleleri daha da derin bir sefalete sürükledi. Burjuvazi, SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünden aldığı cesaretle, bir yandan had safhada örgütsüzleştirilen işçi sınıfına dizginsiz bir biçimde saldırdı, bir yandan da geri ülkelerde korkunç bir tarımsal yıkım programını uygulamaya soktu. Doğası gereği, üretimi planlamaktan alabildiğine uzak olan kapitalizm, yıkımı gayet planlı bir biçimde gerçekleştirmekte pek mahirdir. Emperyalist tekellerin IMF ve Dünya Bankası eliyle uygulamaya soktukları bu yıkım programı, tüm az ve orta gelişmiş ülkelerde tarımı altüst etti. Pek çok ülkede, kuşaklardır geleneksel olarak üretilmekte olan temel tarımsal ürünlerin yerini, büyük sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda belirlenen ürünler aldı. ABD ve AB’nin sübvansiyonlu ucuz ürünleriyle rekabet edemeyen milyonlarca köylü, tarlalarını terk edip, hayvancılıktan vazgeçip, kentlere göç etmek zorunda bırakıldı.
BM Gıda Programı raportörü Jean Ziegler, “AB’nin Afrika’ya maliyetlerin üçte biri fiyatına ihracat yapmakta olduğunu ve burada tarımsal üretimi engellediğini” açıkça itiraf ediyor. Kuşkusuz emperyalist gıda tekellerinin tarımsal üretimi engelledikleri ya da diledikleri gibi yönlendirdikleri ülkeler sadece Afrika ülkeleri değil. Asya’dan Latin Amerika’ya pek çok ülkede aynı strateji güdülüyor. Türkiye de bu ülkelerden biri.
Emperyalist tekellerin izlediği politikalar sonucunda, dünya tahıl stokları son 25 yılın en düşük noktasına inmiş durumda. Yani uzun süreli ve yaygın etkisi olacak kuraklık, sel gibi doğal felâketler karşısında insanlığın başvurmak zorunda kalacağı gıda stokları her geçen gün azalıyor. Ancak buna rağmen, on binlerce hektar arazi üretimin “kârsız” olması nedeniyle ekilmiyor. Çünkü her şeyi kâra endeksleyen kapitalist piyasa sistemi, daha ucuz ürünlerle rekabet edemediği için mahsulünü satamayan yüz binlerce çiftçiyi üretimden alıkoyuyor. Petrol fiyatlarındaki artışın mazot, gübre ve nakliyat giderlerini aşırı ölçüde tırmandırdığı, çiftçilerin tohum için bile çokuluslu gıda tekellerine bağımlı oldukları bir dünyada, üreticilerin ezici bir çoğunluğunun böyle bir rekabet şansı zaten bulunmuyor. Sonuçta ekmeğini topraktan kazanamayan milyonlarca insan hızla kırlardan kentlere akıyor.
Çok değil 25 yıl önce, “dünyada kendi tarımıyla kendini besleyebilen yedi ülkeden biriyiz” diye övünen Türkiye’de de tarım üreticileri bugün aynı girdabın içinde kıvranmaktadır. Keyfi bir tercih olmayıp, dünya kapitalizminin mevcut durumunun zorunlu bir parçası olarak uygulanan tarımsal yıkım programı sonucunda, buğdaydan şekere, mercimekten mısıra, pirinçten muza pek çok tarım ürünü ithal edilir hale gelmiştir. Tarlalar ıssızlığa terk edilirken, en bereketli tarım arazilerine fabrikalar, konutlar inşa edilirken, başta İstanbul olmak üzere pek çok büyük kent, iş ve ekmek umuduyla buralara akın eden milyonlarla dolmuş durumdadır. Ancak milyonlarca emekçi, kentlerde de iş bulamamakta ve açlık ve sefaletten kurtulamamaktadır.
Tahıl fiyatlarının dünya piyasalarının çok üzerinde artış kaydettiği Türkiye’de, son bir yılda pirinç fiyatları %140, tarım bakanının sözde ona alternatif olarak gösterdiği bulgurun fiyatı %155, kırmızı mercimek %112, mısır %94, kuru fasulye %167 oranında arttı. Diğer tahıl ve baklagillerin fiyatlarıysa %50-65 oranlarında zamlandı. Ezici bir çoğunluğun en temel besin maddesi olan ekmek iki ay içinde üç zam gördü. Milyonlarca emekçiyi iş ve aş vaadiyle kandırıp onların oylarıyla iktidar koltuklarına yerleşenlerse, gıda ithalatından trilyonlar vurmaktalar. Bütün bunlar, işçi-emekçi yığınların kanını sülük gibi emen burjuvazinin, emperyalistiyle, millisiyle, işbirlikçisiyle, dindarıyla, dinsiziyle, topyekûn, hiçbir insani değer tanımadığının ve yalnızca sermayesini ne kadar arttırdığına baktığının açık bir göstergesidir.
Biyoyakıtlar: “çevre dostu” mu insanlık düşmanı mı?
Kapitalist sistemde, insan için hayati önem taşıyan gıda maddeleri de diğer her şey gibi meta olarak görülür ve o şekilde üretilir. Daha fazla kâr uğruna tarlalar, bağlar, bahçeler tümüyle ortadan kaldırılıp, hiç düşünmeden, silah fabrikasına, maden ocağına, sanayi sitelerine ya da yazlık konut alanlarına dönüştürülür. Bunu görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’nin son 40 yılına bakmak bile sermayenin kâr uğruna gerçekleştirdiği yıkım ve talanın ne boyutlara vardığını görmemiz için yeterlidir.
Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tarım alanları kentleşme ve sanayileşme yüzünden hızla küçülürken, son yıllarda buna bir de mevcut tarım alanlarının biyolojik yakıt ürünlerine ayrılması eklenmiştir. Soya, mısır, ayçiçeği, kanola, aspir, şeker kamışı gibi çoğu temel gıda maddeleri olan bitkiler, şimdilerde gıda olarak kullanılmak üzere değil etanol ve biyodizel elde etmek üzere üretiliyorlar. Yani yiyeceğimiz ürünler yakıt üretmek için kullanılıyor. Petrol fiyatlarındaki aşırı artışın alternatif kaynaklar bulmaya zorladığı emperyalist tekeller, enerji sorununa insanlığın çıkarları doğrultusunda kalıcı çözümler bulmak yerine, kısa vadede ceplerini dolduracak çözümlere sarılıyorlar. Bunu hayırlı bir işmiş gibi göstermek üzere ürettikleri bahane de hazır: “Temiz, yenilenebilir, tükenmeyen, çevre dostu biyolojik yakıtlar küresel ısınmayı azaltıyor!”
Oysa baktığımızda, küresel ısınmanın en büyük sorumlularından olan petrol tekellerinin, söz konusu yakıt ürünlerini, otomobil tekelleriyle ve dünyayı açlığa mahkûm eden dev gıda tekelleriyle el ele vererek ürettirdiklerini görüyoruz. Üstelik hektarlarca ormanı yok ederek, milyonları besleyen tarım arazilerinin ürün yapısını değiştirip buraları söz konusu ürünlerin ekim alanları haline getirerek… Amaç, tüm bunlar pahasına, giderek rezervleri azalan ve fiyatı artan petrolden daha ucuz yakıt üretmektir. Tarım arazilerinde biyoyakıt üretilmeye başlanan Afrika’nın, Latin Amerika’nın yoksul halkları aç kalabilirler, ama karnı tok sırtı pek Batılıların otomobilleri yakıtsız kalmamalıdır! Le Monde Diplomatique’te yayınlanan bir makalede bu gerçek şu sözlerle dile getiriliyor:
“Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5,75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD yılda 35 milyar galon hedefliyor. Bu hedefler kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamını etanol ve biyodizele dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini altüst eder. Bu nedenle Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar. Endonezya ve Malezya, Avrupa biyodizel pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un toplam alanına eşit; hükümet şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.” (Eric Holtz-Giménez, Haziran 2007)
Biyolojik yakıt üretimini kazanç kapısı haline getiren Brezilya’nın devlet başkanı Lula, daha birkaç gün önce, “Gana’da, İsveç pazarı için yılda 150 milyon litre etanol yapımı için gereken 27 bin hektarda şeker kamışı üretecek bir proje” geliştirdiklerini açıkladı.
Uzmanlar, büyük bir otomobilin yakıt deposunu doldurmak için kullanılan tahıl miktarının, bir kişinin bütün bir yıl boyunca tüketeceği tahıl miktarına eşit olduğunu ifade ediyorlar. Bu gerçeğe rağmen, dünyanın en büyük tahıl üreticisi olan ABD’de, mısır mahsulünün yaklaşık beşte biri etanol üretimine ayrılıyor ve bu oranın üçte birler düzeyine yükseltilmesi hedefleniyor. Bu aynı zamanda, mısır kullanılan her türlü gıda maddesinin, hayvan yemlerinin ve dolayısıyla et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerin fiyatının daha da tırmanacağı anlamına geliyor. Yani yakıt depolarının her bir doluşu, tekellerin cebine yeni dolarlar, açlar ordusuna ise yüzlerce insan ekliyor. Tüm bunlar, kapitalist kâr güdüsünün insanlığı sürüklediği korkunç uçurumu bir kez daha tüm derinliğiyle gözler önüne seriyor.
Yüz milyonların canı pahasına yükseltilen gıda fiyatları
Son dönemde tüm dünyada gıda fiyatlarının aşırı artmasının temel nedenlerinden birini de, ekonomik krizin derinleşeceğini ve bunun gıda fiyatlarında yükselişe neden olacağını öngören sermaye gruplarının hızla gıda alanına kaymaları oluşturuyor. Başta konut piyasası olmak üzere borsa ve hisse senedi piyasalarında yaşanmakta olan çöküşün ardından, “güvenli liman” olarak görülen bu kârlı alana kayışın hız kazandığı ifade ediliyor. Büyük tekellerin, başta tahıl ürünleri olmak üzere pek çok gıda ürününü stokladıkları ve böylece fiyatları yapay bir biçimde yükselttikleri de ekonomi uzmanları tarafından dile getiriliyor. Salt daha fazla kâr uğruna ve milyonlarca insanın açlıktan ölümü pahasına tümüyle spekülatif bir fiyat artışı yaratılıyor.
Ekonomik krizi ve savaşları fırsat bilip gıda fiyatlarını tırmandırmak, burjuvazinin bu tür dönemlerde sıkça başvurduğu bir yöntem aslında. Kapitalizmin derin krizlere girdiği ve bu krizlerin savaşlarla, hele de iki büyük emperyalist savaşla birleştiği geçmiş dönemlerde de, gıda ürünlerini stoklayarak karaborsaya düşüren ve bu şekilde fiyatları aşırı derecede tırmandıran sermaye grupları bu işten muazzam kazançlar elde etmişlerdi. Üstelik fiyatların düşmesini engellemek için burjuva devletler de devreye girmişlerdi. Örneğin, yüz binlerce insanın açlıktan kırılıp ekmek için kitlesel yürüyüşler düzenlediği büyük 1929 krizi döneminde, büyük sermayenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan Amerikan devleti, fiyatların düşmesini engellemek için tonlarca gıda maddesini imha etmekten çekinmemişti. 1933’te çıkarılan bir yasa ise, fiyatların düşmesini engellemek için tarımsal üretimi sınırlandırmayı öngörüyordu. Bu yasanın uygulamaya konulması sonucunda on milyonlarca dönüm arazide ürünler toprağa gömüldü, meyveler çürümeye terk edildi ve 6 milyon domuz katledildi. Sadece ve sadece, fiyatlar düşmesin ve kan emici burjuvazi daha fazla semirsin diye!
Gerek tarihsel gerçekler gerekse günümüzün gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortadayken, burjuva ekonomistler, köşe yazarları, akademisyenler, yaşanan gıda krizinin sorumlusu olarak, kapitalizmi tövbe billah ağızlarına almadan binbir suçlu buluyorlar. Burjuvazi, yaşanan krizlerin, savaşların, açlığın, yoksulluğun sorumlusunu, sistemin dışında gördükleri birtakım saiklere yüklemekten hiçbir zaman geri durmadı. Kimi zaman kuraklık, sel, don gibi doğal olaylar yüzünden tabiatı suçladı, kimi zamansa bizzat açlığın, yoksulluğun, savaşların, krizlerin mağduru olan işçileri ve emekçileri. Bugün de değişen bir şey yok. Dünya nüfusunun aşırı hızla arttığını söyleyip Malthus’a sarılanı mı ararsınız, tüm suçu kapitalizmle asla bağını kurmadıkları küresel ısınmaya ya da petrol fiyatlarındaki artışa yükleyenini mi, yoksa utanmadan Çinlilerin refah düzeyinin yükselmesi nedeniyle daha çok protein ve gıda tükettiklerinden dem vuranını mı? Ama sonuçta hepsi, dönüp dolaşıp, dünyada tüm nüfusa yetecek gıda yok demeye getiriyorlar.
Oysa bugün dünyada tüm insanları besleyecek yeterlilikte ürün mevcuttur. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), yeryüzünde herkesi günde 2200 kalori değerinde kuru ve taze meyve, sebze, süt ürünleri ve etle doyurmaya yetecek kadar gıda maddesinin mevcut olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet sisteminin deli gömleğiyle elleri kolları bağlanan milyonlarca insan, yiyecek olmadığı için değil, gıda ürünleri onların ulaşamayacakları kadar pahalı olduğu için aç kalmaktadırlar. Kapitalizmin tarihi boyunca kıtlıklar daima yoksullar için geçerli olmuş ve onları vurmuştur.
Bugün dünya tahıl stoklarında önemli bir azalma olmakla birlikte bir kıtlık sorunu yoktur. Şurası çok açık ki, yaşanan açlık, besin maddelerinin tüm insanlığa yetecek bollukta olmamasından değil, milyarlarca emekçinin yarattığı müthiş zenginliğe bir avuç asalak tarafından el konulmasından kaynaklanmaktadır. Üretici güçlerin geldiği mevcut aşamada, bilim ve teknoloji, toprağın verimini ve tarımsal ürünlerin kalori değerini (yani besleyiciliğini) geçmişe oranla kat kat arttıran bir gelişmişlik düzeyine sahiptir. Bunun yanı sıra makineleşmenin ulaştığı düzey sayesinde üretimin minimum miktarda işgücüyle yapılması da fazlasıyla mümkün hale gelmiştir. Bugün AB ve ABD’de nüfusa oranları yüzde 4’ler seviyesine inen sınırlı sayıda çiftçinin ürettiği milyonlarca ton tarım ürünü tüm dünyaya ihraç ediliyor ve yüz milyonlarca insanı doyurmaya yetiyor. Ancak söz konusu üretimin tümüyle plandan azade ve kapitalist kâra endeksli bir şekilde gerçekleştirilmesi, tarımda boşa çıkan milyonlarca insanı işsizliğe ve açlığa mahkûm ediyor.
Yüz milyonlarca işçinin işsiz kalmasının, yüz milyonlarcasının ise günde 10-12 saat çalışmalarına rağmen açlık çekmesinin tek nedeni kapitalist sömürü sistemidir. Oysa üretim araçlarının, bilimin ve teknolojinin mevcut gelişmişlik düzeyinde, çalışabilir nüfusun dünya ölçeğinde planlı bir üretime dahil edilmesi halinde, hem iş saatlerinde inanılmaz bir düşüşün, hem muazzam bir bolluğun, hem de tüm insanlığın bu bolluktan eşit şekilde yararlanmasının sağlanması fazlasıyla mümkündür. Ancak bunun kapitalizm altında gerçekleşmesinin olanağı yoktur. Bunun yapılabilmesi için, gezegenimizin kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet prangasından kurtarılması ve üretimi insanlığın çıkarları doğrultusunda demokratik bir biçimde planlayan bir sistemin, sosyalist bir dünya sisteminin hayata geçirilmesi gerekiyor. Üretilen tüm zenginliği herkesin eşit şekilde paylaşacağı böylesi bir sistem kurulmadığı takdirde, insanlık, önündeki korkunç uçuruma yuvarlanmaktan kurtulamayacaktır.
Elif Çağlı’nın Kapitalizmin Hal ve Gidişatı adlı makalesinde söylediği gibi: “… ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak. Yakıcı sorunların olumlusundan çözümlenme olasılığı, bugün yaşanan olayların tozu dumanı ve kitlelerin örgütsüzlük koşullarının yarattığı karamsarlık nedeniyle henüz berrak biçimde algılanamıyor. Ancak, aslında tarih önümüze istenirse çözümü pekâlâ mümkün olan sorunları koymuş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı, emperyalist-kapitalizmin insanlığı uçuruma sürükleyecek topyekûn saldırısını püskürtecek tarihsel kudrete sahiptir. Bu muazzam potansiyel, dünyanın kaderini yoksul ve masum insan yığınlarının lehine değiştirmek üzere devrimci bilinç ve örgütlenmenin tılsımıyla fiili güce dönüşmeyi bekliyor.”
link: İlkay Meriç, Kapitalizm İnsanlığı Açlığa Mahkûm Ediyor, Mayıs 2008, https://en.marksist.net/node/1790
Sakarya’daki Provokasyonların Sorumlusu Burjuva Devlettir!
Militan Bir Sendikal Mücadele İhtiyacı