2007 1 Mayısı işçi sınıfı hareketi açısından birçok bakımdan ibret dolu bir süreç oldu. Şüphesiz birçok yönü olan ve işçi örgütleri ve sosyalist çevrelerde tartışılacağını umduğumuz bu sürecin bizce dört ana boyutu öne çıkmaktadır. Birincisi, sermaye devletinin başka her türlü kitlesel aktivite için izin verebildiği Taksim’i işçi-emekçi kitlelere yasaklaması ve bu uğurda uyguladığı vahşi terör, ikincisi, işçi hareketinin genel durumunun bilinmesine rağmen DİSK’in Taksim ısrarının anlamı, üçüncüsü ise sosyalist çevrelerin bu durum karşısındaki tutumu, dördüncüsü ise sonuçta doğan genel durumdur.
Sonuncu noktadan başlayacak olursak, 2007 1 Mayısının özünde 2004’tekine benzer bir tablo ortaya çıkardığını öncelikle belirtmek gerekiyor. Türkiye’deki 1 Mayıs kutlamalarının her zaman kalbi durumunda olan İstanbul kutlamaları yine bölünmüş, hatta bu kez paramparça olmuştur. 1 Mayıs öncesindeki tartışma ve tutumlar olsun, sonrasındaki ilk değerlendirmeler olsun, ne yazık ki 2004’te yaşananlardan pek ders alınmadığını da ortaya koymaktadır. Bu nedenle 2004 1 Mayısının ardından Marksist Tutum sitesinde yapılan değerlendirmenin (Elif Çağlı, 1 Mayıs’ın Ardından, www.marksist.com) temel unsurları aynen geçerliliğini korumakta ve bir kez daha doğrulanmaktadır. Ancak bu durum samimi sınıf devrimcileri için bir övünç vesilesi olmaktan çok bir üzüntü vesilesi olabilir.
Çünkü o zaman olduğu gibi bugün de sınıf hareketinin cılız ve geniş işçi kitlelerin sınıf bilincinin hayli gerilemiş olduğu koşullarda bölünmüş, parçalanmış bir 1 Mayıs, toplam olarak sınıf hareketini daha ileri götürmemiş, 1 Mayıs bilincinin yeni işçi bölüklerine yayılmasına katkıda bulunmamıştır. Sınıf temelli çabalar açısından şu ya da bu çevre özelinde münferit olarak sevindirici başarılar olabilirse de sınıf hareketinin bütünü açısından manzara budur. Ne hazindir ki, darbecilerin milyona yakın kalabalıkları meydanlara topladığı günlerde, bunları misliyle katlayabilecek sayısal potansiyeli olan işçi-emekçi kitleler kendi mücadele günleri olan 1 Mayıs’ta adamakıllı bir kitlesel miting bile yapamamış duruma düşürülmüştür. İşçi hareketinin, darbeciliğin dümen suyundaki sürüye, mütevazı da olsa bir yanıt verme fırsatı tek kelimeyle heba edilmiştir.
1 Mayıs 2007 devlet güçleri tarafından İstanbul’da faşizan bir sıkıyönetimin hâkim kılındığı tam bir devlet terörü günü yapılmış, sermaye devleti işçi-emekçileri Taksim’e çıkarmama adına tüm İstanbul’u felç etmeyi göze alarak kentin dört bir yanını savaş alanına çevirmiştir. Taksim’e gitmek isteyen işçi ve emekçiler ile devrimciler vahşice saldırılara uğramış, bazıları ağır olmak üzere birçok kişi yaralanmış ve ilk bilgilere göre bin civarında kişi gözaltına alınmıştır. Devlet güçlerinin, Taksim’e ulaşılmasını önleme çabaları isterik boyutlara varmış ve konuya ilgisiz kent halkında bile valiye odaklanan bir tepki ve öfkeye yol açmıştır. İşçi sınıfı hareketi yükseldiğinde ve anlamlı bir örgütlü güce ulaştığında, başka her türlü kitlesel etkinliğe açık olan Taksim’in işçilere yasaklanmasının ve işçilere, devrimcilere yönelik devlet terörünün hesabı elbet sorulacaktır; diğer kaybedilmiş mevziler gibi Taksim de kazanılacaktır.
Ama sorun tam da buradadır. Devlet güçlerinin Taksim konusundaki tutumu bir sır olmadığına ve bu bakımdan yaşanacaklar üç aşağı beş yukarı belli olduğuna göre, DİSK, yanında KESK ve TTB ile birlikte neden Taksim konusunu ısrarlı biçimde zorlamıştır? Sınıf hareketinde anlamlı bir yükseliş yaşanmış ve sıra Taksim’in fethine mi gelmiştir? Herkes böyle bir yükseliş olmadığını gayet iyi biliyor. Peki, her şeye rağmen DİSK, KESK gibi işçi örgütleri, yine de güçlerini zorlayarak öncelikle kendi tabanlarını ve sonra da örgütsüz geniş işçi yığınlarını 1 Mayıs için örgütleyip seferber ederek bu doğrultuda ciddi bir hazırlık mı yapmışlardır? Bunun olmadığını biliyoruz. Taksim’i fethetmek gibi kocaman hedeflerden dem vuran DİSK, 1 Mayıs günü en azından örgütlü olduğu fabrikalarda iş bırakarak kutlamalara gelmek gibi çok daha mütevazı, ama samimiyet göstergesi olacak anlamlı hedefler için bile parmağını kıpırdatmamıştır.
Bunların hiçbirisi söz konusu değilken DİSK’in zorlamasının anlamı nedir? Devrimci çevreler yayınlarında kâh DİSK tabanının kâh devrimcilerin basıncından söz etmeyi seviyorlar. Ama biraz ciddiyet gerekmez mi? Fabrikalarda, işçi-emekçi semtlerinde sınıf içinde çalışma yapmayanlar için belki uzaktan meseleyi böyle koymak daha gönül ferahlatıcı gelebilirse de, gerçeklik böyle değildir. Şu anda DİSK tabanındaki işçilerin genel olarak diğer sendikalardaki tabandan bir farkı yoktur. Ve bir yandan devrimcilerin bu tabanda yeterli bir gücü ve çalışması olmadığı için, diğer yandan da DİSK’in sözde solcu ve devrimci yöneticilerinin işçilerin sınıf bilincini ve örgütlülüğünü geliştirmek için hiçbir şey yapmamaları nedeniyle bu böyledir. DİSK bürokrasisinin devrimci hareketten etkilendiği savı ise daha büyük bir fantezidir. Bunun için bir sebep var mıdır? Bu ancak DİSK tabanında yeterli büyüklükte örgütlü bir devrimci etkinlik olması durumunda mümkündür. Böyle bir olgunun olmadığını bildiğimiz gibi, son yıllardaki DİSK yönetimlerinin herhangi bir şekilde dışsal bir devrimci basınç altında kalarak attığı dişe dokunur bir adım olmadığını da biliyoruz. İşin gerçeği bugün Taksim nasıl işçi sınıfı için yeniden kazanılması gereken bir mevzi ise, geçen sayıda vurguladığımız gibi, DİSK de aynen öyledir.
Dürüstçe işin doğrusunu konuşmak gerekiyor. DİSK yönetimi bir yandan uzun zamandan beri ağzında gevelediği sol parti kurma projesiyle iştigal etmekte ve bunun için bir zemin oluşturmaya çalışmaktadır. Diğer yandansa, burjuva kampta uzun zamandır sürmekte olan ve şimdilerde bir muhtırayla hükümetin indirilmesine kadar vardırılan it dalaşında hükümet karşıtı statükocu cephenin dümen suyuna girmektedir. DİSK’in son anda verilen bir kararla 1 Mayıs’tan hemen 2 gün önceki darbeci güçlerin büyük mitingine katılmış olması bunun sadece sembolik bir göstergesidir. Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle it dalaşının iyice kızışmış olduğu ve hükümetin orta sınıfların isterik kitle gösterileriyle de köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığı bir dönemde, DİSK sorumsuz tutumuyla, miting için toplanan işçi-emekçi kitleleri bir devlet terörüyle yüz yüze bırakmıştır. Bu, onun niyeti her ne olursa olsun böyledir.
1 Mayıs’ın hemen ardından büyük burjuva medyanın birdenbire hükümetin adamı olarak tanınan valiyi topa tutup istifaya çağırması, İstanbul’a faşizmin hâkim olduğundan dem vurması ve adeta Taksim’e izin verilmesini savunur bir havada haber ve yorumlar yapması manidar değil midir? Sermaye medyasının başına taş mı düştü? Bu medya işçi-emekçilerin Taksim’e çıkmasını istiyordu da biz mi duymadık! Çatışmalı bir süreç olacağı belli olan Taksim girişimine, genel olarak çatışmalı kitle eylemlerinden öcü gibi kaçan ve mevcut burjuva kapışmada darbecilere göz kırpan ulusalcı solcu çevrelerin de katılması başka bir gösterge değil midir?
Devrimci çevreler bu oyunun farkında değiller miydi? Devrimci çevreler uzun yıllar boyunca yenilen kazıklar neticesinde DİSK’e karşı genel bir güvensizlik besliyorlardı kuşkusuz. Fakat bu güvensizlik esasen DİSK’in Taksim kararının sonuna kadar arkasında durup durmayacağı noktasındaydı. Sorunun bu boyutunu bir yana bırakacak olursak, yine de asıl mesele bu değildir. Asıl olan Türkiye solunun esasen işçi sınıfının gerçek durumundan tümüyle kopuk, sabırlı, sebatlı bir çalışmadan uzak, reklâmcı, düellocu küçük-burjuva karakteridir. Bu konu, üzerinde uzun boylu söz edilmeyi gerektirse de şimdilik 2004 yılı 1 Mayısı bağlamında yapılan değerlendirmeye ilave edecek fazla bir söz bulunmuyor:
“Devrimci bayrağın yükseltilmesi mücadelesinde asıl kıymetli olan, zaten devrimci bilince ulaşmış kadroların bunu bir biçimde teşhir etmesinden ziyade, geride duranları elden geldiğince biraz daha öne çekebilmektir. Bu nedenle 1 Mayıs benzeri eylemlerde Bolşevik kadroların içinde çalışma yürüttükleri kitleden kopmamaları ve duydukları devrimci heyecanı onlara da iletebilmenin yol ve yöntemi üzerinde odaklaşmaları gerekiyor. Devrimci unsurların sınıfın geri kitlesini kendi kaderiyle baş başa bırakarak, devrimci heyecanı kısa vadede çok daha fazla tatmin edebilirmiş gibi görünen yerlere yönelmeleri tek kelimeyle sorumsuzluktur.” (age)
2007 1 Mayısı açık bir kayıp olduğu ve ciddi bir sorgulamaya gidilerek bundan ders çıkarılması gerektiği halde, devrimci çevrelerin yayınlarında 1 Mayıs’ın “zafer”le sonuçlandığı yazılabiliyorsa, meselelere işçi sınıfını esas alan komünist bir perspektifle zerrece bakılmadığını ve bu topraklarda küçük-burjuva reklâmcı damarın ne denli güçlü olduğunu bir kez daha anlayabiliriz. Buna karşı işçi sınıfı devrimcileri mütevazı çabalarını bürokratların pis oyunlarına kurban etme lüksüne sahip değildirler. Gerçeklikten kopuk zorlamalarla işçi sınıfının geniş kesimlerinde anlamsız bir moral bozukluğuna katkıda bulunmak bizim işimiz olamaz. İşçi sınıfı devrimcileri küçük-burjuva rekabetçiliğinden, duygusallıktan kendini arındırabilmeyi başarmış, serinkanlı bir duruş geliştirebilmelidirler. Bu tutum bizim küçük-burjuva toprağımızda özellikle önem taşımaktadır. Gelecek 1 Mayıslar ve diğer mevziler ancak bu tutum yaygınlaştığı ölçüde kazanılabilir.
link: Marksist Tutum, 1 Mayıs 2007’nin Ardından, Mayıs 2007, https://en.marksist.net/node/1505
Postal Gölgesinde Devlet Solculuğu
Marksist Tutum’la beş yıl