Devrimde Proletaryanın Partisi ve Burjuva Partileri[1]
Yoldaşlar, biliyorsunuz ki, partimizin şimdi sona eren devrimimiz esnasındaki resmi görüşüyle ve bu devrimde burjuva partiler tarafından oynanan rolle radikal bir biçimde tartıştım.
Menşevik yoldaşlara kendi görüşleri olağanüstü karmaşık görünüyor. Beni sık sık, Rus devrimi hakkında fazla basitleştirilmiş bir düşünceye sahip olmakla suçladılar. Ama yine de, karmaşıklık olarak kılık değiştiren aşırı şekilsizliğe rağmen –ya da belki de özellikle bu şekilsizlik yüzünden– Menşeviklerin görüşü, Bay Milyukov’un bile anlayabildiği çok basit bir formüle indirgenir. Kadet partisinin ideolojik önderi, geçenlerde İkinci Devlet Duması Seçimleri adıyla yayınlanan kitabına eklediği notunda şöyle yazıyor:
Dar anlamda sol-kanat gruplara, yani sosyalist ve devrimci gruplara gelince, onlarla bir anlaşmaya varmak daha zor olacaktır. Fakat burada yine, kesin olarak hiçbir olumlu faktör olmayabilirse de, aramızdaki yakınlaşmaya bir dereceye kadar yardım edecek çok güçlü olumsuz faktörler bulunmaktadır. Onların amacı bizi eleştirmek ve gözden düşürmektir, ve diğer nedenlerle değilse bile bu nedenle, varolmak ve etkin olmak zorundayız. Biliyoruz ki, tüm sosyalistler için, yalnızca Rusya’da değil, dünyanın her tarafında, şimdi meydana gelen devrim, bir sosyalist devrim değil burjuva devrimdir ve demokratik burjuvazi tarafından gerçekleştirilmek zorundadır. Dünyanın hiçbir yerinde sosyalistler … böyle bir demokrasi için aday olmaya hazır değildirler, ve eğer halk onları büyük bir kalabalık halinde Dumaya gönderseydi, bu elbette bugün sosyalizmi kurmak için değil, onların hazırlayıcı “burjuva” reformları başarıyla gerçekleştirmeleri için olurdu.… Bu yüzden, parlamenter rolünü oynayarak kendilerini tehlikeye atmaktansa bu rolü bize bırakmaları, onlar için çok daha yararlı olacaktır.
Gördüğünüz gibi, Milyukov doğrudan meselenin özüne giriyor. Biraz önce aktardığım pasaj, Menşeviklerin, devrime ve burjuvaziyle sosyal demokrasi arasındaki ilişkilere dair görüşlerinin tüm temel unsurlarını kapsamaktadır. “Şimdi meydana gelen devrim, bir sosyalist devrim değil burjuva devrimdir.” Bu ilk nokta. Burjuva devrim “demokratik burjuvazi tarafından” yapılmalıdır. Bu da ikinci nokta. Sosyal demokrasi burjuva reformları kendi eliyle gerçekleştiremez; onun rolü yalnızca muhalefettir ve “eleştirmek ve gözden düşürmek”ten ibarettir. Dördüncü ve son olarak, sosyalistlerin muhalefette kalabilmelerini mümkün kılmak için, “biz (yani, demokratik burjuvazi) varolmak ve etkin olmak zorundayız.”
Peki ya “biz” mevcut değilsek? Ya burjuva devriminin başını çekmeye yetenekli bir burjuva demokrasisi yoksa? O zaman o icat edilmek zorundadır. Ve Menşeviklerin yaptığı şey de kesinlikle budur. Onlar, zengin hayal güçleriyle, bir burjuva demokrasisini, onun niteliklerini ve tarihini inşa ediyorlar.
Materyalistler olarak bizler, herşeyden önce kendimize burjuva demokrasisinin toplumsal temelleri sorusunu sormalıyız. Bu, hangi sınıflar, nüfusun hangi katmanları içinde destek bulabilir?
Hepimiz hem fikiriz ki, kapitalist burjuvazi tümüyle bir devrimci güç olarak söz konusu değildir. Kelimenin en geniş anlamında ulusal bir devrim olan büyük Fransız Devrimi sırasında bile, bazı sanayiciler Lyon’da karşı-devrimci bir rol oynadılar. Ama bize, burjuva devrimin yol gösterici gücü olarak hep orta ve özellikle küçük burjuvaziden söz ediliyor. Bu küçük burjuvazi tam olarak neyi temsil etmektedir?
Jakobenler, zanaat atölyelerinden çıkan kent burjuvazisi tarafından desteklenmişti. Küçük zanaatkârlar, çıraklar, bütün küçük kent nüfusu sıkı sıkıya onlarla birleşmiş, devrimci baldırı çıplakların ordusunu, Montagnard’ların önder partisinin temel desteğini oluşturmuştu. Zanaatsal işin uzun tarihsel okulundan geçmiş olan kent nüfusunun bu sağlam kitlesi, devrimi ileri taşımıştı. Devrimin nesnel sonucu, kapitalist sömürü için “normal” koşulların yaratılmasıydı. Fakat tarihsel sürecin toplumsal mekanizması, burjuvazinin bu egemenlik koşullarının, ayaktakımı, sokakların demokrasisi ve baldırı çıplaklar tarafından yaratılmasını emretti. Burjuva toplumu tüm işe yaramaz süprüntülerinden temizleyen onların terör diktatörlüğüydü, sonra burjuvazi, küçük burjuva demokrasisinin diktatörlüğünü alaşağı ederek egemenlik kurdu,
Ne yazık ki ilk kez olmamakla beraber, soruyorum: Rusya’da, bir devrimci burjuvaziyi kendi omuzları üzerinde yükseltebilecek, onu iktidara yerleştirebilecek ve proletaryaya muhalefet ederek böyle olağanüstü bir görevi yerine getirme olanağını verebilecek toplumsal sınıf nerededir? Asıl soru budur ve bir kez daha bunu Menşeviklere havale ediyorum.
Doğrudur, muazzam bir devrimci köylülük kitlesine sahibiz. Fakat Azınlıktan yoldaşlar da benim kadar bilirler ki, köylülük ‑yine de devrimci olabilir‑ bağımsız, az da olsa önderlik edici, politik bir rol oynama yeteneğine sahip değildir. Şüphesiz köylülük devrimin hizmetindeki olağanüstü bir güç olduğunu ispatlayabilir, fakat bir mujik partisinin burjuva devriminin başında yer alabileceğine ve kendi inisiyatifiyle ulusun üretici güçlerini eski prangalarından kurtarabileceğine inanmak bir Marksiste yakışmaz. Modern toplumda önderlik eden şehirdir ve yalnız o bir burjuva devrime önderlik etmeye yeteneklidir. Peki bizim ulusa önderlik etme yeteneğine sahip olabilecek kent burjuvazimiz nerededir?
Yoldaş Martinov, elde büyüteç onu pek çok kez aradı. Saratov’da öğretmenleri, Petersburg’da avukatları ve Moskova’da istatistikçileri buldu. O ve onun gibi düşünenler, bir zamanlar on sekizinci yüzyılın sonundaki baldırı çıplakların yarı-proleter zanaat burjuvazisinin doldurduğu yeri, Rus devriminde sanayi proletaryasının doldurduğunu kabul etmeyi reddediyorlar. Yoldaşlar, bu temel gerçeğe dikkatinizi çekmek isterim.
Bizim büyük sanayimiz, doğal olarak zanaatsal işten gelişmedi. Şehirlerimizin ekonomik tarihi asla bir zanaat döneminden geçmedi. Rusya’da kapitalist sanayi, Avrupa sermayesinin doğrudan ve acil basıncı altında oluştu. O, aslında, hiç zanaatsal kültürün direnciyle karşılaşmaksızın, ilkel bakir toprağı ele geçirdi. Yabancı sermaye, devlet borçları kanalından ve özel teşebbüsün boru hatlarından geçerek Rusya’ya aktı. Zanaatsal işin gelişmesine ya da hatta oluşumuna bile izin vermeksizin, kendi etrafında bir sanayi proletaryası ordusu topladı. Bu sürecin bir sonucu olarak, burjuva devrimi sırasında şehirlerimizdeki temel güç, toplumsal olarak son derece gelişmiş türden bir sanayi proletaryasından ibaretti. Bu, çürütülmesi mümkün olmayan ve devrimin taktiklerine ilişkin tüm kararlarımızın tam temelinde yer alması gereken bir gerçektir.
Azınlıktan yoldaşlar eğer devrimin zaferine inanıyorlarsa ya da hatta yalnız böyle bir zaferin olabilirliğini kabul ediyorlarsa, proletarya haricinde, devrimci iktidarı talep etme hakkımızın olamayacağını inkâr edemeyeceklerdir. Tıpkı Fransız Devrimindeki küçük-burjuva şehir demokrasisinin devrimci ulusun başında yer alması gibi, şehirlerimizin tek devrimci demokrasisi olan proletarya da öyle köylü kitlelerin desteğini almaya çalışmalı ve devrim muzaffer olursa iktidarı almalıdır. Doğrudan proletarya tarafından ve onun aracılığıyla da devrimci köylülük tarafından desteklenen bir hükümet, henüz sosyalist bir diktatörlük anlamına gelmez. Bir proleter hükümet beklentilerine şu an daha fazla değinmiyorum. Belki de Jakoben demokrasisinin düşmesi gibi, proletarya da, burjuvazinin egemenliği için yer açarak düşmeye yazgılıdır. Sadece bir şeyi saptamak istiyorum: Plehanov’un tahmin ettiği gibi, Rusya’daki devrimci hareket bir işçi hareketi olarak zafer kazanırsa, o zaman proletaryanın Rusya’daki zaferi ancak proletaryanın devrimci zaferi olarak mümkündür, ya da başka hiçbir şekilde mümkün değildir.
Bu sonuç üzerinde inatla ısrar ediyorum. Eğer proletaryayla köylü kitleler arasındaki toplumsal çelişkilerin, proletaryanın köylülüğün önderi olmasına izin vermeyeceğini, ve bizzat proletaryanın zafer için yeterince güçlü olmadığını kabul etmek zorundaysak, o zaman devrimimizin hiçbir şekilde kazanmaya yazgılı olmadığı sonucuna varmalıyız. Eğer öyleyse, o taktirde devrimin doğal sonucu, liberal burjuvaziyle eski iktidar arasında bir anlaşma olmalıdır. Bu tür bir sonucun olabilirliğiyle kesinlikle yüzleşmeliyiz. Ama bu yol devrimin yenilgisine gider, içsel zayıflıktan dolayı bir yenilgiye.
Esasen Menşeviklerin analizi –ve en başta da, onların proletaryayı ve onun köylülükle olası ilişkilerini değerlendirmeleri– onları kaçınılmaz olarak devrimci karamsarlığa doğru sürükler. Yine de onlar bu mantığı görmezlikten gelmekte ısrar ediyorlar ve bunun yerine, kendi devrimci iyimserliklerini … burjuva demokrasisine dayandırıyorlar. Bu nedenle onların tavrı Kadetlere yakındır. Onlar için Kadetler burjuva demokrasisinin simgesidir ve burjuva demokrasisi de devrimci iktidarın doğal talibidir.
Yoldaş Martinov, anayasal demokratik partinin tarihinin tüm felsefesini bu bakış açısıyla inşa etmiştir. Ona göre, Kadetler devrimci sükûnet dönemlerinde sağa, devrimci yükseliş dönemlerinde ise sola salınırlar; ve bu nedenle de devrimci geleceği onlar miras alacaklardır. Ne var ki burada Kadetlerin tarihinin maksatlı olarak önyargılı bir tasavvura uydurulduğuna dikkat çekmeliyim. Martinov bize, 1905 Ekiminde Kadetlerin grevlere sempatiyle yaklaştıklarını hatırlatır. Bu inkar edilemez bir olgu. Fakat onların platonik sempatilerinin gerisinde ne yatmaktadır? Sokak teröründen en kaba burjuva korku. Devrimci hareket daha da güçlendikçe, Kadetler politik arenadan tümüyle kaybolmuşlardır. Milyukov bu kayboluşun nedenlerini, alıntıladığım broşürde tam bir açık yüreklilikle izah eder:
17 Ekimden sonra, özgür politik toplantılar Rusya’da ilk kez görünmeye başladığında, bunlar şüphesiz sol-kanat bir ruh hali taşıyorlardı.… 1905’in son ayları boyunca, bu eğilime direnmek tümüyle olanaksızdı, hatta o sırada mevcudiyetinin ilk aylarında olan ve parlamenter mücadeleye hazırlanan Kadetler gibi bir parti için bile. Şimdi Kadetleri o sırada toplantılar düzenleyerek Troçkizmin “devrimci yanılsamalarına” ve Blanquizme sapmaya karşı çıkmayı başaramamakla suçlayanlar, bu dönem boyunca toplantılara katılan demokratik halkın ruh halini ya hiç anlamıyorlar ya da unuttular. (İkinci Devlet Duması Seçimleri, s. 91-92)
Gördüğümüz gibi, Bay Milyukov, benim adımı devrimin en yüksek noktasına ulaştığı dönemle ilişkilendirerek beni fazlasıyla onurlandırıyor. Ama alıntının ilginçliği bundan kaynaklanmıyor. Bizim için önemli olan nokta şudur ki, Ekim ve Kasımda Kadetlerin yapabildiği tek iş, devrimci “yanılsamalarla” mücadele etmekten, yani aslında devrimci kitle hareketine muhalefet etmekten ibaretti, ve bu işi yapmayı başaramamalarının tek nedeni de, o sırada halk toplantılarına katılan demokratik halktan korkmalarıydı. Ve mevcudiyetlerinin tam da balayında! Devrimimizin doruğunda!
Yoldaş Martinov, Kadetlerin grevcileri platonik olarak selamladığını hatırlıyor. Ama tek yanlı bir tarihçi olarak o, Kadetlerin başını çektiği zemtsi Kasım kongresinden bahsetmeyi unutuyor. Kongre halk hareketine katılım sorununu tartışmış mıydı? Hayır, Witte’nin bakanlığıyla anlaşmanın koşullarını tartışmıştı. Sivastopol ayaklanmasının haberleri geldiğinde, Kongre acilen ve kararlı bir şekilde sağa kaymıştı –sağa, sola değil. Ve yalnızca Milyukov’un, özet olarak, Tanrıya şükür ayaklanma çoktan bastırılmıştı anlamına gelen konuşması, yalnızca bu konuşma, Kadetlerin zemtsini anayasal dümen suyuna sokmayı başarmıştı. Görüyorsunuz ki, Martinov’un genel tezi çok ciddi kayıtlara açıktır.
Sonra ilk Dumadaki Kadetlere geliyoruz. Şüphesiz bu, liberal partinin tarihindeki en “parlak” sayfadır. Peki bu geçici başarı neyi açıklıyordu? Boykot taktiğine ilişkin değerlendirmelerimiz farklı olabilir. Ama hepimiz kabul etmeliyiz ki, bu taktik, yapay olarak ve bu nedenle de ancak geçici olarak, geniş demokratik katmanları Kadetlere yöneltmiş, birçok radikali kendilerini Kadet partinin temsil ettiğini düşünmeye zorlamış ve böylece Kadetleri “ulusal” muhalefet organına dönüştürmüştü; bu istisnai durum, Kadet’leri, yoldaş Martinov’un da sözünü ettiği Vyborg bildirisini yayınlamaya sevk etmişti. İkinci Duma seçimleri sırasında, Kadetler, “devrimci yanılsamalar”la mücadele etme noktasındaki daha doğal konumlarına çoktan geri dönmüşlerdi. Kadet partinin tarihçisi Bay Aleksey Smirnov, Kadetlerin nüfuzunun çok büyük olduğu şehirlerde yaşanan seçim kampanyası hakkında şunları söylüyor: “Kentli seçmenler arasında hükümeti destekleyen hiç kimse yoktu.… Bu nedenle, seçim toplantılarında mücadelenin odak noktası Halkın Özgürlüğü partisiyle sol sosyalist partiler arasındaki tartışmaya kaymıştı.” (İkinci Devlet Duması Seçimleri, s. 90)
İlk seçimdeki muhalefet kaosu, ikinci kampanyada yerini devrimci demokrasi sorunu üzerine bir mücadeleye bırakmıştı. Kadetler kendi seçmenlerini, demokrasinin, devrimin ve proletaryanın sloganlarına karşı harekete geçirmişti. Temel gerçek budur. Kadetlerin toplumsal tabanı giderek daha dar ve daha az demokratik oluyordu. Ve bu geçici, arızi, süreksiz bir durum değildi. Liberalizmle devrimci demokrasi arasındaki gerçekten ciddi bir bölünmeye işaret ediyordu. İkinci seçimin bu sonucu hakkında Milyukov’un hiçbir yanılsaması yoktu. İlk Dumada Kadetlerin çoğunluğa sahip olduklarına –“belki hiçbir rakiplerinin olmaması yüzünden”– ve ikinci seçimde çoğunluğu kaybettiklerine dikkat çektikten sonra, Kadet partisinin önderi şöyle diyor: “Ama bunun yerine, ülkenin, devrim taktiklerine karşı bizim taktiklerimizden yana olan önemli bir bölümünün desteğine sahibiz.” (age., s.286)
Azınlığı oluşturan yoldaşlarımızın olayları değerlendirirken eşit şekilde açık görüşlü ve kesin olmalarını istemekten başka bir şey yapamayız. Gelecekte işlerin farklı olacağını mı sanıyorsunuz? Kadetler bayrakları üzerinde bir kez daha demokrasi yazacak ve daha devrimci mi olacaklar? Ya da tersine, devrimin daha ileri gitmesinin demokratlarla liberaller arasında nihai bir ayrışmaya yol açacağını ve sonuncuları gericilik kampına fırlatacağını mı düşünüyorsunuz? Kadetlerin ikinci Dumadaki taktikleri buna yol açmıyor mu? Sizin taktikleriniz buna yol açmaz mı? Dumadaki konuşmalarınız? Halk toplantılarındaki ve basındaki suçlamalarınız? O zaman Kadetlerin doğruları göreceklerine ve yollarını değiştireceklerine olan inancınız neye dayanıyor? Politik gelişmedeki olgulara mı? Hayır, kendi şemalarınıza. “Devrimi sonuna kadar götürmek” için şehir burjuvazisine ihtiyaç duyuyorsunuz. Onu her yerde arıyor ve Kadetlerden başka bir şey bulamıyorsunuz. Ve bu yüzden, onlar hakkında giderek daha şaşırtıcı biçimde iyimserleşiyor, onları süsleyip püslüyor, onları oynayamadıkları, oynayamayacakları, oynamak da istemedikleri bir tarihsel rolü oynamaya zorlamak istiyorsunuz.
Pek çok kez sormuş olmama rağmen, hâlâ asıl soruma bir yanıt almış değilim. Devrime ilişkin hiçbir tahmininiz yok. Politikanız perspektiften yoksun.
Ve bu yüzden, burjuva partilere karşı tutumunuz, hatırlamanın kongre açısından iyi olacağı şu sözcüklerle formüle ediliyor: “Duruma göre.” Size göre, proletarya halk kitleleri üzerinde nüfuz kurmak için sistemli bir mücadele yürütmez; taktik adımlarının her birini, tek bir yol gösterici fikrin, ezilen emekçileri bir araya getirme, onların gözü kulağı ve önderi olma fikrinin bakış açısından gözden geçirmez; hayır, o politikasını “duruma göre” yürütür. Çok büyük zaferler uğruna geçici kazanımlardan vazgeçme olanağını yitirir; herşeyi ampirik olarak ölçüp tartar, tüm politik eylemlerini “duruma göre” planlar. Yoldaş Plehanov, neden sarışınları esmerlere tercih etmek zorunda olayım diye sormuştu. Güzel, eğer sarışınlar ve esmerlerden bahsediyorsak, bunun, Almanların Privatsache dedikleri özgür kişisel tercih meselesi olduğunu kabul etmeliyim. Yüksek ilkeleriyle bilinen Aleksinski’nin bile, eylem birliğinin bir önkoşulu olarak, kongrenin onların saç rengine dair bir “düşünce birliği”ne varması gerektiğini ısrarla savunacağını sanmıyorum. (Alkışlar)[2]
PROLETARYA VE RUS DEVRİMİ
Rus Devrimine İlişkin Menşevik Teori Üzerine[3]
Her iyi Avrupalı ve daha az olmamak üzere her Avrupalı sosyalist, Rusya’nın beklenmedik bir ülke olduğunu düşünür. Çok basit, çünkü nedenlerini bilmediğinizde sonuçlar daima beklenmedik görünür. On sekizinci yüzyıldaki Fransız gezginler, Rusların ateşler yakarak sokaklarını ısıttıklarını anlatıyorlardı. Yirminci yüzyılın Avrupalı sosyalistleri doğal olarak buna inanmıyorlardı, ama yine de Rus ikliminin sosyal demokrasinin gelişmesine olanak verme açısından çok sert olduğunu düşünüyorlardı. Tersi de doğrudur. Hangisi olduğunu unuttuğum bir Fransız romancı, Eugéne Sue ya da Dumas pére, kahramanına Rusya’da, sous l’ombre d’une kljukwa, bir kliukvanın[4] gölgesinde, çay içirtir. Şüphesiz, bugün eğitim görmüş her Avrupalı, bir kliukva bitkisi altında bir insanla bir semaver için yer bulmanın, bir devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zor olduğunu bilir. Ama Rus devriminin muazzam olayları, tüm beklenmedikliğiyle birlikte, pek çok Batılı sosyalisti, yakın zamana kadar sokak ısıtma ihtiyacı duyan Rus tabiatının, aniden narin kutup bitkilerini dev baobap ağaçlarına dönüştürme yeteneği kazandığına inanmaya sevk etti. Bu nedenledir ki, devrimin ilk güçlü etkisi Çarlığın askeri kuvvetleri tarafından ezildiğinde, birçokları alelacele kliukvanın gölgesinden hayal kırıklığının gölgesine geçtiler.
Bereket versin ki, Rus devrimi sosyalist Batıda Rus toplumunu anlamaya dönük hakiki bir arzu doğurdu. Ne var ki hangisinin daha değerli olduğunu söylemekte zorlanıyorum –bu entelektüel ilgi mi, yoksa, herşeye rağmen, en azından dalgayla kumsala vuran bir köpek ölüsünün okyanusun bir “armağanı” olması anlamında, devrimin bir armağanı olan üçüncü devlet Duması mı?
Devrimin uyandırdığı ilgiyi karşılamak için üç kitap yayınlayan Stuttgart’daki Dietz yayınevi teşekkürü kesinlikle hak etmektedir.[5] Bununla birlikte dikkat çekmeliyiz ki, bu üç kitap katiyen eşit değerde değildir. Maslow’un çalışması Rusya’daki tarım ilişkileri üzerine büyük bir incelemedir. Onun bilimsel değeri öyle büyüktür ki, yalnızca kitabın aşırı biçimsel zayıflığını değil, yazarın Marx’ın toprak rantı teorisinin makul bir versiyonundan uzak olmasını bile affetmek mümkündür. Hiçbir bakımdan bağımsız bir inceleme olmayan Pasçitnow’un kitabı, Rus işçisinin konumuna ilişkin bir miktar yararlı malzeme sunmaktadır; fabrikada ya da madende, evde, hastanede, bir dereceye kadar sendikasında, ama ülkenin toplumsal organizması içinde değil. Yazar bunu yapmaya asla kalkışmamaktadır. Sonuç olarak, onun çalışması, Rus proletaryasının devrimci rolünü anlamaya çok az yardımcı olmaktadır.
İşte Tscherewanin’in son günlerde Almanca bir çevirisi basılan broşürünün aydınlatmaya çalıştığı önemli sorun budur; ve izleyen sayfalarda bizim tartışmak istediğimiz de bu broşürdür.
I
Tscherewanin, devrimin genel nedenlerini analiz ederek başlıyor işe. Devrimi, ülkenin kapitalist gelişiminin karşı konulmaz talepleriyle Rus devletinin ve kanunlarının feodal biçimleri arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak görüyor. “Ekonomik gelişmenin acımasız mantığı,” diyor, “feodal soyluluk dışında kalan tüm halk katmanlarının, sonunda hükümete karşı düşmanca bir tutum benimsemek zorunda kaldığı bir durum yarattı.” (s.10)
Muhalif ve devrimci güçlerin bu mevzilenişinde, “proletarya kuşkusuz, merkezi bir rol oynadı.” (age) Ama proletaryanın yalnızca muhalif bütünün parçası olarak bir önemi vardı. Proletarya, yeni burjuva toplumun yaratılması mücadelesinin tarihsel çerçevesi içinde, yalnızca burjuva muhalefet tarafından desteklendiği ölçüde ya da daha doğrusu bizzat proletarya devrimci eylemleriyle burjuva muhalefeti desteklediği ölçüde etkili olabilirdi. Ve tersi: proletarya, aşırı eylemlerle (ya da isterseniz tarihsel olarak olgunlaşmamış eylemleriyle) kendisini burjuva demokrasisinden yalıttığı her durumda yenilgiye uğramış ve devrimin gelişimini yavaşlatmıştır. Tscherewanin’in tarih teorisinin özü budur.[6]
Tüm broşür boyunca, Rus proletaryasının devrimci gücünün ya da politik rolünün her abartılışına bıkmadan usanmadan karşı çıkıyor.
9 Ocaktaki büyük dramatik olayı analiz ederek şu sonuca varıyor: “Troçki, işçilerin 9 Ocakta Kışlık Saray’a mütevazı ricalarla değil, bir taleple yürüdüklerini yazarken yanılıyor.” (s.27) O, parti örgütünü, Petersburg proletaryasının 1905 Şubatında –o sırada kitlelerin seçtiği temsilciler kendileri için genel ve yasal garantiler talep etmişler, reddedilmeleri üzerine orayı terk etmişler ve işçiler temsilcilerinin tutuklanmasına greve giderek yanıt vermişlerdi– Senatör Şidlovski komisyonu konusunda gösterdiği olgunluğu abartmakla suçluyor. Büyük Ekim grevinin kısa bir tarihsel taslağını veriyor ve çıkardığı sonuçları şöyle formüle ediyor: “Ekim grevini yapmaya girişen unsurları ve bunda burjuvazinin ve aydınların oynadığı rolü gördük. Şunu açıkça tespit ettik ki, proletarya mutlakıyete bu ciddi ve muhtemelen ölümcül darbeyi kendi kendine ya da salt kendi güçleriyle indirmedi.” (s.56) 17 Ekim bildirgesinin yayımlanmasının ardından, tüm burjuva toplum, sükûnetin yeniden kurulmasını istiyordu. Bu yüzden devrimci ayaklanma yolunu seçmek, proletarya açısından “çılgınlık”tı. Proletaryanın enerjisi, Duma seçimlerine kanalize edilmeliydi.
Tscherewanin, o sıralarda Dumanın yalnızca bir vaat olduğuna, kimsenin seçimlerin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini ya da gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediğine işaret edenlere ateş püskürüyor. Bildirgenin yayınlandığı gün yazdığım bir makaleden alıntı yaparak, şunları söylüyor: “Şu anda kazanılan zafer, İşçi Temsilcileri Sovyetinin gazetesi olan İzvestia’da, bildirgenin hemen ardından oldukça yanlış bir biçimde küçümsendi: «Bir anayasa verildi, ama otokrasi yerinde duruyor. Herşey verildi, ve hiçbir şey verilmedi.»”
Bundan sonra Tscherewanin’e göre işler giderek daha da kötüye gitti. Proletarya, Duma seçimleri için genel oy hakkı talep eden zemtsi kongresini desteklemek yerine, iki yeni ve “şüpheli” müttefik (köylülük ve ordu) seçerek, liberalizm ve burjuva demokrasisiyle çok sert bir kopuşu tahrik etti. Devrimci araçlarla sekiz saatlik işgününe geçiş, Polonya’daki sıkıyönetime bir yanıt olarak Kasım grevi –yanlış yanlışı izledi ve gidilen yol, sosyal demokratlar tarafından yapılan daha büyük hatalarla birlikte, ilk Dumanın çöküşüne ve karşı-devrimin zaferine zemin hazırlayan ölümcül Aralık bozgunuyla son buldu.
Tscherewanin’in tarihe bakışı böyledir. Alman çevirmen, yazarın ithamlarını ve acımasız eleştirilerini yumuşatmak için elinden gelen herşeyi yapıyor, ama Tscherewanin’in çalışmasının bu yumuşatılmış biçimi bile, proletaryanın devrimci rolünün gerçek anlamda bir tanımından çok, proletaryanın devrimci suçlarının iddianamesi gibi görünüyor.
Tscherewanin aşağıdaki satırlar boyunca, toplumsal ilişkilerin materyalist analizinin yerine biçimsel bir çıkarımı koyuyor: devrimimiz bir burjuva devrimdir; muzaffer bir burjuva devrim, iktidarı burjuvaziye geçirmelidir; proletarya burjuva devrimde işbirliği yapmalıdır; sonuç olarak proletarya, iktidarı burjuvazinin eline geçirerek işbirliği yapmalıdır; bu nedenle, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi düşüncesi, proletaryanın bir burjuva devrim dönemindeki doğru taktikleriyle taban tabana zıttır; proletaryanın bugün izlediği taktikler, onu bir devlet iktidarı mücadelesine sürükledi ve bu yüzden kötü oldu.
Sanıyorum Skolastiklerin sorites [zincirleme tasım –ç.n.] dedikleri bu güzel mantıksal kurgu, en önemli sorunu bir kenara bırakıyor: bir burjuva devrimin gerçek iç toplumsal güçleri ve sınıfsal mekanizması sorununu. Klasik örneği biliyoruz. Fransız Devriminde, kapitalist burjuvazinin hegemonyası için gereken koşullar, muzaffer baldırı çıplakların terörist diktatörlüğü tarafından hazırlanmıştı. Bu, kentli nüfusun ana kitlesini zanaatkâr ve dükkâncı küçük-burjuvazinin oluşturduğu bir dönemde olmuştu. Bu kitleye Jakobenler önderlik ediyordu. Bugün Rusya’da kentli nüfusun ana kitlesini sanayi proletaryası oluşturmaktadır. Bu analoji, “burjuva” devrimin zaferini, yalnızca devrimci iktidarı ele geçiren proletaryanın olanaklı kıldığı potansiyel bir tarihsel durumu ileri sürmek için yeterli midir? Ya da devrim bu yüzden bir burjuva devrim olmaktan çıkar mı? Evet ya da hayır. Yanıt biçimsel tanımlara değil olayların daha sonraki gidişatına bağlıdır. Eğer proletarya, kendisi tarafından özgürleştirilen köylülük de dahil burjuva sınıfların oluşturduğu bir koalisyon tarafından alt edilirse, o zaman devrim sınırlı burjuva karakterini yitirmeyecektir. Ama eğer proletarya kendi politik hegemonyasını kurmak için bütün araçları kullanmakta başarılı olursa ve böylece Rus devriminin ulusal sınırlarını kırarsa, bu devrim dünya sosyalist devrimine bir giriş olabilirdi.
Rus devriminin hangi aşamaya ulaşacağı sorusu, hiç kuşkusuz yalnızca koşullara bağlı olarak yanıtlanabilir. Ama bir şey mutlak ve kesindir: Rus devriminin yalnızca “bir burjuva devrim” olarak tanımlanması, onun içsel gelişimi hakkında hiçbir şey söylemez ve kesinlikle proletaryanın kendi taktiklerini, devlet iktidarının tek yasal talibi burjuva demokrasisi olduğu için ona uyarlaması gerektiği anlamına gelmez.
II
Herşeyden önce: bu “burjuva demokratları” ne tür bir politik toplulukturlar? Liberallerden söz edersek, insanlar onları genellikle halk yığınlarıyla, özellikle de köylülükle özdeş tutuyorlar. Ama gerçekte, sorunun kökü tam da burada yatıyor, böyle bir özdeşleşme olmadı ve olamaz.
Kadetler –son iki yılda, liberal çevrelerdeki genel havayı belirleyen parti– zemstvo anayasalcılarıyla “Kurtuluş Birliği”nin birleşmesiyle 1905’te kuruldu. Zemtsideki liberal fronde, bir yandan toprak sahiplerinin devletin inanılmaz sınai himayeciliğinden kaynaklanan kıskançlıkları ve hoşnutsuzluklarının; öte yandan Rusya’nın tarımsal ilişkilerindeki barbarca geriliğin ekonomiyi kapitalist bir temele oturtma önünde engel olduğunu gören daha ilerici toprak sahiplerinin muhalefetinin ifadesiydi. Kurtuluş Birliği, “saygın” toplumsal mevkisi ve bundan kaynaklanan refahı nedeniyle devrimci bir yol tutmaktan alıkonan aydın kesimi kendi bayrağı altında birleştiriyordu. Bu beylerin pek çoğu daha önce “legal” Marksizm okulundan geçmişlerdi. Zemstvo muhalefeti her zaman korkakça iktidarsızlığıyla ayırt edilmişti ve bizim En Yüce ahmak 1894’te bunların politik özlemlerini “anlamsız hayaller” diye nitelerken, yalnızca acı bir gerçekliğe işaret ediyordu. Ama öte yandan, kendi toplumsal ağırlıkları olmayan ve dolaylı ya da dolaysız olarak devlete, devlet himayeli büyük sermayeye ya da liberal toprak sahiplerine bağımlı bulunan ayrıcalıklı aydınlar, ılımlı ölçüde etkin bir politik muhalefeti bile oluşturacak yetkinlikte değildi.
Bu yüzden Kadet partisi, zemtsinin muhalif iktidarsızlığı ile diplomalı aydınların iktidarsızlığının bir bileşimiydi. Zemtsi liberalizminin gerçek yüzü, 1905 sonunda, tarımsal kargaşalardan dolayı şaşkına dönen toprak sahiplerinin eski rejimi desteklemek yönünde keskin bir dönüş yaptıklarında açığa çıktı. Liberal aydın kesim, herşey olup biterken bir evlatlıktan başka bir şey olmadığı kır malikanesini gözlerinde yaşlarla terk etmek ve tarihsel yuvası olan kentte kabul görmeye çalışmak zorunda kaldı. Eğer üç seçim kampanyasının sonuçlarını toplayacak olursak, Petersburg ve Moskova’nın, onun özel nüfus tasnifleriyle, Kadetlerin kaleleri olduğunu görürüz. Yine de Rus liberalizmi, bütün acıklı davranışlarından görebildiğimiz kadarıyla, topyekün önemsizliğinin üstesinden gelmeyi asla başaramamıştır. Niçin? Bunun açıklaması, proletaryanın devrimci aşırılığında değil, daha derinlerdeki tarihsel nedenlerde aranmalıdır.
Burjuva demokrasisinin toplumsal tabanı ve Avrupa devriminin itici gücü, çekirdeğini kent küçük burjuvazisinin –zanaatkârlar, tüccarlar ve aydınlar– oluşturduğu üçüncü zümre idi. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı, onun çözülüş süreciydi. Kapitalist gelişme yalnızca Batıdaki zanaatsal demokrasiyi ezmekle kalmayıp, onun Doğuda oluşmasını da her zaman engelledi.
Avrupa sermayesi, ev zanaatkârlarının Rusya’sına geldiğinde, onlara köylüden ayrılmaları ya da kent zanaatkârı olmaları için hiç zaman tanımadı, onları doğrudan fabrikanın esareti altına soktu. Bu arada, Rusya’nın eski, arkaik şehirlerini de –Moskova da dahil “büyük köy”– modern sanayi merkezlerine dönüştürdü. Proletarya, hiçbir zanaatkâr geçmişi, hiçbir zanaat geleneği ya da önyargısı olmaksızın, daha baştan kendisini geniş yığınlar halinde bir araya getirilmiş halde buldu. Büyük sermaye, sanayinin bütün temel dallarında, orta ve küçük sermayenin ayağının altındaki zemini zahmetsizce koparıp aldı. Petersburg ve Moskova’yı, demiryollarını ya da telgrafı hayalinde bile görmemiş olan ve 300 işçi çalıştıran bir işyerini, tasavvur edilebilecek en büyük işletme olarak gören 1848’in Viyana’sı ya da Berlin’iyle, hele hele 1789’un Paris’iyle mukayese etmek mümkün değildir. Ama şurası çok açıktır ki, Rus sanayisi, sıra yoğunluk derecesine geldiğinde, yalnızca diğer Avrupa devletleriyle mukayese kabul etmemekle kalmaz, onları çok geride bırakır. Aşağıdaki küçük tablo, bunu açıklamaya hizmet etmektedir:
Alman İmparatorluğu[7] (1895 Nüfus sayımı) | Avusturya İmparatorluğu[8] (1902 Nüfus Sayımı) | Rusya[9] (1902 Nüfus Sayımı) | ||||
İşletme sayısı | İşçi sayısı | İşletme sayısı | İşçi sayısı | İşletme sayısı | İşçi sayısı | |
51-1.000 arası işçi çalıştıran işletmeler | 18.698 | 2.595.536 | 6.334 | 993.000 | 6.334 | 1.202.800 |
1.000'den fazla işçi çalıştıran işletmeler | 255 | 448.731 | 115 | 179.876 | 458 | 1.155.000 |
Elliden az işçi çalıştıran işletmeleri buraya almadık, çünkü Rusya’da bunlara ilişkin mevcut veriler çok eksiktir. Ama bu tablodaki iki satır bile, Rusya’nın, üretim yoğunlaşması açısından Avusturya sanayisi karşısındaki muazzam üstünlüğünü gösteriyor. Oysa orta ya da büyük ölçekli işletmelerin toplam sayısı –tamamen rastlantısal olarak– aynı (6.334) iken, Rusya’daki dev ölçekteki işletmelerin (1.000 işçiden fazla) sayısı Avusturya’dakinin dört katıdır. Eğer karşılaştırmayı, geri kalmış Avusturya yerine Almanya ve Belçika gibi daha ileri kapitalist ülkeler temelinde yapacak olursak, yine benzer bir sonuca varırız. Almanya, işçi sayısı toplam olarak 1 milyonun oldukça altında olan 255 dev işletmeye sahipken, Rusya, işçi sayısı toplam olarak 1 milyonun üzerinde olan 458 işletmeye sahiptir. Aynı nokta, Rusya’da farklı kategorilerdeki ticari ve sınai işletmelerin elde ettikleri kârları karşılaştırınca, çok daha çarpıcı biçimde aydınlanıyor.
Karlar | İşletme Sayısı | Milyon ruble olarak karlar |
1.000-2.000 ruble | 37.000 ya da %44,5 | 56 ya da %8,6 |
50.000 rubleden fazla | 1.400 ya da %1,7 | 291 ya da %45,0 |
Başka bir deyişle, bütün işletmelerin yaklaşık olarak yarısı toplam kârların onda birinden daha azını alıyor, oysa bütün işletmelerin altmışta biri, tüm artı değerin neredeyse yarısını alıyor.
Bu rakamlar, kapitalizmin Rusya’ya geç ulaşmasının, kapitalistlerle işçiler –burjuva toplumunun bu ikiz kutupları– arasındaki çelişkiyi son derece keskinleştirdiği gerçeğine anlamlı bir şekilde tanıklık etmektedir. Rusya’daki işçiler, derneklerden ve loncalardan doğan zanaatsal ve ticari demokrasinin Batı Avrupa’da buna denk düşen süreçte işgal ettiği yeri –yalnızca genel ekonomide ya da kent nüfusunun bileşiminde değil, aynı zamanda devrimci mücadelenin ekonomisinde de– işgal etmektedir. Henüz kendisini bir sınıf olarak şekillendirmeye zaman bulamamış olan genç proletaryayla elele feodalizmin Bastille’ini zapteden güçlü küçük burjuvazinin izine Rusya’da rastlanmamaktadır.
Küçük burjuvazinin her zaman ve her yerde politik olarak biraz amorf bir yapıya sahip olduğu doğrudur; hatta muazzam politik etkinlik gösterdiği en iyi tarihsel günlerinde bile. Ama, Rusya’daki gibi, sınıf çelişkileri uçurumunda asılı duran, feodal geleneklerin ve akademik önyargıların ağına takılan, sosyalist beddualar eşliğinde doğan, işçileri etkilemeyi düşünmeye bile cesaret edemeyen ve toprak sahiplerinin çıkarlarıyla savaşarak, proletarya yerine köylülüğün başına geçmekten aciz olan, ümitsizce gecikmiş bir burjuva-demokratik entelijensiya varsa, o zaman, belkemiği olmayan bu acınası demokrasi, Kadet Partisi halini alır.
Gerçekten, ulusal onur duygularına kapılmaksızın iddia edebiliriz ki, Rus liberalizminin kısa tarihi, doğuştan gelme pespayeliği ve yoğunlaşmış ahmaklığı yüzünden, burjuva ülkelerin tarihi ile hiçbir paralellik taşımaz. Fakat şüphesiz şu da inkâr edilemez ki, daha önceki hiçbir devrim, bu kadar kitlesel enerjiyi soğurup, böylesi önemsiz nesnel sonuçlar doğurmadı. Olaylara hangi açıdan bakarsak bakalım, burjuva demokratların mutlak önemsizliği ile devrimin sonuçlarının yetersizliği arasındaki yakın bağlantı göze batmaktadır. Bu bağlantı inkâr edilemez, ama bu, sonuçlarımızın negatif olması gerektiği anlamına da gelmez. Rus devriminin sonuçlarının güdüklüğü yalnızca onun esaslı ve kalıcı niteliğinin önyüzüdür.
Devrimimiz, ona neden olan acil sorunlar bağlamında bir burjuva devrimidir; ama ticari ve sınai nüfusumuzdaki aşırı sınıfsal farklılaşma nedeniyle, halk yığınlarının başına geçebilecek ve kendi toplumsal ağırlığını ve politik deneyimini onların devrimci enerjisiyle birleştirebilecek bir burjuva sınıf mevcut değildir. Ezilen işçi ve köylü yığınlar, amansız çekilişlerin ve dayanılmaz yenilgilerin katı okulunda, kendi zaferleri için gereken politik ve örgütsel koşulları yaratmayı, kendi kendilerine öğrenmelidirler. Onlar için başka hiçbir yol yoktur.
III
Rus proletaryası, zanaatsal bir demokrasinin sınai işlevlerini devraldığında, onun görevlerini de devralmak zorundaydı, fakat yöntemlerini ve araçlarını değil.
Resmi kamu kurumlarının bütün aygıtları –okullar ve üniversiteler, belediye kurumları, basın, tiyatro– burjuva demokrasisinin hizmetindeydi. Altından kalkabileceğini ispatladığı eylemlerin (yani önergeler, dilekçeler, seçim propagandaları) vakti geldiğinde, bizim cılız liberalizmimizin bile kendisini otomatikman örgütlü ve donanımlı bulması, bunun muazzam bir avantaj olduğunu göstermişti.
Proletarya, bizzat üretim sürecinden doğan içsel bütünlüğü dışında, burjuva toplumdan hiçbir kültürel ya da politik miras devralmamıştı. Bu temelde, kendi politik örgütünü, top ateşleri ve devrimci çarpışmaların dumanı içinde yaratması gerekmişti. Bu güçlüğün üstesinden büyük bir başarıyla geldi: devrimci enerjisinin maksimum gerildiği süreç olan 1905 sonu, aynı zamanda olağanüstü bir sınıfsal örgütün, İşçi Temsilcileri Sovyetinin yaratılma süreciydi. Ama bu sorunun yalnızca küçük bir kısmıydı. İşçiler yalnızca kendi örgütsüzlüklerini değil, düşmanın örgütlü gücünü de yenmek zorundaydılar.
Genel grev, proletaryaya en uygun devrimci mücadele yöntemi olarak doğdu. Görece küçük sayısına karşın, Rus proletaryası, devlet iktidarının merkezi aygıtını ve ülkenin yoğunlaşmış muazzam üretici güçler kütlesini kontrol etmektedir. Grevci proletaryayı, mutlakıyeti 1905 Ekiminde onun önünde hazırolda durmak zorunda bırakacak kadar güçlü kılan şey budur. Bununla birlikte, hemen sonra, bir genel grevin devrim sorununu yalnızca ortaya koyduğu, ama onu çözmediği görüldü.
Devrim, herşeyden önce bir devlet iktidarı mücadelesidir. Ama bir grev, analizin önerdiği ve olayların gösterdiği gibi, mevcut iktidar üzerine baskı uygulamanın devrimci bir aracıdır. Yeri gelmişken, talepleri bir anayasa bahşedilmesinin ötesine hiçbir zaman geçmeyen Kadet liberallerin, genel grevi bir mücadele aracı olarak onaylamalarının nedeni kesinlikle budur; fakat onlar bunu, proletaryanın zaten grevin sınırlarının gördüğü ve bu sınırların mutlaka aşılması gerektiğini fark ettiği bir anda, yalnızca anlık ve geriye dönük olarak yaptılar.
Kentin kır, sanayinin tarım üzerindeki hegemonyası, ve aynı zamanda Rus sanayisinin modern yapısı, işçilerin yardımcı birlikler olarak rol oynayabilecekleri güçlü bir küçük-burjuvazinin olmayışı, bütün bu etkenler, Rusya proletaryasını en önemli devrimci güç haline dönüştürdü ve onu devlet iktidarını ele geçirme sorunuyla karşı karşıya bıraktı. Kendilerini Marksist sayan skolastikler, dünyaya yalnızca Marx’ın eserlerinin basılı olduğu kâğıtlardan baktıklarından, proletaryanın politik hegemonyasının “zamansızlığını” kanıtlamak için istedikleri kadar çok metin alıntılayabilirler: 1905 sonunda, büyük sermaye ve aydınlar her tarafta ikincil bir rol oynarken, Rus işçi sınıfı, tümüyle sınıfsal bir örgütün önderliği altında mutlakıyetle bir düello mücadelesine girdi ve Rus proletaryası, devrimci gelişimi nedeniyle, devlet iktidarını ele geçirme sorunuyla yüz yüze geldi. Proletaryayla ordu arasında bir karşılaşma kaçınılmaz oldu. Bu karşılaşmanın sonucu ordunun tavrına bağlıydı ve ordunun tavrı da bileşimine.
Rusya’daki işçilerin politik rolü, sayılarıyla ölçülemeyecek kadar sınırsızdır. Bu, olaylarla ve daha sonra ikinci Duma seçimleriyle gösterildi. İşçiler sınıfsal avantajlarını –teknik uzmanlık, zekâ, birlikte iş yapabilme yeteneği– kendileriyle birlikte kışlalara taşıdılar.
Ordu içindeki bütün devrimci hareketlerde en önemli rolü, evleri şehirler ve fabrika varoşları olan vasıflı askerler –topçular ve istihkâm erleri– oynadı. Donanma ayaklanmalarında makine mürettebatı daima öndeydi; bu proleterler, bir bütün olarak gemi mürettebatı içinde bir azınlığı temsil etseler de, gemiyi kontrol edebilecek yetkinlikteydiler, çünkü savaş gemisinin kalbi olan makineyi kontrol ediyorlardı. Ama köylülüğün muazzam sayısal üstünlüğü, genel zorunlu askerliğe dayanan ordu içinde etkisini gösterecekti. Ordu, mujiğin üretken koordinasyon eksikliğinin mekanik olarak üstesinden gelir ve onun baş politik kusurunu, pasifliğini, kendisi için çok büyük bir avantaja dönüştürür. Proletarya, 1905’teki eylemlerinin çoğunda, kırın pasifliğini gözardı etmekle onun içgüdüsel hoşnutsuzluğuna bel bağlamak arasında gidip geldi. Ama devlet iktidarı için mücadele yakıcı bir sorun haline geldiğinde, çözümün Rus piyadesinin çekirdeği olan silahlı mujiğin elinde olduğu görüldü. Rus proletaryası, 1905 Aralığında, kendi hataları nedeniyle değil, daha gerçek bir güç olan köylü ordusunun süngüleri nedeniyle başarısızlığa uğradı.
IV
Bu kısa analiz, Tscherewanin’in iddianamesini satır satır yanıtlama zorunluluğundan bizi kurtarmış oluyor. Ayrı eylemler, ifadeler ve “yanlışlar” yığını arkasında, Tscherewanin, bizzat proletaryayı, onun toplumsal ilişkilerini ve devrimci gelişimini görmeyi başaramıyor. Eğer o, 9 Ocakta işçilerin rica etmek için değil, talep etmek için geldikleri önermesini reddediyorsa, bu onun, olayın dış görünüşünün arkasındaki özü görememesindendir. O, aydınların Ekim grevindeki rolünü vurgulamakta bu kadar ısrarlı olduğu halde, bu hiçbir biçimde, devrimci eylemliliği aracılığıyla, sol demokratları zemtsinin kuyruğu olmaktan çıkarıp devrimin çağdaş bir yardımcı birimi haline dönüştüren, onlara saf bir proleter mücadele yöntemini –genel grevi– dayatan ve onları tümüyle proleter bir örgüte, Temsilciler Sovyetine bağımlı kılanın proletarya olduğu gerçeğini değiştirmez.
Tscherewanin’e göre, bildirgeden sonra, proletarya bütün enerjisini Duma seçimlerine yoğunlaştırmalıydı. Ama, hatırlayın, o tarihlerde seçimler yoktu; ne zaman ve nasıl yapılacağını kimse bilmiyordu ve seçimlerin yapılıp yapılmayacağına dair hiçbir garanti verilmemişti.
1905 Ekim bildirgesiyle yan yana varolan şey, büyük Rus pogromuydu. Duma yerine hemen başka bir pogromun olup olmayacağından nasıl emin olunabilirdi? Polis devletinin eski bariyerlerini bir kez kırmış olan proletarya, bu koşullar altında ne yapabilirdi? Ancak gerçekte yaptığı şeyi. Oldukça doğal bir şekilde, yeni mevziler ele geçirdi ve oralara mevzilendi: sansürü kaldırdı, devrimci bir basın yarattı, toplantı özgürlüğünü kazandı, halkı serserilere (üniformalı ya da paçavralar içindeki) karşı korudu, militan sendikalar kurdu, kendi temsili sınıf örgütü etrafında toparlandı, devrimci köylülükle ve orduyla bağlar kurdu. Liberal kamuoyu, ordunun “politika dışında kalması”na ilişkin ipe sapa gelmez laflar ederken, sosyal demokratlar yorulmaksızın kışlalarda ajitasyona devam ettiler. Haklı mıydılar, değil miydiler?
Zemtsi Kasım kongresinin (Tscherewanin’in geçmişe bakarak bizim desteklediğimize inandığı kongre) Sivastopol ayaklanmasının ilk haberleri geldiğinde apar topar sağa doğru seğirttiği ve ancak ayaklanmanın bastırıldığını haber alması üzerine yeniden sükûnete kavuştuğu bir sırada, Temsilciler Sovyeti, aksine, isyancıları coşkuyla selamlıyordu. Haklı mıydı, değil miydi? Nerede, hangi yolda, zaferin garantileri aranıyordu? Zemtsinin iç huzurunda mı, yoksa proletaryanın silahlı kuvvetlerle kardeşçe birliğinde mi?
Elbette ki, işçiler tarafından önerilen toprakların müsaderesi programı, toprak sahiplerini sağa itiyordu. Fakat köylüleri de sola itiyordu. Elbette ki, amansız sınai mücadele, kapitalistleri gerisingeri düzen kampına itiyordu. Fakat işçiler arasında en cahil ve en ürkek olanların da politik bilincini uyandırıyordu. Elbette silahlı kuvvetler içindeki ajitasyon, kaçınılmaz çatışmayı yakınlaştırıyordu. Fakat yapılacak başka ne vardı? Trepov, askerlerin –o askerler ki, yeni özgürlüklerin balayında bile, pogromculara suç ortaklığı yapmışlar ve işçilere ateş açmışlardı– biricik komutanı olarak bırakılmalı mıydı? Tscherewanin’in kendisi de gerçekte yapılandan başka hiçbir şeyin yapılamayacağını sezmektedir.
“Taktikler baştan sona yanlıştı” diyor analizlerinden birini sonuçlandırırken ve hemen ekliyor: “Hatta varsayalım ki, bunlar kaçınılmazdı ve o anda başka hiçbir taktik mümkün değildi. Ama bunun hemen hiçbir hükmü yoktur ve sosyal demokratların taktiklerinin baştan sona yanlış olduğu nihai nesnel sonucunu değiştirmemektedir.” (s.92) Tscherewanin, taktiklerini, Spinoza’nın kendi etiğini yaptığı gibi, yani geometrik olarak inşa ediyor. Mevcut koşullar altında kendi taktiklerinin hiçbir uygulama alanı olmadığını, ve elbette, kendisi gibi düşünenlerin devrimde hiç mi hiç rol oynamamalarının nedeninin kesinlikle bu olduğunu kabul ediyor. Ama, tek kusuru uygulanamamak olan “gerçekçi” taktikler için ne denebilir ki? Luther’in sözleriyle söyleyelim: “Teoloji yaşama ilişkindir ve aklın yasaları uyarınca salt Tanrı işleri üzerine içe kapanma ve düşünmeden ibaret olamaz.…
“İster iç kullanım için, isterse de dünya için olsun, her sanat eğer salt kurgu halini alır ve pratikte uygulanamazsa, önemsiz ve değersiz olur (ist verloren und taught nichts).”
FARKLILIKLARIMIZ[10]
1905 Yılı, Gericilik ve Devrimci Olasılıklar
Lassalle 1854’te Marx’a şunları yazıyordu; “Şu anki ilgisizliğin üstesinden teorik araçlarla gelinemez derken tümüyle haklısınız. Bu düşünceyi genelleştirerek daha ileri götürürdüm, ilgisizliğin üstesinden teorik araçlarla asla gelinmedi, yani politik ilgisizliğin teorik olarak üstesinden gelme, müritler, sektler ya da başarısız pratik hareketler yarattı, ama şimdiye kadar asla gerçek bir dünya hareketi ya da evrensel bir kitle hareketi yaratmadı. Kitleler, sadece gerçek olayların dinamik kuvvetiyle, bir hareketin akıntısı içinde sürükleniyorlar, yalnızca pratik olarak değil, entelektüel olarak da.”
Oportünizm bunu anlayamaz. Oportünizmin başlıca psikolojik özelliğinin bekleme yeteneksizliği olduğunu söylemek paradoksal görünebilir. Ama bu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde doğrudur. Dost ve düşman toplumsal güçlerin, aralarındaki uzlaşmaz çelişki ve karşılıklı etkileşim yüzünden, tam bir politik kesinti yarattığı; ekonomik gelişmenin moleküler sürecinin, çelişkileri şiddetlendirerek, yalnızca politik dengeyi bozmayı başardığı ama aslında onu güçlendirdiği ve bunu yaparak onu sürekli kıldığı dönemlerde, sabırsızlığa kapılan oportünizm, tarihin pratikte henüz hazır olmadığı şeyi yürürlüğe koymanın “yeni” yollarını ve araçlarını arar. Kendi yetersizliğinden ve güvenilmezliğinden bıkıp, “müttefikler” arayışına girer. Liberal gübreliğin üzerine can havliyle atlar. Ona yalvarır, sarılır, onu etkileyebilmek için özgül formüller icat eder. Liberalizm ona, yanıt olarak yalnızca kendi politik kokuşmuşluğunu bulaştırır. O zaman oportünizm, gübrelikten münferit demokrasi incileri seçmeye başlar. Onun müttefiklere ihtiyacı vardır. Olası müttefiklerin eteklerine yapışarak oradan oraya koşturur. Kendi taraftarlarına, tüm potansiyel müttefiklere karşı saygılı olmalarını öğütleyen uzun söylevler çeker. “Zerafet, daha fazla zerafet, çok daha fazla zerafet!” Özel bir hastalıktan mustaribdir, liberalizm konusunda ihtiyat manyaklığı, zerafet hastalığı; ve hastalığı nedeniyle çılgına dönüp, kendi partisine saldırır ve onu yaralar.
Oportünizm henüz olgunlaşmamış ilişkiler üzerine bina inşa eder. Derhal “başarı” ister. Muhalif müttefikler yardım etmedikleri zaman, yalvararak, tartışarak, tehdit ederek hükümete koşar. Sonunda hükümetin içinde kendine bir yer bulur (buna kabinecilik denir), bu suretle, teorinin olduğu kadar idari araçların da tarihin yerini alamayacağını göstermekten başka hiçbir şey başarmamış olur.
Oportünizm nasıl bekleneceğini bilmez. Büyük olayların onu her zaman gafil avlamasının nedeni kesinlikle budur. Bu olaylar ayaklarını yerden keser, bir tahta parçası gibi onu girdabın içine çeker ve başını bir oraya bir buraya vurarak önünde sürükler. Direnmeye kalkışır, ama boşuna. O zaman kaderine boyun eğer, mutluymuş gibi yapar, yüzdüğünü göstermek için kollarını sallar ve herkesten daha çok bağırır. Ve kasırga sona erdiğinde, karada sürünür, üstünü başını silkeler, baş ağrısından ve ağrıyan uzuvlarından yakınır ve aşırı hareketliliğini takip eden perişan mahmurluğuyla, devrimci “hayalciler” için hiçbir acı sözü esirgemez.
I
Geçenlerde Şimdiki Durum ve Olası Gelecek başlığıyla yayınlanan bir kitapta, ünlü Moskovalı Menşevik Çerevanin şöyle yazıyor: “Kasım ve Aralıkta (1905) zafer kazanan, Bolşeviklerin taktikleri de değildi, Parvus’un ve Troçki’ninkilerdi.” (s.200) Golos Sozial-Demokrata’nın son sayısında (no 4-5, s.17) yer alan Menşevik taktiklerin yarı-resmi filozofu Martinov, “Ekim günlerinde, İşçi temsilcileri Sovyeti döneminde, aramızda anlık başarı yakalayan … Parvus’un ve Troçki’nin fantastik teorisi”nden söz ediyor. Aylardaki tutarsızlık, Martinov’un olayların kronolojisinden çok emin olmaması ve “Ekim günleri” ile Ekim, Kasım ve Aralık aylarını ifade etmesi nedeniyledir yalnızca. Büyük tarihsel dönemleri ele alan filozoflar, tarihlere dikkat etmemekle ünlüdürler. Ama “fantastik teori” neydi?
Çerevanin, “Parvus ve Troçki’nin, Rusya’nın yarı-vahşi bir devletten sosyalizme geçebileceği şeklindeki apaçık mantıksız görüşü”nden söz eder (s.177). Çerevanin, birkaç sayfada bu görüşün mantıksızlığını sergilemekte hiç zorlanmaz. Rus proletaryası nedir? En cömert tahminle, nüfusun yüzde 27,6’sını temsil etmektedir. Ama tarım emekçileri devrimci bilânçoya dahil edilemez, çünkü onlar çok cahil ve geridirler, hizmetçiler ve günübirlik emekçiler de öyle, çünkü onlar dağınık ve örgütsüzdürler; ve böylece bize sadece 3,2 milyonluk ticaret ve sanayi proletaryası kalır. “Böylece, Troçki ve Parvus’un üzerine sosyalist bir sistem inşa etmeyi düşündükleri temel, nüfusun yüzde 5 ilâ 11’idir! Ve onlar saf saf Marksizmi gerçekliğe uyguladıklarına inandılar.” (s.179) Çerevanin gayet kolayca galip gelmektedir, öyle ki bundan hiç şüphe edilemez. Tek sorun şu ki, Çerevanin, karşı çıktığı adamların imajını, sürekli devrim şeytanını olabildiğince korkunç ve kaba bir biçimde resmetmekte ısrar eden, çoğunlukla Marksizm döneği gazete asparagasçılarından ödünç almıştır.
Bizim için sorun, kesinlikle, Rusya’nın “sosyalizme geçebileceği” ya da geçemeyeceği değildir. Sorunu bu tarzda ortaya koymak bile çok özel tipte bir beyin gerektirir.
Bizim sorunumuz Rus devriminin sınıfsal dinamiklerine ilişkindir, “sürekli devrim”e değil, “sosyalist” devrim”e değil, şu anda Rusya’da sürmekte olan devrime.
Bu alıntılar, oportünistlerin, tarihi devrim mahmurluğu durumunda nasıl yazdıklarını göstermek için kendi başlarına yeterlidir. Ama belki de onların tarihi nasıl yaptıklarını göstermek çok daha ilginç olur. Yazık, devrim olaylarında oynadığı rol hakkında en ufak bir fikrimiz olmadığı için, bu bağlamda Çerevanin hakkından hiçbir şey söyleyemeyeceğiz. Fakat müttefiklerinden bazılarının görüşlerinin (etkinliklerinin olmasa da) belgesel kanıtına sahibiz. “Soruyorsunuz” diye yazıyor bunlardan biri, “Kurucu Mecliste taleplerimiz neler olacak? Açık ve kesin yanıtımız şudur: bizler «sosyalizasyon’u değil sosyalizmi, toprağın eşit paylaştırılmasını değil tüm (italik orijinalinde) üretim araçlarında kamu mülkiyetini talep edeceğiz.” Doğru, “Rusya’da yakın gelecekte sosyalist bir devrim teknik olarak olanaksızdır” diye itiraz edebilir “vulger Marksistler.” Ama yazar onların itirazlarını muzafferane bir edayla yıkar ve sonuca varır: “Zamanında sadece sosyal demokratlar sürekli devrim sloganını açık ve net biçimde yükselttiler, son ve kesin zafer için sadece onlar kitlelere önderlik edecekler.” Bunu kim yazmıştı? Seçkin bir Menşevik.
Martinov’un “Ekim günleri”nde Parvus ve Troçki’nin görüşlerinin “anlık başarı”sından bahsettiği doğrudur. Ama sonra o aynı Martinov, “başı o kadar (?) çabuk dönmeyen ve Rus sosyal demokrasisinin mirasını korumak için –bazen olayların akışına karşı– sebatla (sebatla!) devam eden Menşeviklerin ikaz sesi”nden de söz etmektedir (Golos Sozial-Demokrata, no 4-5, s.16). Böyle cesaret ne kadar övülse azdır, kim inkâr edebilir? Ama yine de, sürekli devrim fikrini kabalaştıran bu aktardığımız makale, bir Menşevik tarafından yazılmıştı (Naçalo, no 7 ve 11, baş makaleler). Belki de, böyle şiddetli bir devrimci baş dönmesi krizi geçiren bu Menşevik, “güvenilir” biri değildi, “gerçek” bir Menşevik değildi? Ama hayır. O, Menşevizmin St.Peter’i, gerçek bir köşe taşıydı. O Yoldaş Martinov’du.
Oportünizmin politik fizyolojisi elkitabından bir sayfa var burada. Tarihimizin en önemli ve sorumluluk gerektiren bir anında temel öncüllerinin tüm mevhumunu kaybedenler, bugün tövbe etmeyenlerin “akılsızlığına” karşı ve … bizzat devrim çılgınlığına karşı öfkeden kuduruyorlarsa, buna şaşmalı mı?
II
Sosyal demokrasi devrimden doğdu ve devrime doğru yol alıyor. Onun, sözde barışçıl gelişme dönemlerindeki tüm taktikleri, eninde sonunda, ancak açık devrimci çatışma dönemlerinde tam olarak hayata geçirilebilecek olan güçleri biriktirme politikasına indirgenebilir. “Normal,” “barışçıl” dönemlerde, egemen sınıflar proletaryaya kendi yasallıklarını ve politik direniş biçimlerini (mahkemeler, polis nezaretindeki politik toplantılar, parlamentarizm) dayatırlar. Devrimci dönemlerde ise, proletarya politik öfkesini, devrimci doğasının dışavurumu için en uygun kalıplara döker (özgür toplantılar, özgür basın, genel grevler, ayaklanma). “Ama devrimci amaçların gerçekleşmesinin çok yakın göründüğü devrim ateşi içinde (!), hassas Menşevik taktiklerin doğru yolu bulması çok güçtür.” (Çerevanin, s.209.) “Devrim ateşi” yüzünden uygulanamayan sosyal demokrat taktikler? Devrim ateşi, ne terminoloji ama! Sonunda “hassas Menşevik taktiklerin,” Kadet partisiyle “geçici bir ortak çalışma zorunluluğundan” ibaret olduğu ortaya çıkar; ve elbette devrimi kurtaracak olan bu politika, devrim çılgınlığı tarafından engellendi.
Marksizmin büyük kurucularının, devrimin yaklaştığını gösterebilecek her olguya dikkat kesilerek, kendi gözetleme kulelerinde –en gençleri Berlin’de, ve en güçlü olan diğer ikisi dünya kapitalizminin merkezi Londra’da– tetikte nöbet tutarken ve politik ufku pür dikkat tararken yaptıkları yazışmaları yeniden okuduğunuzda; bu mektuplarda, patlama noktasındaki devrim lavının çıkardığı fokurtuyu duyduğunuzda; o sabırsız ve yorulmak bilmez devrim beklentisi atmosferini soluduğunuzda; o zaman, tarihin kendi anlık amacı için, teorik ve politik sezgiden yoksun ve kendi taktik bilgeliklerini devrimin “ateşi” karşısına diken kısır aklıselimcileri, tutup Marksizmle birleştiren o zalim diyalektiğinden nefret etmeye başlarsınız!
Lassalle 1859’da Marx’a şunları yazar:
Devrimde, kitlelerin içgüdüsü genel olarak aydınların sağduyularından çok daha şaşmazdır.… Kitleleri sualtındaki “makul” davranış kayalarından koruyan şey, kesinlikle onların eğitimsizliğidir.… Son tahlilde, devrim ancak kitlelerin yardımıyla ve tutkulu özverileriyle yapılabilir. Ama kitleler, tam da “gri” oldukları için, eğitimsiz oldukları için, ihtimalciliği pek anlamazlar ve –gelişmemiş bir kafa yalnız en uçları tanıdığı ve yalnız evet ve hayırı bildiği, bunlar arasında başka bir şey bilmediği için– bu yüzden sadece en uçlarla, acil ve tam olan şeylerle ilgilenirler. Nihayet bu (makul ve akıllı) devrim muhasebecileri, önlerinde alt edilmiş düşman, arkalarında da dostlara sahip olmak yerine, yalnızca düşmanlarla yüz yüze gelirler ve arkalarında da hiç kimse olmaz. Böylece, daha yüksek bir akılmış gibi görünen şeyin, had safhadaki budalalık olduğu ortaya çıkar.
Lassalle, eğitimsiz kitlelerin devrimci içgüdüsünü “devrim muhasebecileri”nin “makul ve akıllı” taktiklerinin karşısına koyarken tümüyle haklıdır. Ancak şüphesiz ham içgüdüyü en yüksek kriter olarak almaz. Daha yüksek bir kriter vardır: “tarihin ve insanların hareket yasalarının kusursuz bilgisi. Yalnızca gerçekçi akıl” der, “doğal olarak gerçekçi sağduyuyu aşabilir ve onun üstüne çıkabilir.” Lassalle’da herşeye rağmen idealizm örtüsü giydirilen gerçekçi akıl, Marx’ta materyalist diyalektik olarak ortaya çıkar. Materyalist diyalektiğin tüm gücü, kendi “makul taktikler”ini kitlelerin gerçek hareketinin karşısına koymamasından, sadece bu hareketi formüle edip, arıtmasından ve genelleştirmesinden ibarettir. Devrim, tam da toplumsal yapının gerçek yüzünden giz perdesini yırtıp attığı için, tam da sınıfları geniş politik arenada çatışmaya sevk ettiği için, Marksist politikacı onun kendisinin doğal parçası olduğunu hisseder. O halde, uygulanması mümkün olmayan, ya da daha kötüsü, kendi başarısızlığını devrim “ateşi”ne yükleyen ve hiç acele etmeden bu ateşin geçmesini, yani kitlelerin devrimci enerjisinin tükenmesini ya da mekanik olarak ezilmesini bekleyen bu “makul” Menşevik taktikler nelerdir?
III
Plehanov, ilk başta, devrim olaylarını bir dizi hata olarak görme melankolik cesaretine sahipti. O bize, bir insanın materyalist diyalektiği, salt kendisinin gerçek devrimci politikada su katılmadık bir dogmatik-ütopyacı olduğunu kanıtlamak için, nasıl da yirmi beş yıl boyunca yorulmak bilmeden dogmacı muhakemenin ve rasyonalist ütopyacılığın tüm biçimlerine karşı savunabildiğinin olağanüstü canlı bir örneğini sundu. Onun devrimci döneme ilişkin yazılarında, sınıf ilişkilerinin iç mekanizması, kitlelerin devrimci gelişiminin iç mantığı gibi en can alıcı konuları boşuna ararsınız.
Bunun yerine Plehanov, baş öncülü devrimimiz bir burjuva demokratik devrim ve sonucu da Kadetlerle ilişkilerimizde incelik göstermeliyiz olan o boş tasım üzerine sonsuz çeşitlemelere verir kendini. Bize teorik analiz ya da devrimci politika değil, yalnızca sıkıcı bir akılcının büyük olaylar kitabına düştüğü kenar notlarını sunar. Eleştirisinin en yüksek noktası pedagojik bir derstir: eğer Rus sosyal demokratları metafizikçilerden ziyade Marksist olsalardı, o zaman bizim 1905 sonundaki taktiklerimiz tümüyle farklı olurdu.
Hayret vericidir ki, Plehanov kendisine, nasıl olup da yirmi beş yıl boyunca en katıksız Marksizm vaazı verdiği halde ancak bir devrimci “metafizikçiler” partisi yaratmayı başardığını; ya da daha önemlisi, “gerçek” Marksistler kendilerini münzevi akılcılar konumunda bulurken, bu “metafizikçiler”in nasıl olup da işçi kitleleri kendileriyle birlikte hatalarının peşinden sürüklemeyi başardıklarını sormayı kesinlikle beceremez. İki şeyden biri doğru olabilir: ya Plehanov bir öğreti olan Marksizmden devrimci eyleme geçme sırrına sahip değil, ya da “metafizikçiler,” güncel devrim koşullarında, “gerçek” Marksistlerden birtakım esrarengiz üstünlüklere sahipler. Ancak eğer durum ikincisiyse, Plehanov’un taktikleri Marksist kökenli olmayan “metafizikçiler” tarafından her halükârda gölgede bırakılacakları için, tüm Rus sosyal demokratlarının bu taktikleri benimsemesi işe yaramayacaktı. Plehanov bu ölümcül ikilemden sakınmak için dikkat harcamaktadır. Ama Plehanov’un teorizasyonunun dürüst Sancho Panza’sı Çerevanin, boğayı boynuzlarından yakalar –ya da Cervantes’e daha yakın durmak gerekirse, eşeği kulaklarından tutar– ve şunu mertçe ilân eder: devrim ateşi doğru Marksist taktiklere yer tanımaz!
Çerevanin bu sonuca varmak zorundaydı, çünkü ustasının büyük bir dikkatle kaçındığı sorunla yüz yüze gelmişti: devrimin genel bir ilerleyiş tablosunu verme ve proletaryanın bu tablodaki rolü sorunu. Plehanov dikkatli bir şekilde özel eylemler ve durumların tek yanlı eleştirileriyle yetinirken ve olayların iç dinamiklerini tümüyle ihmal ederken, Çerevanin kendi kendine sorar: eğer “doğru Menşevik taktikler”e göre gelişseydi, tarihimiz bugün nasıl bir şey olurdu? Soruyu, sınırlı bir zekânın gösterebileceği ender bir cesaret örneği sunan Devrimde Proletarya (Moskova, 1907) adlı bir broşürde yanıtlar. Daha sonra, mantıksal olarak proletaryayı zafere götürecek şekilde her hatayı düzelterek ve tüm olayları Menşevik usulde yeniden düzenleyerek, kendi kendine sorar: o halde neden tarih yanlış yolu tuttu? Ve bir kez daha, sınırlı bir zekânın yorulmak bilmez cesaretinin, her zaman olmasa da, bazen hakikatin yolunu gösterebileceğini kanıtlayan Mevcut Durum ve Olası Gelecek kitabında bu soruyu yanıtlar.
“Devrimin yenilgisi o kadar esaslıdır ki” der Çerevanin, “bunun nedenlerini proletaryanın yaptığı hatalara indirgemek bünüyle olanaksızdır. Besbelli ki, bu bir hatalar sorunu değildi” ve sonuç çıkarır “başka, daha derin nedenler sorunuydu.” (s.174) Devrimde ölümcül rolü, büyük burjuvazinin Çarlık ve soylulukla ittifakına geri dönmesi oynadı. Bu güçlerin tek bir karşı-devrimci bütün halinde birleşmesi sürecinde, “proletarya büyük, tayin edici bir rol oynadı. Ve bugünden geriye bakarak söyleyebiliriz ki, bu onun kaçınılmaz rolüydü.” (s.175, tüm italikler bana ait. L.T.) Daha önceki broşüründe o, Plehanov’un çizgisini izliyor ve tüm sorunlarımızı sosyal demokratların Balnquizmine yüklüyordu. Şimdi onun dürüst, baştan sona sınırlı zekası, buna isyan ediyor ve şöyle diyor: “Proletaryanın bu süre zarfında doğru Menşeviklerin önderliği altında olduğunu ve Menşevik ilkelere uygun hareket ettiğini tasavvur edelim.[11] Proletaryanın taktikleri o zaman daha iyi olurdu, ama onun temel özlemleri değişirdi ve bunlar kaçınılmaz olarak yenilgiye yol açardı” (s.176). Başka bir deyişle, proletarya bir sınıf olarak, kendisini Menşevik özveri nizamına sokamamıştı. Proletarya, sınıf mücadelesini sürdürerek, burjuvaziyi kaçınılmaz olarak gericilik kampına itti. Taktik hatalar sadece “proletaryanın devrimdeki melankolik (!) rolünü güçlendirdi, ama tayin edici bir rol oynamadı.” Bu bakımdan “proletaryanın melankolik rolü” onun sınıfsal çıkarlarının doğası tarafından tayin edildi.
Liberal kretenizmin proletaryanın sınıf partisine yönelttiği tüm suçlamalar karşısında tamamen boyun eğme anlamına gelen, utanç verici bir sonuç! Ve bu utanç verici sonuç bir parçacık tarihsel gerçeklik bile içermemektedir: sosyal demokratların düşüncesinin hatalı olması nedeniyle değil, burjuva “ulus”un çok derinden parçalanması nedeniyle proletaryayla burjuvazi arasındaki işbirliğinin olanaksız olduğu meydana çıktı. Açıkça tanımlanmış toplumsal tipi ve politik bilinç düzeyi veriliyken, Rus proletaryası yalnız kendi çıkarlarının bayrağı altında devrimci enerjisini özgür bırakabilirdi. Ama onun çıkarlarının radikalizmi, en dolaysız olanının bile, kaçınılmaz olarak burjuvaziyi sağa itiyordu.
Çerevanin bunu anlamıyor. Ama yenilgimizin nedeninin kesinlikle bu olduğunu söylüyor. Çok güzel. Peki çıkarılan sonuç ne? Sosyal demokratlara yapacak ne kalıyor? Burjuvaziyi Plehanov usulü cebirsel formüllerle aldatmaya çalışmak mı? Kollarını kavuşturmak ve proletaryayı kaçınılmaz yazgısına terk etmek mi? Ya da aksine burjuvaziyle kalıcı bir ittifak ümidinin beyhude olduğunu kabul etmek, taktiklerini proletaryanın tüm sınıf gücünü köylü kitlelerin en derin toplumsal çıkarlarını uyandırmaya akıtmaya dayandırmak, proletarya ve köylü ordusuna başvurmak ve zaferi bu yolda aramak mı? Herşeyden önce, hiç kimse zaferin olanaklı olup olmadığını söyleyemezdi, ikinci olarak da, zaferin olanaklı olup olmadığına bakmaksızın, devrimin partisinin, sadece yenilgi ihtimali yüzünden hemen intihar etmeyi tercih etmek dışında, girebileceği tek yol buydu.
Çerevanin’in ancak şimdi, geriye dönerek, kavramaya başladığı devrimin bu iç mantığı, tayin edici devrimci olaylar başlamadan önce bile onun “mantıksız” diyerek reddettiği kimseler için açıktı.
1905 Temmuzunda şöyle yazmıştık:
Bugün burjuvaziden, 1848’de olduğundan çok daha az inisiyatif ve kararlılık beklenebilir. Bir yandan engeller çok daha büyük, ve öte yandan ulusun toplumsal ve politik parçalanmışlığı alabildiğine ilerlemiştir. Burjuvazinin ulusal ve evrensel suskunluğu, zorlu kurtuluş sürecinin yoluna korkunç engeller koyuyor, onun mülk sahibi sınıflarla eski düzenin temsilcileri arasındaki bir anlaşmadan –halk yığınlarını zapt-u rabt altında tutmayı amaçlayan bir anlaşma– daha öteye gitmesini önlemeye çalışıyor. Bu koşullar altında, demokratik taktikler ancak liberal burjuvaziye karşı mücadele sürecinde gelişebilir. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusun, düşmanlarına (Çarlık) karşı hayali “birliği” değil, ulus içinde sınıf mücadelesinin adamakıllı gelişmesi: yolumuz budur.… Şüphesiz sadece sınıf mücadelesi bunu yapabilir. Ve diğer taraftan, hiç şüphe yok ki, yarattığı basınçla burjuvaziyi durgunluktan kurtaran proletarya, buna rağmen, olayların ilerleyişi ne kadar düzenli ve mantıksal olursa olsun, belirli bir anda doğrudan bir engel olarak onunla çatışmaya girmelidir.
Eğer Rusya demokratik bir devlet olarak gerçekten yeniden doğmak zorundaysa, bu çarpışmayı kazanma yeteneğinde olan sınıf, mücadele etmek ve o zaman önder sınıf rolünü üstlenmek zorunda olacaktır. O taktirde bu koşullar, “dördüncü zümre”in hegemonyasına yol açacaktır. Söylemeye gerek yok ki, proletarya, tıpkı zamanında burjuvazinin yaptığı gibi, köylülük ve küçük burjuvazinin yardımıyla görevini yerine getirmelidir. Kıra önderlik etmeli, onu hareketin içine çekmeli, onu kendi planlarının başarısına esaslı surette ilgili kılmalıdır. Ama proletarya kaçınılmaz olarak önder kalır. Bu “proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü” değildir, köylülük tarafından desteklenen proletarya diktatörlüğüdür. Ve kuşkusuz proletaryanın işi tek bir devletin sınırları içine hapsolmayacaktır. Konumunun temel mantığı onu derhal dünya arenasına fırlatacaktır.[12]
IV
Partideki çeşitli hizipler, farklılıklarına rağmen, bir konuda aynı fikirdeydiler: herkes tam zafere, yani devlet iktidarını ele geçirecek bir devrime bel bağlıyordu. Çerevanin şimdi, devrimin ve gericiliğin güçlerini hesaplamak için abaküsünü çıkarıyor ve genel toplamı aldıktan sonra, “devrimin bütün başarıları, yaklaşan kaçınılmaz yenilgiyi embriyo halinde içeriyordu” sonucuna varıyor. (s.198) Hesaplarını neye dayandırıyor? Muhtelif grevlerin büyüklüğüne, köylü kargaşalarının yapısına ve biçimlerine, üç Duma seçiminin sayılarına. Diğer bir deyişle, çarpışmanın gelişimini ve sonucunu ekonomik ilişkilerden değil, devrimci mücadelenin biçimleri ve olaylarından çıkarır. Onun Rus devriminin daha baştan başarısızlığa yazgılı olduğu şeklindeki sonucu, sınıfların ekonomik nitelikleri ve istatistiklerine değil, bu sınıflar arasındaki aktif mücadelenin, onların çarpışmalarının, açıktan karşılıklı güç sınamalarının incelenmesine dayandırılmaktadır.
Kuşkusuz Çerevanin’in yöntemi cahilâne bir yöntemdir. Ama bu cahilâne yöntem bile ancak grevin tüm ülkeye yayılması, ayaklanmanın patlak vermesi, mujiklerin çeşitli eyaletleri yakıp yıkması ve sonunda Devlet Duması seçimlerinin yapılması sayesinde olanaklı olmuştur. Başka türlü nasıl olabilirdi? Örneğin, İran’da bir devrim durumunda, vatandaşlarına Çarlıkla (iç olaylarla güçlendirilen bir Çarlık) liberal İngiliz hükümeti arasındaki bir ittifakın ölümcül etkisi üzerine kehanette bulunan İranlı bir Çerevanin tasavvur edemezsiniz. Böyle bir kahin bulunsa ve kendi hesapları temelinde halk kitlelerini eninde sonunda yenilgi ile sonuçlanacak ayaklanmalardan alıkoymaya çalışsa bile, İranlı devrimciler bu bilgenin geçici olarak bir tımarhaneye kapatılmasını tavsiye etmekte oldukça haklı olurlardı.
Rus devrimi, Çerevanin’in borç-alacak hesabını yapma şansı olmadan önce gerçekleşti. Devrim, içinde hareket etmek zorunda olduğumuz hazır bir arenaydı. Olayları biz yaratmadık, ne var ki taktiklerimizi ona uyarlamak zorunda kaldık. Bir kere mücadeleye girmiştik ve tam da bu nedenle zafere bel bağlamak zorundaydık. Ancak devrim, devlet iktidarı için mücadeledir. Devrimin partisi olarak görevimiz, devlet iktidarını ele geçirme gerekliliği konusunda kitleleri bilinçlendirmektir.
V
Menşeviklerin Rus devrimi hakkındaki görüşü, hiçbir zaman açık ve net olmadı. Bolşeviklerle birlikte onlar da, “devrimi sonuna kadar götürmek”ten söz ediyorlardı, ama her iki taraf da buna tümüyle biçimsel anlamda, yani ardından demokratik bir ortamda “normal” bir kapitalizm döneminin geleceği asgari programımızı başarmak zorundayız anlamında yorumluyordu. Bununla birlikte “devrimi sonuna kadar götürmek” Çarlığın devrilmesini ve devlet iktidarının devrimci bir halk gücünün eline geçmesini önvarsayıyordu. Hangi güç? Menşevikler şöyle diyorlardı: burjuva demokrasisi. Bolşeviklerse: proletarya ve köylülük.
Peki Menşeviklerin burjuva demokrasisi nedir? Bu belirli, somut varlığı olan elle tutulabilir bir toplumsal güç değildir, gazetecilere özgü bir benzetme ve çıkarsamayla yaratılan tarih üstü bir kategoridir. Devrim “sonuna kadar götürülmek” zorunda olduğu, bir burjuva demokratik devrim olduğu, Fransa’da demokratik devrimciler –Jakobenler– tarafından sonuna kadar götürüldüğü için, Rus devrimi iktidarı ancak devrimci burjuva demokrasisinin eline geçirebilir.
Böylece sarsılmaz bir cebirsel devrim formülü inşa eden Menşevikler, sonra da buna gerçekte varolmayan aritmetik değerler sokmaya çalışırlar. Diğerlerini proletaryanın gücünü abartmakla eleştirirken, kendileri Birlikler Konfederasyonuna ve Kadet partisine sonsuz umutlar bağladılar. Martinov Kursk’un “Halk Öğretmenleri”ne sataşırken, Martov “halkın sosyalizmi” grubunun oluşumunu büyük bir coşkuyla selamlıyordu. Menşevikler, zenginliğin, nüfusun, enerjinin, bilginin, halkın yaşamının ve politik deneyimin giderek şehirlerde yoğunlaştığı kapitalist bir ülkede, köylülüğün önder bir devrimci rol oynayamayacağının farkındaydılar. Tarih, mujiğe, bir burjuva ulusu bağlarından kurtarma görevini yükleyemez. Dağınıklığı, politik geriliği ve özellikle de kapitalist sistem çerçevesinde çözülemeyecek derin iç çelişkileri nedeniyle, köylülük, bir taraftan kırdaki kendiliğinden ayaklanmalarla, diğer taraftan ordu içinde hoşnutsuzluk yaratarak, eski düzene arkadan bazı güçlü darbeler indirebilir ancak.
Oysa kapitalist şehirlerde, modern tarihin bu merkezlerinde, devrimci kentli kitlelere dayanan, köylü ayaklanmalarından ve ordudaki hoşnutsuzluktan düşmana son acımasız darbeyi indirmek üzere yararlanabilecek, düşmanı tüm mevzilerinden atacak ve devlet iktidarını ele geçirebilecek belirleyici bir parti olmalıdır. Menşevikler böyle bir partiyi görmekten acizdiler. İçlerinden en mantıklısı, daha önce gördüğümüz gibi, devrim ikliminin Menşevizmin egzotik taktikleri için her durumda çok sert olduğu sonucuna ulaşırken, onların “devrimi sonuna kadar götürme” soyut düşüncesinin pratikte “Kadetleri quand même[13] destekleme”ye dönüşmesinin nedeni budur.
Menşevizmin çelişkileri bizzat tarihin çelişkilerinin karikatürleşmiş bir yansımasıdır; tarih ülkemize muazzam bir devrimci görev yükledi, ama ilk önce dünyanın her yerinde politik ve ekonomik bir güç olan burjuva demokrasisini, büyük ölçekli sanayinin demir süpürgesiyle süpürüp attı.
Popülistlerin tersine, bizim Marksistlerimiz Rusya’nın “özgül doğası”nı tanımayı o kadar uzun süre reddettiler ki, sonunda Rusya’nın politik ve ekonomik gelişimini Batı Avrupa’nınkiyle eşit tutma noktasına vardılar. Bu noktayla en saçma sonuçlar arasında yalnızca bir adım vardır.
Martinov örneğini izleyen Dan, kentli burjuva demokrasisinin zayıflığının “bizim en büyük talihsizliğimiz” olmasından yakındığında, acıyarak omuz silkmekten daha fazlasını gerçekten yapamayız. Bu insanlar neye hayıflandıklarını gerçekten biliyorlar mı? Onlara açıklamaya çalışalım. Üzülüyorlar, çünkü büyük sermaye şu anda ekonomik alanda uluslararası çapta saltanat sürüyor ve Rusya’da güçlü bir zanaat ve ticaret küçük burjuvazisinin oluşmasına izin vermedi. Üzülüyorlar, çünkü küçük burjuvazinin politik ve ekonomik yaşamdaki önder rolü modern proletaryaya geçti. Menşevikler, burjuva demokrasisinin zayıflığının toplumsal nedenlerinin aynı zamanda sosyal demokrasinin gücünün ve etkisinin kaynağı olduğunu anlayamıyorlar. Ve o zaman da devrimin zayıflığının başlıca nedeninin bu olduğuna inanıyorlar. Bu tutumun, dünya sosyalist devriminin partisi olarak uluslararası sosyal demokrasinin bakış açısından ne kadar acıklı bir tutum olduğuna işaret etmeyeceğiz. Devrimimizin koşullarının varoldukları gibi olması bizim için yeterli. Üçüncü zümre ağlayıp sızlanarak hayata geri getirilemez. Sonuç öylece durmaktadır: yalnızca proletarya kendi sınıf mücadelesinde köylü kitleleri devrimci önderliği altına alarak “devrimi sonuna kadar götürebilir.”
VI
Aynı fikirdeyiz diyor Bolşevikler. Devrimimizin muzaffer olması için, proletarya ve köylülük yan yana savaşmalıdır. Ama Lenin, Przeglad’ın ikinci sayısında, “bir burjuva devrimde zafer kazanan proletaryayla köylülüğün koalisyonu, proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğünden başka bir şey olamaz”diye yazmaktadır. Onun amacı, ekonomik ve politik ilişkileri üretim araçlarının özel mülkiyeti sınırları içinde demokratikleştirmek olacaktır. Lenin proletaryanın sosyalist diktatörlüğüyle proletarya ve köylülüğün demokratik (yani burjuva-demokratik) diktatörlüğü arasında esaslı bir ayrım koymaktadır. Bu mantıksal ve tümüyle biçimsel işlemin, üretici güçlerin düşük düzeyiyle işçi sınıfının hegemonyası arasındaki çelişkiye karşı mükemmel bir koruyucu işlevi görebileceğine inanmaktadır. Eğer biz sosyalist devrimi başarabileceğimizi söyleseydik, tam bir politik bozgunun yolunu açmış olurduk demektedir. Ama köylülükle birlikte iktidarı ele geçiren proletarya, diktatörlüğünün sadece “demokratik” olduğunun kesin bir biçimde farkında olursa, bunun önüne geçilir. Lenin 1904’ten beri bu düşünceyi sürekli tekrarlamaktan asla yorulmadı. Fakat bu, bu düşünceyi daha doğru kılmıyor.
Rusya’nın toplumsal koşulları sosyalist devrim için olgun olmadığından, politik iktidar proletarya için en büyük talihsizlik olurdu. Böyle diyorlar Menşevikler. Eğer proletarya söz konusu olanın yalnızca demokratik bir devrim olduğunun farkında olmasaydı, haklı olurlardı diyor Lenin. Diğer bir deyişle, Lenin, proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla nesnel koşullar arasındaki çelişkinin proletaryanın kendine politik bir sınırlama koymasıyla çözüleceğine ve bu sınırlamanın proletaryanın önder bir rol oynayacağı devrimin bir burjuva devrim olduğunun teorik olarak bilincinde oluşunun sonucu olacağına inanıyor. Lenin nesnel çelişkiyi proletaryanın bilincine havale etmekte ve bunu, dinsel inançtan değil de, “bilimsel” bir şemadan köklenen sınıfsal bir çilecilik aracılığıyla çözmektedir. Umutsuz idealizmini kavramak için, bu entelektüel yapıya dikkatlice bakmak yeterlidir.
“Demokratik diktatörlük”ün kuruluşundan yirmi dört saat sonra bu yarı-Marksist çilecilik idilinin tümüyle çökmeye mecbur olduğunu, başka bir yerde[14] ayrıntılarıyla göstermiştim. İktidarı hangi teorinin yardımıyla ele geçirmiş olursa olsun, proletarya daha ilk günden işsizlik sorunuyla yüz yüze gelmek zorundadır. Sosyalist ve demokratik diktatörlük arasındaki farkın izahı burada pek işe yaramayacağa benzer. Şu ya da bu biçimde (kamu işleri, vs.), iktidardaki proletarya işsizlerin geçimini devlet hesabına derhal üstlenmek zorunda olacaktır. Bu, sırası geldiğinde, derhal ekonomik mücadelenin güçlenmesine ve bir dizi greve neden olacaktır.
Tüm bunları, 1905 sonunda küçük ölçekte yaşadık. Ve kapitalistlerin yanıtı sekiz saatlik işgünü talebine verdikleri yanıtın aynısı olacaktır: fabrikaları ve atölyeleri kapatmak. Kapılara kilit vurup kendi kendilerine şunu söyleyeceklerdir: “Proletarya şu anda sosyalist değil demokratik bir diktatörlük pozisyonunda olduğu için, mülkiyetimize ilişkin herhangi bir tehlike söz konusu değil.” İşçi hükümeti kapatılan fabrika ve tesislerle karşı karşıya geldiğinde ne yapabilir? Onları yeniden açmalı ve üretimi hükümet hesabına yeniden başlatmalıdır. Peki bu sosyalizme giden yol değil midir? Şüphesiz öyle. Siz hangi yolu öneriyorsunuz?
Gerçekte sözünü ettiğimiz şeyin proletaryayla köylülük arasındaki bir koalisyon diktatörlüğüyken, benim işçilerin diktatörlüğünün sınırsız olduğu bir durumu hayal ettiğim şeklinde itirazda bulunulabilir. Çok güzel, bu itirazı dikkate alalım. Proletaryanın, teorisyenlerinin iyi niyetlerine rağmen, onu demokratik bir diktatörlüğe hapseden mantıksal sınır çizgisini pratikte nasıl gözardı etmek zorunda olduğunu biraz önce gördük. Lenin şimdi, proletaryanın kendisini politik olarak sınırlamasının, işbirlikçi ya da diktatörlük ortağı mujik biçiminde bir nesnel anti-sosyalist “koruyucu”yla tamamlanacağını ileri sürüyor. Eğer bu, iktidarı sosyal demokratlarla paylaşan köylü partisinin, işsizlere ve grevcilerin geçimlerinin devlet kasasından karşılanmasına izin vermeyeceği ve kapitalistler tarafından kapatılan fabrikaları devletin açmasına karşı çıkacağı anlamına geliyorsa, o zaman bu, koalisyonun daha ilk gününden, yani görevlerini yerine getirmesinden çok önce, proletaryanın devrimci hükümetle çatışmaya gireceği anlamına da gelir. Bu çatışma, ya işçilerin köylü partisi tarafından bastırılmasıyla, ya da bu partinin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sona erebilir. İki çözümün de bir koalisyonun “demokratik” diktatörlüğüyle pek ilişiği yoktur.
Zorluk, Bolşeviklerin proletaryanın sınıf mücadelesini yalnızca devrimin zafer anına kadar tasavvur etmeleri, bunun “demokratik” koalisyon içinde geçici olarak bozulacağını, ancak cumhuriyetçi bir sistemin kesin kuruluşunun ardından saf biçiminde –bu kez doğrudan sosyalizm mücadelesi olarak– tekrar ortaya çıkacağını düşünmeleridir. Menşevikler, “devrimimiz bir burjuva devrimdir” soyut görüşünden hareketle, proletaryanın, devlet iktidarının liberal burjuvaziye geçmesini sağlamak üzere tüm taktiklerini bu burjuvazinin tutumuna uyarlaması gerektiği fikrine varıyorlar, Bolşevikler ise aynı soyut görüşten –“sosyalist diktatörlük değil, demokratik diktatörlük”– hareket ediyorlar ve kendine burjuva-demokratik bir sınırlama koyan, devlet iktidarına sahip bir proletarya fikrine varıyorlar. Şurası doğru ki, bu konuda aralarındaki fark hayli önemli: Menşevizmin devrim karşıtı görüşleri zaten tam olarak ortadayken, Bolşevizminkiler ancak zafere ulaşıldığı taktirde ciddi bir tehlike halini alacağa benzer.[15] Kuşkusuz, hem Menşeviklerin hem de Bolşeviklerin her zaman proletaryanın “bağımsız” politikasından (birincisi liberal burjuvaziye ilişkin, ikincisi köylülüğe) söz etmeleri, olayların farklı gelişim aşamalarında her ikisinin de sınıf mücadelesinin sonuçlarından korktukları ve onu metafizik kurgularıyla sınırlamayı umdukları olgusunu hiçbir şekilde değiştirmez.
VII
Devrimin zaferi, iktidarı ancak silahlı kent halkının, yani proleter milisin desteğini alan bir partinin eline geçirebilir. Bir kez iktidara ulaştığında, sosyal demokrat parti, “demokratik diktatörlük”e bönce referanslarla çözülemeyecek çok derin bir çelişkiyle yüz yüze gelecektir. Bir işçi hükümetinin “kendini sınırlaması,” cumhuriyet kurma adına işsizlerin ve grevcilerin –dahası tüm proletaryanın– çıkarlarına ihanetten başka bir anlama gelmez. Devrimci hükümet sosyalizmin nesnel sorunlarıyla karşı karşıya gelecek, ancak bu sorunların çözümü belli bir aşamada ülkenin ekonomik geriliği tarafından engellenecektir. Ulusal bir devrim çerçevesi içinde, bu çelişkiden hiçbir çıkış yolu yoktur.
İşçi hükümeti, daha baştan, güçlerini Batı Avrupa’nın sosyalist proletaryasının güçleriyle birleştirme göreviyle yüz yüze gelecektir. Ancak bu yolla onun geçici devrimci hegemonyası sosyalist bir diktatörlüğe başlangıç olacaktır. Böylece sürekli devrim, Rus proletaryası için, bir sınıf olarak kendini koruma sorunu olacaktır. Eğer işçi partisi saldırgan devrimci taktikler için yeterli inisiyatif gösteremezse, eğer kendini sadece ulusal ve sadece demokratik olan tutumlu bir diktatörlük perhiziyle sınırlarsa, Avrupa’nın birleşik gerici güçleri şunu açıklığa kavuşturmak için hiç boşa vakit harcamayacaktır: bir işçi sınıfı eğer iktidara gelecek olursa tüm gücünü sosyalist devrim mücadelesine vermelidir.
İKTİDAR MÜCADELESİ[16]
Önümüzde, bir program ve taktik bir eylem planı içeren bir broşür duruyor. Başlığı, Rus Proletaryasının Görevleri. Rusya’daki Yoldaşlara Bir Mektup. P. Akseldrod, Astrov, A. Martinov, L. Martov ve S. Semkovski’nin imzalarını taşıyor.
Mektup, devrim sorununu çok genel bir tarzda ortaya koyuyor. Yazarlar, savaşın yol açtığı durumun tasvirine son verip, politik olasılıkları ve taktiksel sonuçları tartışmaya çalıştıkça, analizleri kesinliğini ve açıklığını yitiriyor; hatta kullanılan terminoloji muğlaklaşıyor ve toplumsal tanımlamalar belirsizleşiyor.
Dışarıdan görüldüğü kadarıyla, bugün Rusya’da, ilk bakışta, iki temel ruh hali ya da manzara hakim: bir yandan ulusal savunma (Romanov’dan Plehanov’a kadar herkes tarafından açıkça paylaşılan) kaygısı, öte yandan, yine muhalif bürokratik fronde’den, kendiliğinden sokak çatışmalarına katılanlara kadar hemen herkes tarafından sergilenen genel bir hoşnutsuzluk. Bu iki egemen ruh hali, yaklaşan halk devriminin, doğrudan ulusal savunma amacıyla gelişeceği şeklinde bir yanılsamaya yol açmaktadır. Ama bu aynı iki ruh hali, Martov ve diğerlerinde olduğu gibi, biçimsel olarak “ulusal savunma” davasının karşısına konulduğu durumda bile, “halk devrimi” sorununun ortaya konulmasındaki muğlaklığı büyük ölçüde belirlemektedir.
Savaş ve yenilgiler, ne devrim sorununu ne de bunu çözecek devrimci güçleri yaratmıştır. Tarih, bizim için, Varşova’nın Bavyera prensine teslim olmasıyla başlamaz. Bugün hem devrimci çekişkiler, hem de toplumsal güçler, aradan geçen on yılın getirdiği çok önemli değişimlerin yanı sıra, 1905’te yüzyüze geldiklerimizin aynısıdır. Savaşın tüm yaptığı şey, rejimin yaşama yeteneğini nesnel olarak yitirdiğini büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmak olmuştur. Aynı zamanda halkın kafasında büyük bir karışıklığa da yol açmıştır, öyle ki, “herkes” Hindenburg’a direnme arzusuyla dolu olduğu kadar, 3 Haziran[17] rejimine karşı da nefretle dolu gibidir. Ama nasıl bir “halk savaşı”nı örgütlemeye doğru ilk adımlar, derhal Çarlık polisi ile karşı karşıya gelmiş ve 3 Haziran Rusya’sının gerçek, “halk savaşı”nınsa masal olduğunu açıkça göstermişse, “halk devrimi” girişimi de, daha eşiğinde, Plehanov’un tutumu sayesinde engellenmişti. O Plehanov ki, arkasında Kerenski, Milyukov, Guçkov ve genel olarak devrimci olmayan ve karşı-devrimci ulusal demokrasi ve ulusal liberalizm durmasaydı, bütün müritleriyle birlikte kendisi de bir masal sayılabilirdi.
Mektup, elbette, kendisini savaşın ve mevcut rejimin sonuçlarından devrim aracılığıyla kurtarması beklenen ulusumuzun içindeki sınıfsal ayrışmayı görmemezlikten gelemiyor. “Milliyetçiler, Oktobristler, ilericiler, Kadetler, sanayiciler ve hatta radikal aydınların bir bölümü (!), hep birlikte, bürokrasinin ülkeyi savunamayacağını haykırarak, halk güçlerinin ulusal savunma amacıyla seferber edilmesini talep ediyorlar.” Mektup, tamamen doğru bir biçimde, “ulusal savunma hedefi etrafında, Rusya’nın mevcut egemenleriyle, bürokratlarıyla, soyluları ve generalleriyle bir ittifakı” önvarsayan bu tutumun karşı-devrimci olduğu sonucuna varıyor. Ve yine oldukça haklı bir biçimde, karşı-devrimci tutumların, “her renkten burjuva yurtseverlerin” –ve Mektubun değinmeden geçtiği sosyal-yurtseverlerin– niteliği olduğuna işaret ediyor.
Bundan şu sonuç çıkar; sosyal demokrat parti yalnızca en tutarlı devrimci parti olmayıp, aslında ülkedeki tek devrimci partidir de; ve diğer bütün partiler, sadece devrimci yöntemleri daha az kullanmamakla kalmayıp, esasında devrimci de değildirler. Diğer bir deyişle, sosyal demokrat parti, sorunu bir devrim sorunu olarak gördüğünden, “genel hoşnutsuzluk”a rağmen, açık politik arenada tümüyle yalnız kalmıştır. Bütünüyle açık olmamız gereken ilk sonuç budur.
Fakat şüphesiz, partiler sınıflarla özdeş değillerdir. Politik bir partinin tutumu ve temsil ettiği toplumsal tabakanın çıkarları, bütünüyle örtüşmeyebilir ve bu sonunda derin bir çelişkiye dönüşebilir. Yine, partilerin tavrı, halk yığınlarının ruh halinden etkilenebilir. Bu kesinlikle doğrudur. Ama hesaplarımızı yaparken, parti sloganları ve parti taktikleri gibi daha az sürekli ve daha az güvenilir etkenleri daha az hesaba katmak ve ulusun toplumsal yapısı, sınıfsal güçlerin ilişkisi ve gelişme eğilimleri gibi daha sürekli tarihsel etkenler üzerinde yoğunlaşmak, bizim için çok daha fazla gereklidir.
Ama yine de Mektubun yazarları bu sorunlardan tümüyle kaçınıyorlar. Yazarların 1915 Rusya’sında “halk devrimi”nin niteliği hakkında tüm söyledikleri, onun proletarya ve demokrasi tarafından “yapılması gerektiği”dir. Proletaryanın ne olduğunu biliyoruz, peki “demokrasi” nedir? Bir politik parti mi? yukarıdaki sözlerden anlaşılıyor ki, öyle değil. O halde halk kitleleri mi? Hangi kitleler? Kuşkusuz ki sözü edilen şey, sanayi ve ticaret küçük burjuvazisi, aydınlar ve köylülüktür.
Askeri Kriz ve Politik Olasılıklar başlıklı bir dizi makalede, bu toplumsal güçlerin potansiyel devrimci önemine ilişkin genel bir değerlendirme yapmıştık. 1905 devrimi deneyiminden hareket ederek, geçen on yılın, güçler ilişkisini nasıl değiştirdiğini incelemiş ve kendimize, bu değişimlerin demokrasinin (burjuva) lehinde mi, aleyhinde mi olduğu sorusunu sormuştuk. Devrimci perspektifleri ve proletaryanın taktiklerini tartıştığımız zaman, bu soru merkezi bir sorudur. 1905’ten bu yana Rusya’da burjuva demokrasisi güçlenmiş midir, yoksa önce olduğundan daha zayıf hale mi gelmiştir? Burjuva demokrasisinin durumu defalarca tartışılmıştır ve bunun yanıtını hâlâ bilmeyen biri karanlıkta kalmaya mahkûmdur. Yanıtı vermiştik. Rusya’da ulusal burjuva devrim olanaksızdır, çünkü gerçekten devrimci bir burjuva demokrasisi yoktur. Tıpkı ulusal savaşlar dönemi gibi, ulusal devrimler dönemi de geçmiştir –hele hele Avrupa’da. Bu ikisi arasında derin bir iç bağlantı vardır. Emperyalizm çağında yaşıyoruz, bu yalnızca bir sömürgesel yayılma sistemini değil, diğerlerinden çok farklı bir ülke içi rejimi de ifade eder. Bu artık, bir burjuva ulusun eski rejimi karşısına alma sorunu değil, proletaryanın burjuva ulusu karşısına alma sorunudur.
Zanaat ve ticaret küçük burjuvazisi, 1905 devriminde bile önemsiz bir rol oynamıştı. Geçen on yılda, bu sınıfın toplumsal önemi tartışılmaz bir biçimde azaldı. Rusya’da kapitalizm, orta sınıflara ilişkin olarak, eski ekonomik kültürün hakim olduğu ülkelerle mukayese edilemeyecek derecede daha zalim ve daha sert bir tarza sahiptir.
Aydın kesim şüphesiz sayısal olarak genişlemiş ve ekonomik rolü daha önemli hale gelmiştir. Ama aynı zamanda, önceki hayali “bağımsızlığı” da sonunda tarihe karışmıştır. Aydınların toplumsal önemi, bütünüyle, kapitalist ekonominin ve burjuva kamuoyunun örgütlenmesindeki rolleriyle belirlenir. Kapitalizmle maddi bağları nedeniyle, içlerine katıksız emperyalist eğilimler sinmiştir. Mektupta, “hatta radikal aydınların bir bölümü … halk güçlerinin ulusal savunma amacıyla seferber edilmesini talep ediyorlar” dendiğini aktarmıştık. Bu tümüyle yanlıştır. Radikal aydınların “bir bölümü” değil, “tümü” böyle bir seferberliği talep etmektedir; ve yalnızca radikal aydınların tümü değil, çoğunluğu olmasa bile sosyalist aydınların geniş bir bölümü de öyle. Aydınları gerçekte olduğundan daha iyiymiş gibi göstererek, “demokrasi” saflarını hiç şişirmemeliyiz.
O halde, sanayi ve ticaret küçük burjuvazisi her zaman olduğundan daha zayıftır ve aydınlar devrimci tutumlarını terk etmiştir. Devrimci bir etken olarak kentsel demokrasiden söz edilmeye bile değmez. Geriye köylülük kalıyor. Ama bildiğimiz kadarıyla, ne Akselrod ne de Martov, hiç de köylülüğün bağımsız devrimci rolüne ilişkin abartılı umutlar beslemiyor. Acaba onlar, son on yıl boyunca köylü sınıfı içinde sürekli artan ayrışma yüzünden, bu rolün daha da güçlendiği sonucuna mı ulaştılar? Böyle bir varsayım, hem teorik görüşlere hem de tüm tarihsel deneyimimize açık bir biçimde aykırıdır.
Peki o halde Mektup, kafasında nasıl bir “demokrasi”yi tasarlıyor? Ve halk devrimiyle neyi kastediyor?
Kurucu Meclis sloganı, devrimci bir durumu önvarsayar. Böyle bir durum var mı? Evet var. Ama Rusya’nın, Çarlıkla hesaplaşabilecek ve bunu isteyecek bir burjuva demokrasisini sonunda yaratıp yaratmadığı sorununun bununla hiçbir ilgisi yoktur. Aksine, savaşın tamamen açığa çıkardığı bir şey varsa, o da Rusya’da devrimci demokrasinin olmadığıdır.
3 Haziran Rusya’sının, içerdeki devrimci sorunu dışarıdaki emperyalist eylemler aracılığıyla çözme girişimi, iflâs etmiştir. Ama bu, 3 Haziran rejiminden sorumlu ya da yarı-sorumlu partilerin, şimdi devrimci yolu izleyecekleri anlamına değil, askeri felaketin, ülkenin egemenlerini emperyalizm yoluna itmeye bir yandan devam ederken, diğer yandan açığa vurduğu devrimci problemin, ülkedeki tek devrimci sınıfın önemini iki katına çıkardığı anlamına gelir.
3 Haziran bloğu parçalanmıştır. İçinde sürtüşme ve mücadeleler yaşanmaktadır. Bu, Oktobristlerin ve Kadetlerin devrimci bir iktidar fikrini kabul etmeye ya da bürokrasinin ve birleşik soyluluğun kalelerine saldırmaya hazır oldukları anlamına gelmiyor. Ama rejimin devrimci bir saldırıya direnme gücünün bir süre için kuşkusuz zayıflamış olduğu anlamına geliyor.
Monarşi ve bürokrasi uzlaştı. Bu onların, iktidarı hiç kavgasız teslim edecekleri anlamına gelmez. Dumanın dağıtılması ve son kabine değişiklikleriyle, teslim olmaktan ne kadar uzak olduklarını açıkça gösterdiler. Ama artacağı kesin olan bürokratik istikrarsızlık, proletaryanın devrimci seferberliği için çalışan sosyal demokratlara büyük ölçüde yardımcı olacaktır.
Kent ve kır nüfusunun en alt katmanları giderek yoksullaşacak, istismar edilecek, hoşnutsuz olacak, hırçınlaşacaktır. Bu, devrimci demokrasinin bağımsız bir güç olarak proletaryayla birlikte yan yana savaşacağı anlamına gelmiyor. Böyle bir güç için ne toplumsal malzeme ne de önder kadro vardır. Ama, nüfusun en alt katmanlarındaki şiddetli hoşnutsuzluk ikliminin, işçi sınıfının devrimci saldırısına yardımcı olacağı anlamına geliyor. Proletarya, burjuva demokrasisinin ortaya çıkmasına ne kadar az bel bağlarsa, kendisini küçük burjuvazinin ve köylülüğün pasifliğine ve dar görüşlülüğüne ne kadar az uyarlamaya çalışırsa, o kadar kararlı ve uzlaşmaz olur, “sonuna kadar” –yani iktidarı ele geçirinceye kadar– mücadele etme azmini o kadar açık şekilde gösterir, karar anında proleter olmayan halk kitlelerini peşinden sürükleme şansı o kadar artar. Toprakların müsadere edilmesi, vs. gibi sloganlar, kendi başlarına bir işe yaramaz. Ve bu, devlet iktidarını ayakta tutan ya da deviren ordu için daha da doğrudur. Ordu kitlesi, ancak, devrimci sınıfın yalnızca gösteri ya da protesto yapmakla kalmayıp, aslında iktidar mücadelesi verdiğine ve kazanma şansının da olduğuna ikna olduğu zaman bu sınıfa meyledecektir.
Rusya’da savaşın ve yenilgilerin her zamankinden daha keskin bir biçimde açığa çıkardığı bir nesnel devrimci sorun vardır; devlet iktidarı sorunu. Egemenlerin örgütsüzlüğü giderek artmaktadır. Kentsel ve kırsal kitlelerin hoşnutsuzluğu büyümektedir. Fakat proletarya tek başına ve 1905’tekiyle kıyaslanamayacak kadar büyük ölçüde, bu durumu kendi çıkarı için kullanabilecek tek devrimci etkendir.
Mektupta sorunun bu can alıcı noktasına değinir gibi görünen bir cümle var. Rusya’nın sosyal demokrat işçileri, diyor, “3 Haziran monarşisinin devrilmesi için verilen ulusal mücadelenin başına” geçmelidir. “Ulusal”ın ne anlama geldiğini açıklamıştık. Ama “başına” sözcüğü, politik olarak bilinçli işçilerin, böyle yaparak tam olarak ne kazanacaklarını anlamaksızın, kanlarını herkesten daha serbestçe dökmeleri anlamına değil de, herşeyden öte bizzat proletaryanın mücadelesi olacak bir mücadelede politik önderliği üstlenmesi gerektiği anlamına geliyorsa, o zaman şu açıktır ki, bu mücadelede ulaşılacak zafer, iktidarı kendisine önderlik edene, yani sosyal demokrat proletaryaya geçirmek zorundadır.
Bu nedenle, “geçici bir devrimci hükümet”ten değil (tarihin, içini nasıl dolduracağı henüz bilinmeyen boş bir formül), devrimci bir işçi hükümetinden, iktidarın Rus proletaryası tarafından ele geçirilmesinden söz ediyoruz.
Ulusal Kurucu Meclis, cumhuriyet, sekiz saatlik işgünü, toprak sahiplerinin topraklarının müsaderesi sloganlarıyla birlikte, savaşın hemen kesilmesi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve Avrupa Birleşik Devletleri sloganları, sosyal demokrat partinin ajitasyon çalışmasında çok büyük bir rol oynayacaktır. Ama devrim, herşeyden önce bir iktidar sorunudur –politik biçim değil (Kurucu Meclis, cumhuriyet, Avrupa federasyonu) iktidarın toplumsal içeriği sorunu. Mevcut koşullar altında, Kurucu Meclis sloganı ya da toprak sahiplerinin topraklarının müsaderesi sloganı, eğer proletaryanın iktidarı ele geçirme mücadelesine dolaysız hazırlığıyla desteklenmezse, bütün doğrudan anlamını yitirir. Çünkü proletarya iktidarı monarşinin elinden almadıkça, başka hiç kimse bunu yapmayacaktır.
Devrimci sürecin gelişim temposu, başka konudur. Bu, askeri, politik, ulusal ve uluslararası pek çok etkene bağlıdır. Bu etkenler gelişmeyi hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir, devrimin zaferini sağlayabilir ya da başka bir yenilgiye yol açabilir. Ama koşullar ne olursa olsun, proletarya yolunu açıkça görmeli ve bu yolda bilinçle ilerlemelidir. Her şeyden öte, yanılsamalardan kurtulmalıdır. Ve tarihi boyunca proletaryanın en büyük yanılsaması, her zaman başkalarına güvenmek olmuştur.
RUSYA’NIN TARİHSEL GELİŞİMİNİN ÖZGÜL NİTELİKLERİ ÜZERİNE
M. N. Pokrovski’ye Yanıt
I
Krasnaya Nov’un üçüncü sayısında (Mayıs-Haziran 1922), Yoldaş Pokrovski benim 1905 kitabıma atfen bir makale yayınladı. Bu makale, tarihsel materyalizmin yöntemlerini, yaşayan insan tarihine uygulamaya çalışmanın ne kadar karmaşık bir iş olduğunu, yoldaş Pokrovski gibi son derecede bilgili insanların bile tarihi zaman zaman nasıl klişelere indirgediklerini –ne yazık ki, olumsuz bir şekilde!– göstermektedir.
Yoldaş Pokrovski’nin yazısının doğurduğu kuşkular daha yazının başlığıyla başlamaktadır: Rusya’da Mutlakıyetin “Toplumsal Gelişmeye Rağmen Varolduğu” Doğru Mudur? “Toplumsal gelişmeye rağmen varolduğu” ifadesi, sanki ben Rus mutlakıyetinin her zaman “toplumsal gelişmeye rağmen varolduğu”nu ileri sürmüşüm gibi görünecek şekilde tırnak içine alınmıştır. Böyle bir ifadenin sağduyuya karşı olduğuna işaret etme görevini –telâfi edici ve pek de zor olmayan bir görev– yoldaş Pokrovski’ye bırakıyorum. Ama, bu şekilde yanlış aktarılan düşüncem, gerçekte, Rusya’nın toplumsal gelişiminin talepleriyle tamamen çelişki içine düşen Çarlığın, kendi örgütü, Rus burjuvazisinin politik hiçliği ve büyüyen proletarya korkusu sayesinde varolmaya devam ettiğiydi. Ama aynı tarihsel diyalektiğin espirisi ve anlamı içinde, kapitalizmin günümüzde yalnızca tarihsel gelişmenin taleplerine rağmen değil, insan yaşamının temel taleplerine rağmen de varolduğunu söylemek –Komünist Enternasyonal Manifestosu’nda söylediğimiz gibi– oldukça doğrudur.
Ayrıca Yoldaş Pokrovski, kitabımın bir bütün olarak yayınlanmasının yararlılığını kabul ederken, kitabın Rusya’nın Toplumsal Gelişimi ve Çarlık adlı giriş bölümünün yeniden basılmasına şiddetle itiraz ediyor. Rusya’nın geçmişinden adamakıllı habersiz olan yabancı bir halk için 1908-09’da yararlı ve hatta zorunlu olan şeyin, şu anda bir iki şey öğrenmiş genç insanlarımız için hiçbir yararı olmadığını söylemektedir. Yoldaş Pokrovski, benim bu giriş bölümünde Çarlık hakkında liberal, “Milyukovcu” (aynen alınmıştır) görüşler ileri sürdüğümü, onu sömürücü sınıflarla bağı olmayan tümüyle kendine yeter bir devlet örgütü olarak değerlendirdiğimi söyleyerek devam eder. “Bu şema (Troçki’ninki) herşeyden önce bizim bakış tarzımızla bağdaşmaz, ve ikinci olarak, nesnel bakımdan yanlıştır.” Ve bu yanlış ve bağdaşmaz şemayla “dinsel önyargılarla mücadele ettiğimiz kadar şiddetli” mücadele etmek zorunludur (!!!)” Ne eksik, ne fazla.
Peki eğer Almanca kitabımda, böyle inanılmaz anti-Marksist görüşler –zamanında kitabın bütün Alman Marksist eleştirmenlerinin gözünden kaçan görüşler– açıkladığım doğruysa, bu görüşler 1908-09’da, ne kadar bilgisiz olursa olsun yabancı bir halk için, nasıl “yararlı” ve hatta “zorunlu” olabiliyordu? Şu ünlü “Rus için iyi olan Alman için ölümdür” atasözüne inanmıyorsak, Yoldaş Pokrovski’nin çok nazik bir biçimde bana atfettiği liberal ahmaklıkların niçin on iki yıl önce Alman işçileri için iyi olacağını anlamak oldukça olanaksızdır. Rusya’nın tarihsel gelişiminin çok özgül ve özel doğasının bilincinde olan ben bile bu atasözünü kabul edemezken; böyle özgül niteliklerin varlığını makalesinde açıkça yadsıyan Yoldaş Pokrovski onu çok daha az kabul etmeliydi.
Yoldaş Pokrovski, benim yanlış teorimin “geçmişteki bir başka isimle, aynı yolu izleyen (ve aynı yolda daha ileri giden) Plehanov’la ilişkisinin olduğunu” (s.146) ileri sürerken, daha iğrenç bir karışıklık yaratmaktadır. Buna ne anlam vermeliyiz? Doğru, makale yolumun beni nereye götürdüğünü kesin olarak belirtmiyor, ama “Plehanov aynı yolda daha ileri gittiği” (liberalizmin yolu) için, bu, okuyucuyu, bizim için zaten tanıdık olan şu sonuca, benim Rus tarihine ilişkin görüşlerimle “dinsel önyargılarla mücadele ettiğimiz kadar şiddetli” mücadele edilmesi gerektiği sonucuna hazırlamak için oldukça yeterli oluyor. Ne korkunç bir düş! Fakat burada teorik ve hatta kronolojik hayal gücü alanına girdiğimiz için, bunun bir düş olduğuna iyice dikkat edin. Hikâye şöyle görünüyor: ilk önce Plehanov özgül tarihsel gelişim liberal teorisini benimsedi (Kadet’lerle ortak bir bloğu savunarak); sonra ben 1908 ve 1909’da aynı liberal teoriyi geliştirdim (Almanlar yararlansın diye); bu aslında zararlı değil, hatta yararlıydı bile (Almanlar buna müstahaktı); fakat ben şimdi Plehanov’un görüşlerini, Yoldaş Pokrovski’nin kişisel olarak sorumlu olduğu genç işçilerimize sunmaya kalkıştığım için, o şimdi beni pratik olarak Piskopos Tihon ile eşitliyor ve benimle tıpkı onunla olduğu gibi “şiddetle” mücadele edilmesini öneriyor.
Bütün bunlar, herşeyden önce kronolojik olarak büyük bir şaşkınlıktır. Rusya’nın tarihsel gelişiminin özgül nitelikleri konulu giriş bölümüm, hiçbir şekilde Alman halkı için yazılmadı, önce 1907’de (s.224), Petersburg’da basılan Devrimimiz adlı kitabımın içinde Rusça yayınlandı. Bu bölüm için, 1905’te ve sonra da 1906’da (cezaevinde) hazırlık çalışması yapmıştım. Bu kitabın yazımını doğrudan güdüleyen şey, hem burjuva-demokratik cumhuriyet sloganına hem de proletarya ve köylülüğün demokratik hükümeti sloganına karşı çıkarak, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi sloganı için tarihsel ve teorik gerekçe sağlama arzusuydu. Gördüğümüz gibi, Plehanov’un Kadetseverliğinin bununla ilgisi yoktur. Marx’ın Paris Komünü’ne yazdığım önsözde (1906), Komün deneyiminin Rus işçi sınıfı için doğrudan önemi olduğu, çünkü, bundan önceki bütün tarihsel gelişimin sonucu olarak, onun doğrudan iktidarı ele geçirme sorunuyla yüzyüze geldiği görüşünü formüle etmiştim.[18] Bu düşünce çizgisi, pek çok yoldaş arasında, aslında ezici çoğunluk arasında, son derece büyük bir teorik infiali tahrik etmişti. Bu infial yalnızca Menşevikler tarafından değil, Yoldaş Kamenev ve Yoldaş Rojkov (o sırada Bolşevikti) tarafından da ifade edilmişti. Onların görüş açısı şöyle özetlenebilirdi: burjuvazinin politik hegemonyası proletaryanın politik hegemonyasından önce gelmelidir; burjuva-demokratik cumhuriyet proletarya için uzun bir tarihsel okul görevi görmelidir; bu aşamayı atlamaya girişmek maceracılıktır; Batıdaki işçi sınıfı iktidarı ele geçirmemişse, Rus proletaryası böyle bir görevi nasıl üstlenebilir, vs. vs..
Tarihsel klişelerden ve biçimsel analojilerden beslenen ve tarihsel dönemleri, esnek olmayan toplumsal kategorilerin (feodalizm, kapitalizm, sosyalizm, otokrasi, burjuva cumhuriyeti, proletarya diktatörlüğü) mantıksal dizisine dönüştüren bu sahte Marksizmin bakış açısından, iktidarın Rus işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi sloganı Marksizmin korkunç bir inkârı gibi görünmek zorundadır. Oysa toplumsal güçlerin her ciddi deneysel değerlendirilmesi, 1903 ve 1905 yıllarında ortaya koyulduğu gibi, Rus işçi sınıfının iktidarı ele geçirme mücadelesinin dipdiri olduğunu göstermek zorunda kalıyordu.
Bu Rusya’daki durumun özgül bir niteliği midir, değil midir? Bu, Rusya’nın gelişimiyle diğer Avrupa ülkelerinin gelişimi arasındaki derin farklılıkları önvarsayar mı, varsaymaz mı? Rus proletaryası, yani Avrupa’daki en geri ülkenin (Yoldaş Pokrovski’nin izniyle) proletaryası, nasıl olup da böyle bir görevle yüz yüze geldi? Ve Rusya’nın geriliği neye bağlıdır? Yalnızca Rusya’nın Batı Avrupa ülkelerinin tarihini geç olarak tekrarlıyor olmasına mı? Peki eğer öyleyse, bizim Rus proletaryasının devlet iktidarını ele geçirmesinden söz etmeye hakkımız var mı? Şimdiye kadar (eleştirilerimizi anımsatma cüretinde bulunuyoruz) Rus proletaryasının yaptığı tam da budur. O halde sorunun gerçek özü nedir? Rusya’nın su götürmez ve inkâr edilemez geri gelişmesi, Batının daha yüksek kültürünün etkisi ve basıncı altında, Batı Avrupa’daki tarihsel sürecin basit bir tekrarına değil, bağımsız bir incelemeyi gerektiren, temel olarak yeni birtakım niteliklere yol açar. Sorun böyle konulmuştur ve Yoldaş Pokrovski ne derse desin, bu bizim bakış tarzımızla tümüyle bağdaşmaktadır.
Birkaç yıl sonra (1914’te), Plehanov’un, Rusya’nın tarihsel gelişiminin özel niteliklerine ilişkin olarak, Devrimimiz adlı kitabın yukarıda söz edilen bölümünde ileri sürülen görüşe çok yakın bir görüş formüle ettiği kesinlikle doğrudur. Plehanov, hem doktriner “Batıcılar”ın hem de Slavsever Narodniklerin bu konuya ilişkin şematik teorilerini gayet haklı olarak reddetmekte ve bunun yerine, Rusya’nın “özgül doğası”nı, onun tarihsel gelişiminin somut, maddi olarak belirlenmiş özelliklerine indirgemektedir. Plehanovun bundan uzlaşmacı sonuçlar çıkardığını (Kadetlerle bir blok oluşturma vs. anlamında) ya da benzer bir mantıkla böyle davranmış olabileceğini iddia etmek kökten yanlıştır.
Rus burjuvazisinin zayıflığı ve Rus burjuva demokrasisinin aldatıcı yapısı, kuşkusuz, Rusya’nın tarihsel gelişiminin çok önemli niteliklerini temsil etmektedir. Fakat, varolan bütün diğer koşullar göz önüne alındığında, proletaryanın iktidarı ele geçirme olanağı ve tarihsel zorunluluğu tam da buradan kaynaklanmaktadır. Doğru, Plehanov asla bu sonuca varmamıştı. Ama o, kendisinin bir başka tartışmasız doğru önermesi olan şu önermeden de herhangi bir sonuç çıkarmamıştı: “Rus devrimci hareketi ya bir işçi sınıfı hareketi olarak zafere ulaşacaktır ya da hiçbir zaman ulaşamayacaktır.” Eğer, Plehanov’un Narodniklere ve kaba Marksistlere karşı söylediği herşeyi, onun Kadetseverliği ve yurtseverliği ile karıştırırsak, Plehanov’dan geriye hiçbir şey kalmayacaktır. Şimdiye kadar Plehanov’dan geriye gerçekten bir çok şey kaldı ve ondan arada sırada bir şeyler öğrenmenin hiçbir zararı yoktur.
Bütün toplumların tarihsel yaşamları üretim üzerine kurulmuştur; bu üretim sınıflara ve sınıfsal gruplaşmalara yol açmaktadır; devlet sınıf mücadelesinin temelleri üzerinde şekillenir ve devlet bir sınıfsal baskı organıdır –bu fikirler 1905’te benim için ya da muhaliflerim için bir muamma değildi. Bu sınırlar içinde, Rusya’nın tarihi de, Fransa, İngiltere ya da bir başka ülkenin tarihiyle aynı yasalara tabidir. Bu, Rusya’nın tarihsel gelişiminin özelliklerine değinmez. Çarlık mülk sahipliğinin, sömürücü sınıfların silahıydı ve bu anlamda diğer herhangi bir devlet örgütünden farkı yoktu. Fakat bu, bir taraftan otokratik iktidar (monarşi, bürokrasi, ordu, ve diğer bütün baskı organları), ve diğer taraftan soyluluk ve burjuvazi arasındaki karşılıklı güçler ilişkisinin, Rusya’da, Fransa, Almanya ve İngiltere’dekiyle aynı olduğu anlamına gelmez.
Avrupa’da proleter devrim daha başlamadan önce, sonunda Ekim devriminin zaferine yol açan politik durumumuzun eşsiz doğası, çeşitli sınıflarla devlet iktidarı arasındaki özgül güç ilişkilerine bağlıydı. Yoldaş Pokrovski ya da Rojkov, Çarlığın örgütlenmesi ve politikalarının ekonomik gelişme ve mülk sahibi sınıfların çıkarları tarafından belirlendiğini söyleyerek, Narodnikler veya liberallerle tartıştıkları zaman esas itibarıyla haklıydılar. Fakat Yoldaş Pokrovski aynı tartışmayı bana karşı tekrarlamayı denerken, hedefi tamamen ıskalamaktadır.
Yoldaş Pokrovski’nin düşüncesi, yaşayan tarihsel güçlerin yerine koyduğu katı toplumsal kategoriler mengenesine sıkışıp kalmıştır. Otokrasinin egemen sınıflardan göreli, yani tarihsel olarak koşullu ve toplumsal olarak sınırlı bağımsızlığı yerine, bir çeşit mutlak bağımsızlık koyar ve böylece Çarlığı içerikten yoksun bir biçime dönüştürür. Ve ardından Çarlığa ilişkin bu görüşü bana atfederek şöyle yazar: “Peki bu nasıl olur da proletaryayı burjuvaziye karşı iktidar mücadelesine çağırmamızla aynı çizgiye konabilir? Burjuvazinin asla sahip olmadığı bir şeyi burjuvaziden nasıl alabiliriz,” vs.. Yoldaş Pokrovski için sorun basittir: burjuvazi iktidara ya bütünüyle sahipti ya da hiçbir şekilde sahip değildi. Eğer iktidara hiç sahip değildiyse, o halde “burjuvaziden iktidarı almakla” neyi kastediyorduk? Ve eğer burjuvaziden iktidarı aldıysak, o halde onun iktidara sahip olmadığını nasıl söyleyebiliriz? Sorunu bu biçimde açıklamak ne tarihsel, ne materyalist, ne de diyalektiktir. Hatta saf biçimsel mantık bakımından bile işe yaramaz. Rusya’da burjuvazi iktidara hiçbir şekilde sahip olmasaydı bile, tam da iktidarın onun eline geçmesine izin vermemek için, proletarya iktidar mücadelesi verebilirdi.
Ancak kuşkusuz sorun bu kadar biçimsel değildi. Burjuvazi iktidarın tümüne sahip değildi, ama yavaş yavaş iktidarla birleşiyordu. Bu birleşme tamamlanmadı. Olayların akışı, yani her şeyden önce, askeri yenilgi ve alttan gelen basınç, otokrasiyle burjuvazi arasındaki gediğin genişlemesine yol açmıştı. Monarşi bu gediğin içine düşmüştü. Mart 1917’de burjuvazi iktidarı tümüyle ve ivedilikle almayı denedi. Ama, köylü ordusu tarafından desteklenen işçi sınıfı, Ekim 1917’de iktidarı onun elinden kaptı. Bu bakımdan, Avrupa’daki güçlü emperyalizmin arka planı karşısında, bizim gecikmiş tarihsel gelişmemiz, burjuvazimizin tam Çarlığı temellerinden sarsmaya yetecek kadar güçlendiği sırada, proletaryanın çoktan bağımsız devrimci bir güç haline gelmiş olması olgusuyla sonuçlanmıştı.
Bizim için merkezi araştırma konusu olan gerçek sorun, Yoldaş Pokrovski için yoktur. Vipper tarafından yazılmış bir kitabı değerlendiren Yoldaş Pokrovski (Krasnaya Nov’un aynı sayısında) şöyle yazar: “On altıncı yüzyıl Moskova Rusya’sını zamanın genel Avrupa ilişkilerinin arka planıyla karşılaştırmak, oldukça cazip bir iştir. Bugün Marksist çevrelerde bile yaygın olan, Rus otokrasisinin büyüyüp geliştiği ekonomik temelin varsayılan «ilkelliği’ne dair önyargıyı çürütmenin daha iyi bir yolu yoktur.” Ve yine: “Otokrasiyi, ticari ve kapitalist Avrupa’nın bir veçhesi olarak doğru bir tarihsel bağlama oturtmak … yalnızca tarihçileri ilgilendiren bir iş değildir, bu aynı zamanda okuyan halk için de pedagojik olarak çok önemlidir; Rusya’nın tarihsel sürecinin «eşsizliği» efsanesine son vermenin daha radikal araçları yoktur.” Buradaki her sözcük bize bir kinayedir. Görüyoruz ki, Yoldaş Pokrovski ekonomik gelişmemizin geri ve ilkel doğasını açıkça inkâr ediyor ve Rusya’nın tarihsel ilerleyişinin eşsizliğini bir «efsane» olarak reddediyor. Sorun, Yoldaş Pokrovski’nin on altıncı yüzyıldaki Rus ticaretinin görece canlı gelişimiyle –bu hem onun hem de Rojkov’un zikrettiği bir olgudur– tamamen büyülenmiş olmasıdır.
Yoldaş Pokrovski’nin böyle bir hataya nasıl düşebildiğini anlamak zor doğrusu. Ticaretin ekonomik yaşamın temeli ve şaşmaz ölçütü olduğunu herkes düşünebilir. Alman ekonomist Karl Bücher, yirmi yıl önce, ticareti (üreticiden tüketiciye giden yol) bütün ekonomik gelişmenin ölçütü olarak kabul ettirmeye çalışmıştı. Struve, bu “keşfi” Rus ekonomi “bilimi”ne nakletmek için doğal olarak acele etti. Bücher’in teorisi, gayet doğal olarak, zamanında Marksistler tarafından güçlü bir şekilde çürütülmüştü. Biz ekonomik gelişme ölçütünü üretimde –teknolojide ve emeğin toplumsal örgütlenmesinde– ararız ve üreticiden tüketiciye ürün aracılığıyla giden yolu, kökleri yine üretimde bulunan ikincil bir olgu olarak değerlendiririz.
Bu, Bücher’lerin ve Struve’lerin bakış açısından mantığa aykırı görünebilirse de, on altıncı yüzyılda Rus ticaretindeki büyük (en azından uzamsal anlamda) ani artış, kesinlikle Rus ekonomisinin son derece ilkel ve geri doğasından kaynaklanıyordu. Batı Avrupa şehirleri, zanaat korporasyonlarının ve meslek loncalarının egemenliğindeydi. Bizim şehirlerimiz ise, aksine, idari ve askeri merkezler, yani üretimden çok tüketim merkezleriydi. Bütün temel imalât sanayileri kendilerini tarımdan ayırdıkları, kendilerini bağımsız mesleklere dönüştükleri, kendi örgütlülüklerini, kendi merkezlerini (şehirler) ve kendilerine ait, başlangıçta sınırlı (bölgesel, yerel) ama bununla birlikte kalıcı pazarlar yarattıkları zaman, Batıdaki zanaatsal lonca yaşamı, görece daha yüksek bir ekonomik gelişme düzeyinde biçimlenmişti. Böylece ortaçağ Avrupa şehri, şehir (merkez) ile onun tarımsal periferisi arasında uygun ilişkilere yol açan ekonomideki görece ilerlemiş farklılaşmaya dayanıyordu. Diğer taraftan, Rusya’nın ekonomik geriliği herşeyden önce zanaatsal işin kendisini tarımdan ayırmayı başaramaması ve bir ev sanayisinin özelliklerini muhafaza etmesi olgusunda ifadesini buluyordu. Bu bakımdan, tıpkı ortaçağ şehirlerimizin Avrupa’dan çok Asya’ya yakın olması ve Avrupa mutlakıyetiyle Asyatik despotizm arasında yer alan otokrasimizin, sonuncusuna benzeyen pek çok özellik taşıması gibi, biz de Avrupa’dan çok Hindistan’a yakınız.
Topraklarımızın muazzam genişliği ve nüfusun seyrekliği (kuşkusuz geriliğin bir başka nesnel ölçütü?) dikkate alındığında, mal değişimi, çok yüksek bir yoğunluk düzeyindeki ticari sermayenin aracı rolünü önvarsayıyordu. Böyle bir yoğunluk kesinlikle olanaklıydı, çünkü Batı bizden çok daha fazla gelişmişti, geniş bir karmaşık ihtiyaç çeşitliliğine sahipti, tüccarlarını ve mallarını bize gönderiyordu ve böyle yaparak, Rusya’nın son derece ilkel ve birçok bakımdan barbar ekonomik ilişkileri temelinde, bizzat Rusya’da mal değişimini ilerletmişti. Tarihsel gelişmemizin bu en büyük özgüllüğünü anlamamak aslında tarihimizi anlayamamaktır.
Sibiryalı işverenim (iki ay süresinde büro defterine pudları ve arşınları işlediğim) Yakov Andreyeviç Çernik –bu yirminci yüzyılın başında olmuştu, on altıncı yüzyılda değil– ticari işleri yüzünden, Kirensk bölgesindeki ekonomik yaşamın sınırsız kontrolüne fiilen sahipti. Tunguz yerlilerden kürk alıyor, ücra bölgelerdeki rahiplerden kilise toprakları alıyor ve onlara pamuk, özellikle votka (o zaman votka tekeli İrkutsk eyaletine henüz sokulmamıştı) satıyordu. Okuması yazması yoktu ama milyonerdi (o zamanın parasıyla). Ticari sermayenin temsilcisi olarak diktatörlüğü tartışmasızdı; hatta yerel yerli nüfustan “benim küçük Tunguz halkım” diye söz ederdi. Kirensk şehri, Verholensk ve Nijne-İlimsk gibi, çeşitli rütbelerdeki polis memurları, birbirlerine hiyerarşik olarak bağlı durumda olan kulaklar, çeşitli küçük devlet memurları ve bir avuç zavallı zanaatkâr için ikamet yeriydi. Orada asla, kentli ekonomik hayatın temeli olan herhangi bir örgütlü zanaatsal işe rastlamadım; Yakov Andreyeviç resmi olarak “ikinci loncanın tüccarı” diye kaydedilmiş olsa da, ortada ne bir korporasyon ne de lonca vardı.
İnanın bana, gerçek Sibirya yaşamına ilişkin bu kesit, Rusya’nın gelişiminin tarihsel özelliklerini anlama doğrultusunda, Yoldaş Pokrovski’nin konu üzerine söylediklerinden çok daha daha ileri götürür bizi. Bu gerçekten doğrudur. Yakov Andreyeviç’in ticari işleri, Lena’nın orta alanlarından ve doğu kollarından Nijni Novgorod ve hatta Moskova’ya yayılıyordu. Çok az Batı Avrupa firması, kendi iş haritalarında benzer uzaklıkları işaretleyebilir. Yine de bu tüccar diktatör, bizim ekonomik geriliğimizin, barbarlığımızın ve ilkelliğimizin, cehaletimizin, nüfusumuzun seyrekliğinin, köylerimizin dağılımının ve her ilkbahar ve sonbaharda iki ay boyunca daha ücra bölgelerimize geçit vermez bataklık ablukaları oluşturan pis yollarımızın, vs., en mükemmel ve inandırıcı ifadesiydi. Bu Sibirya, orta-Lena geriliği temelinde, Çernik nasıl oldu da bu kadar ekonomik güç kazandı? Çünkü Batı –“Rusya Ana,” “Moskova”– Sibirya’yı tuhaf bir evliliğe doğru sürüklüyordu: ilkel göçebe bir ekonomiyle parlak yepyeni bir Varşova yapımı çalar saat arasında bir evlilik.
II
Kırsal bölgelere de yayılmış olan ortaçağ kent kültürünün temellerini zanaat loncaları oluşturmuştu. Ortaçağ bilimi, skolastizm, Reformasyon, hepsi zanaatsal işlerin sonucuydu. Rusya’da buna benzer bir şey yoktu. Bunun işaretleri ve embriyonik izleri elbette bulunabilir, ama Batıda varolan güçlü ekonomik ve kültürel oluşumla kıyaslandığında, bunlar oldukça önemsiz görünür. Ortaçağ Avrupa şehri, bu temel üzerinde meydana çıkmış, gelişmiş ve Kiliseyle mücadeleye girişmişti; aynı şehirler yüzünden monarşi feodal lordlara meydan okumuştu. Ateşli silahlar imal ederek sürekli orduların varlığının teknik önkoşullarını yaratan, şehirdi. Şehirler geliştikçe ve bunların feodal lordlarla çelişkileri arttıkça Batı Avrupa’daki monarşinin birinci zümreden giderek bağımsızlaştığı –ama belki de bu devletin sınıfsal teorisine aykırıdır?– söylenebilir mi?
Son tahlilde, kraliyet iktidarı elbette çalışan yığınların ve özellikle de köylü serflerin baskı altında tutulması için bir örgüt olarak kalmaktadır. Ama toprak sahibi sınıfla kaynaşan bir devlet iktidarıyla; kendisini bu sınıftan ayıran, kendi bürokratik aygıtını yaratan ve kendi muazzam iktidarını elde eden bir devlet iktidarı, yani sömürülenlere karşı sömürenlerin çıkarlarını savunurken, diğer egemen güçler arasında görece bağımsız bir güç –ve başlıca güç– haline gelen bir devlet iktidarı arasında, kesinlikle bir fark vardır.
Batı Avrupa’dakileri uzaktan da olsa andıran Rus zanaatsal korporasyon şehirleri neredeydi? Bunların feodal iktidarla mücadelesi neredeydi? Şehirle feodal toprak sahibi arasında herhangi bir mücadele, Rus otokrasisinin gelişmesi için temel sağladı mı? Şehirlerimizin gerçek doğasından ötürü, dinsel bir reformasyondan öte böyle bir mücadele hiç gerçekleşmedi. Bu, tarihsel gelişmemizin özel bir niteliği midir, değil midir? Bizim zanaatlarımız ev ekonomisi aşamasında kalmıştı, yani köylü tarımından asla ayrışmamıştı. Şehirlerden hiçbir önderlik görmeyen bizim reformasyonumuz, köylü tarikatları aşamasında kalmıştı. İşte ilkellik, işte yüce göğe yakaran gerilik, yine de Yoldaş Pokrovski bunlara hiç ilişmek istemez. Ve Çarlık da, şehirlerimizin sınai kansızlığı ve feodal toprak sahiplerimizin kansızlığı yüzünden, güçlü şehirlerin güçlü feodal lordlara karşı mücadelesinin bir sonucu olarak değil, bağımsız bir devlet örgütü olarak ortaya çıkar (tekrar, gerçek tarihsel ekonomik güçler arasındaki bir çatışmanın sınırları içinde, görece bağımsız).
Tıpkı Rusya’nın Avrupa ile Asya arasında kalması gibi, Polonya da, toplumsal yapısı itibarıyla, Rusya ile Batı arasında kalmıştı. Polonya şehirleri, birleşik zanaatsal işi Rus şehirlerinden çok daha fazla tanıyordu. Ama kraliyet iktidarına yardımcı olacak kadar yeterli bir gelişmeyi asla gösteremediler. Devlet iktidarı doğrudan soyluluğun elinde kaldı. Sonuç, tam bir iktidarsızlık ve devletin nihai çöküşüydü. “Özgül niteliklerin” olmadığı yerde tarih de yoktur, yalnızca bir tür sahte-materyalist geometri mevcuttur. Yaşayan ve değişen ekonomik gelişme sorununu incelemek yerine, birkaç dış belirtiye değinmek ve bunları birkaç hazır klişeye uyarlamak yeterlidir. Bu ilkel tarihsel araştırma yöntemi, liberal ya da Narodnik önyargılarla savaşmak için yeterlidir, duygusal Slavseverlikten bahsetmeye bile değmez, ama Rusya’nın tarihsel gelişmesinin gerçek yollarını anlamak için oldukça yetersizdir.
Çarlık hakkında söylediklerim, kapitalizme ve proletaryaya da aynen uygulanabilir ve ilk bölümde Yoldaş Pokrovski’nin öfkesinin neden yalnızca Çarlıktan bahseden ilk bölüme yöneldiğini anlamak gerçekten güç. Pek çok Rus zanaatının henüz kendisini tarımdan ayırmadığı bir dönemde, Avrupa kapitalizminin, ilkin ticaret sermayesi ve sonra mali ve sınai sermaye şeklinde ülkeyi istilâ etmesi nedeniyle, Rus kapitalizmi zanaatsal işten manüfaktür atölyesine, oradan da fabrikaya geçerek gelişmedi. Rusya’da modern kapitalist sanayinin tümüyle ilkel bir ekonomik ortamda ortaya çıkması bu nedenledir: örneğin her yıl yanan, tahta ve samanlardan inşa edilmiş köylerle ve kirli yollarla kuşatılmış kocaman bir Belçika ya da Amerikan sanayi işletmesi vs.. En ilkel başlangıçlar ve en modern Avrupai sonlar. Batı Avrupa sermayesinin Rus ekonomisindeki muazzam rolü bu nedenledir. Rus burjuvazisinin politik zayıflığı bu nedenledir. Rus burjuvazisini rahatlıkla yenebilmemiz bu nedenledir. Avrupa burjuvazisi işe karıştığında ve fabrika ve işletmelerin eski sahipleri, Lloyd George ve Barthou vasıtasıyla Cenova’da ve Hague’da bizimle konuşmayı denediklerinde ortaya çıkan zorluklar bu nedenledir.
Ya proletaryamız? Hiç ortaçağın çırak dayanışması okulundan geçti mi? Eski lonca geleneklerine sahip oldu mu? Hiçbiri. Sabanından tutulduğu gibi doğruca fabrika fırınına fırlatıldı. Nikolayev’li marangoz bir eski dost Korotkov’u hatırlıyorum, 1897’de bir şarkı yazmıştı. Adı Proletarya Marşı idi ve şu sözlerle başlıyordu: “Biz alfa ve omegayız, biz başlangıç ve sonuz … ” Yalın gerçek budur. İlk harf oradadır, sonuncusu da öyle, ama alfabenin geri kalan tüm orta kısmı gözden kaçıyor. Proletarya içerisinde tutucu geleneklerin bulunmayışı, kastların bulunmayışı bu nedenledir, onun devrimci tazeliği bu nedenledir, Ekim devrimi ve dünyadaki ilk işçi hükümeti, başka nedenler yüzünden olduğu kadar bu nedenledir de. Ama cehalet, örgütsel teknik yöntem bilgisinden yoksunluk, sistemsizlik, kültürel ve teknik eğitimsizlik de bu nedenledir. Bütün bunlar, ekonomik ve kültürel inşa çabalarımızın her adımında hissettiğimiz eksikliklerdir.
Avrupa komünizmi, hem harici, devlet içinde, hem de dahili, bizzat proletarya içinde, sınırsız derecede daha tutucu bir ortamın üstesinden gelmek zorundadır. Ama zaferi kazandığı zaman, yeni bir toplum inşa etmek için sınırsız derecede daha güçlü nesnel ve öznel olanaklara sahip olacaktır. Bu, özel bir nitelik midir, değil midir? 1922 yazında böyle bir soru sorma zorunluluğu, doğrusu bana haddinden fazla “tuhaflık” gibi görünüyor, ama bu bile kuşkusuz tarihsel gelişmemizin bir sonucudur: iktidarı ele geçiren ilk biz olduk, görevlerimiz devasa, kültürel güçlerimiz kıt, her insan kendisini yüz parçaya bölmek zorunda, düşünmek için zaman yok. Ve Yoldaş Pokrovski’nin, yeni ve son derece karmaşık sorunlardan söz ederek, bir başka bağlamda ve bir başka mantıksal düzeyde değerli olan ama evrensel olarak uygulanabilir bir klişe niteliğine büründürüldüğünde tam da Marksizm karşıtı olan eski tartışmaları üretmesinin nedeni budur.
Batı sınırlarımızda sürekli olarak, bizden çok daha gelişmiş, daha iyi örgütlenmiş ve teknik olarak daha iyi silahlanmış devletlerle ilişki içine girmemizin, bütün gelişmemizi ne kadar etkilediğine işaret ettim. Bu basınç altında otokrasi, önce nişancı alayları, daha sonra da bir süvari ve bir piyade alayı oluşturarak kendisini yeniden yapılandırdı. Yoldaş Pokrovski bu bağlamda şunu demektedir: “Temel çıkarların politik değil ekonomik olduğunun söylenmesi gereken nokta, burası gibi görünmektedir: Moskova otokrasisi birilerinin sınıfsal çıkarlarına tekabül ediyordu.” Pokrovski’nin askeri ve politik çıkarları ekonomik çıkarların karşısına koyarak ne demek istediğini anlamak güç. Ekonomik çıkarlar devlet tarafından savunulduğu zaman, bunlar daima politik amaçlar ve görevler şekline bürünürler; ve bunlar, diplomatik araçlarla değil silah gücüyle savunulmak zorunda kalındığında, askeri görevler haline gelirler.
Yoldaş Pokrovski, otokrasinin on altıncı yüzyıldaki politikalarına egemen olan çıkarların, ticari sermayenin çıkarları olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Onun sorunu bu şekilde ifade etmesi, bana sorunu karikatürleştirmek gibi görünüyor. Ama daha sonra fırsat olursa, bu daha dar ve daha özel konuya geri dönmeyi umuyorum. Burada, Yoldaş Pokrovski’nin, on altıncı yüzyılda ticari-kapitalist bir Rusya inşa ederek, antik Yunan ve Roma’da kapitalizm keşfeden Alman profesör Eduard Meyer’in hatasına düştüğünü söylemek yeterlidir. Meyer, Yunan ve Roma’nın ekonomik yapısını kendine yeter bir dizi doğal ekonomik hücre (oikos) olarak değerlendiren daha önceki görüşlerin (Rodbertus ve diğerlerinin görüşleri) şematik ve aşırı basitleştirilmiş olduğuna dikkat çekerken, şüphesiz haklıydı. O, bu temel hücrelerin, birbirleriyle ve oldukça iyi gelişmiş bir mal değişimi sistemi aracılığıyla diğer ülkelerle ilişki içinde olduğunu göstermişti. Aynı zamanda, bazı yerlerde ve dallarda büyük ölçekli üretim de mevcuttu. Meyer, modern ekonomik ilişkileri ve kavramları kullanarak, geriye dönük olarak, bir Greko-Romen kapitalizmi inşa ediyordu. Onun hatası, değişik ekonomi biçimleri –oikos, basit meta ekonomisi ve kapitalist ekonomi– arasındaki niceliksel, ve yüzden de niteliksel farklılıkları değerlendirmeyi başaramamasından kaynaklanıyordu.
Tekrarlıyoruz, Yoldaş Pokrovski’nin hatası temelde aynıdır. Ama şu anda bizim için sorunun kritik noktası başka yerdedir. Varsayalım ki, ticari sermayenin çıkarları gerçekten de otokrasinin on altıncı yüzyıldaki politikalarına hakimdi ve bizzat otokrasi “ticari sermayenin diktatörlüğü”ydü. Ama otokrasi, İran’da, Türkiye’de, Baltık topraklarında, Polonya’da ve Batının daha uzak ülkelerinde, ticari amaçlara sahipti ve bunlar şüphesiz ekonomik çıkarlara tekabül ediyordu. Bu amaçlar için mücadele, askeri çatışmalara yol açmıştı. Kimin saldırgan, kimin savunmada olduğunun (Yoldaş Pokrovski’nin bana otokrasinin sadece Rusya’yı dış saldırılara karşı “savunduğu” görüşünü atfederken, iyi bir neden sunmadığı bir sorun) konuyla bir ilgisi yoktur. Şüphesiz ekonomik çıkarlardan kaynaklanan politik görevlerin yerine getirilmesi anlamına gelen bu askeri çatışmalar içinde, Rus devleti daha yüksek bir ekonomik, politik ve kültürel temele dayanan Batılı ulusların askeri örgütleriyle ilişkiye girmişti.
Böylece Rus sermayesi, doğduktan hemen sonra, Batının daha gelişmiş ve güçlü sermayesiyle ilişkiye geçiyor ve onun egemenliği altına giriyordu. Böylece Rus işçi sınıfı da daha doğar doğmaz kendisini Batı Avrupa proletaryasının deneyimi sayesinde yaratılan hazır silahlarla donanmış buldu: Marksist teori, sendikalar, politik partiler. Otokrasimizin doğasını ve politikasını yalnızca Rus mülk sahibi sınıfların çıkarlarıyla açıklayanlar, daha geri, daha yoksul ve daha cahil Rus sömürücülerdan başka, daha zengin ve daha güçlü Avrupalı sömürücülerin de varolduğunu unuturlar. Rusya’nın mülk sahibi sınıfları, düşman ya da kısmen düşman Avrupa’nın mülk sahibi sınıflarına karşı çıkıyorlardı. Bu temas, devlet örgütü aracılığıyla gerçekleşiyordu. Bu devlet örgütü, otokrasiydi. Eğer, Avrupa şehirleri, barutu ve borsası hiç olmasaydı, Rus otokrasisinin bütün yapısı ve tarihi farklı olurdu.
Otokrasi, varlığının son döneminde, yalnızca Rusya’daki mülk sahibi sınıfların organı değil, Rusya’nın sömürülmesi için örgütlenen Avrupa borsasının da organıydı. Bu ikili rol, sırası geldiğinde, ona önemli ölçüde bir bağımsızlık sağladı. Bu bağımsızlığın etkili bir örneği, Fransız borsasının, Rus otokrasisini desteklemek için 1905’te Rus burjuva partilerinin isteği hilâfına ona borç vermesidir.
Gerçekte, Yoldaş Pokrovski’nin tarihsel fikrini tümüyle yıkan küçücük bir olgu vardır. Bu olgu, son emperyalist savaş ve bu savaşta Çarlığın oynadığı roldür.
Yoldaş Pokrovski’nin bakış açısından herşey çok basittir. Çarlık, emperyalist gelişme aşamasına girmiş olan egemen burjuvazinin devlet biçimiydi. Bu anlamda Çarlık, Fransa’daki cumhuriyetçi-parlamenter rejimden, İngiltere’deki emperyalist-parlamenter monarşiden, vs. farklı değildi. Bu oldukça doğrudur. Ama, soruna en genel yaklaşım sınırları içerisinde –sosyal-yurtsever ve pasifist önyargılarla, savunma ve saldırı kriteriyle, vs. mücadele sınırları içerisinde– doğrudur. İş, Rusya’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın ve diğer tekil ülkelerin savaştaki rollerini; her birinin savaşta uğradıkları iç değişimi; her birinin önünde açılan devrimci perspektifleri ve sonuç olarak bizim uyarlanmamız gereken taktikleri değerlendirmeye geldiğinde, bu tümüyle yetersizdir (ve bu yüzden doğru değildir).
Çarlık, ta 1904-05’te, Rus-Japon savaşında, canlılığını yitirdiğini açığa vurduğu halde, burjuvazi proletaryadan korktuğu için Çarlıkla pazarlık yaparak uzlaştı.
Rasputin dönemi gibi küstahlığın doruklarına eriştiği bir dönemde bile, Çarlığın bağımsızlığı, hiçbir şekilde devlete ilişkin sınıfsal teoriyle çelişmez, ancak onunla açıklanabilir. Bununla birlikte, teori mekanik olarak uygulanmamalıdır; diyalektik olarak uygulanmalıdır. Ama bu onun sonu değildir; Çarlık emperyalist savaşta fiilen param parça olmuştu. Neden? Çünkü onun üretici temeli çok geriydi (Rus ilkelliği). Askeri teknoloji konusunda, Çarlık en ileri modellere erişmeye çalışmış ve bunda daha zengin ve daha aydın müttefiklerinden her biçimde yardım görmüştü. Onlar sayesinde, Çarlığın emrinde en mükemmel savaş araçları bulunuyordu. Ama bu araçları yeniden üretecek araçlara sahip değildi ve olamazdı, keza bunları demiryolu ya da suyolu aracılığıyla yeterli hızda (birliklere) taşıyacak araçlara da sahip değildi. Başka bir deyişle Çarlık, uluslararası mücadelede Rus mülk sahibi sınıfların çıkarlarını savunurken, kendi düşmanları ya da müttefiklerinden çok daha ilkel bir temelden hareket ediyordu.
Savaş boyunca Çarlık bu temeli acımasızca sömürdü, yani güçlü düşmanlarına ve müttefiklerine nazaran ulusal üretimin çok daha yüksek bir yüzdesini yuttu. Bu gerçek, ilk olarak savaş borçları sistemiyle ve ikinci olarak da Rusya’nın tam ekonomik yıkımıyla doğrulanmıştır. Yoksa Yoldaş Pokrovski bu gerçeklerin herhangi birinden şüphe ediyor mu?
Ekim Devrimini, proletaryanın zaferini ve daha sonra karşılaştığı zorlukları doğrudan doğruya önceden tayin eden koşullar, Yoldaş Pokrovski’nin sınıflar-üstü devlet diye bir şey olmadığı, sömürücü sınıfların iradelerini devlet iktidarı sayesinde ifade ettikleri ve her zaman da öyle yaptıkları anlamına gelen beylik sözleriyle açıklanamaz. Bu Marksizm değildir; Marksizm’in ancak ilk harfidir. Ve Yoldaş Pokrovski’nin bizi durdurduğu nokta burasıdır.
Tarihsel gelişmemizin özgül yanlarından doğan şey, ki Yoldaş Pokrovski bunu kabul etmeye yanaşmaz, sınıf savaşının inkârı (geriye dönük olarak?) değil, devlet iktidarının proletarya tarafından ele geçirilmesi ve elde tutulması mücadelesiydi. Aynı özgül yanlar, devlet iktidarının ele geçirilmesinden sonra muazzam uluslararası ve ulusal ekonomik zorluklara da yol açtı. Bu özgül yanların anlaşılması, genç kuşak işçiler için, zorluklar karşısında yılgınlık, kötümserlik ve şüpheciliğe karşı en iyi sigortadır. Bu arada, tarihsel gelişmeye ilişkin klişeler kimseye bir şey öğretemez.
28 Haziran 1922
[1] Rus Sosyal Demokrat Devrimci Partisi’nin, 12-25 Mayıs 1907’de Londra kongresinde yapılan bir konuşmadan.
[2] “Rus Sosyal demokrat Devrimci Partisi’nin Londra Kongresi.” Tartışmaların tam metni. Merkez Komite tarafından yayınlandı, 1909, s.295.
[3] A. Tscherewanin. Das Proletariat und die russiche Revolution. [Stuttgart: Verlag Dietz, 1908.]
[4] Kliukva, bataklıklarda yetişen, kırmızı bir meyvası olan vaccinium macrocarpum’un Rusça karşılığıdır (İng. cranberry).
[5] Peter Maslov. Die Agrarfrage in Russland. A. Tscherewanin. Das Proletariat und die russische Revolution.
[6] F. Dan, Neue Zeit’ın ikinci sayısındaki son makalesinde aynı düşünceyi geliştirir. Ama onun sonuçları, her halukarda geçmişe ilişkin olanlar, Tscherewanin’inkilere göre daha az cüretlidir.
[7] Remeslo i torgovlya v Germanskoy imperii, s.42.
[8] Avusturya istatistik yıllığı, 1907, s.229.
[9] A. V. Polezayev. Uchyot chislennisti i sostava rabochikh v Rossii. (Petersburg), s.46.
[10] Bu makale, Rusya’da işçi sınıfı hareketinin neredeyse tamamen kesintiye uğradığı ve Menşeviklerin devrimi ve devrimci yöntemleri dönekçe reddettikleri en koyu gericilik döneminde, Polonya dergisi Przeglad social-demokratyczny’de yayınlandı.
Makale, devrimin niteliği ve proletaryanın bu devrimdeki görevleri sorununda, Bolşevizmin o dönemde aldığı resmi tutumu da eleştirmektedir.
Menşevizme yöneltilen eleştiriler bugün için de geçerlidir: Rus Menşevizmi 1903-1905, yani oluşum yıllarındaki ölümcül hatalarının meyvelerini topluyor; dünya Menşevizmi bugün Rus Menşevizminin hatalarını yineliyor.
Zamanın Bolşevik tutumuna (proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü) yönelik eleştiri, bugün yalnızca tarihsel ilgi konusudur. Geçmiş farklılıklar çözüleli çok oldu.
Bu kitabın ilk baskısında, bölüm eksik bir biçimde basılmıştı, çünkü o dönemde ne tam Rusça elyazması ne de makalenin basıldığı Polonya dergisi elde edilebiliyordu. Mevcut baskıda, Polonya metni takip edilerek tüm eksikler giderilmiştir.
[11] Lütfen düşünme yöntemine dikkat edin. Menşevikler proletaryanın sınıf mücadelesini ifade etmezler, ama proletarya Menşevik ilkelere uygun olarak hareket eder. Şöyle demek çok daha iyi olabilir: tarihin Çerevanin’in ilkelerine uygun olarak işlediğini … vs. varsayalım.
[12] Lassalle’ın “Jüri Önünde Konuşma”sına Önsöz.
[13] Quand même: herşeye rağmen. Orijinali Fransızca. (ç.n.)
[14] Devrimimiz, s.249-259.
[15] Mevcut baskıya not. Bu tehlike bildiğimiz gibi asla gerçekleşmedi, çünkü Yoldaş Lenin’in önderliği altında Bolşevikler bu önemli konudaki politik çizgilerini (elbette bir iç mücadele olmaksızın değil) 1917 baharında, yani iktidarı ele geçirmeden önce değiştirdiler.
[16] Naşe Slavo gazetesinden (Paris), 17 Ekim 1915. Daha geç bir dönemde yazılan bu makaleyi, 1905 devriminden 1917 devrimine geçiş dönemine ilişkin koşulların özlü bir betimlemesini yaptığı için yeniden yayınlıyoruz.
[17] 3 Haziran 1907’de Stolipin’in başbakanlığında kurulan rejim. (ç.n.)
[18] “Sosyal Demokrasi,” demektedir Önsöz, “nesnel gelişmenin bilinçli ifadesi olmalıdır ve olmak istemektedir. Fakat devrimin belirli bir anında, sınıf mücadelesinin nesnel gelişimi, (Rus) proletaryayı devlet iktidarının hak ve yükümlülükleri üstlenme ya da sınıfsal konumunu terk etme seçenekleriyle karşı karşıya getirirdiği için, sosyal demokrat parti devlet iktidarının ele geçirilmesini acil görevi sayar. Bunu yaparken, üretimin gelişme ve yoğunlaşma süreçleri gibi daha derin bir niteliğe sahip nesnel süreçleri hiçbir şekilde ihmal etmez; fakat şunu söyler, son tahlilde ekonomik gelişmenin ilerlemesine dayanan sınıf mücadelesinin mantığı, burjuvazi ekonomik misyonunu «tamamlamadan» önce (ki tarihsel misyonuna bile neredeyse başlamadı) proletarya diktatörlüğünü dayatttığı için, bu yalnızca, tarihin, proletaryanın omuzlarına muazzam zor görevler yüklediği anlamına gelir. Belki de proletarya mücadelede yenilecek ve görevlerinin ağırlığı altında yıkılacaktır; bu olabilir. Fakat o, sınıfın dağılması ve tüm ülkenin barbarlığın batağına düşme tehlikesi nedeniyle, bu görevleri reddedemez.” (Marx, Paris Komünü. 1906 Baskısı. Önsöz, s.X-X1.)
Rusya’nın tarihsel gelişiminin “özgül nitelikleri”nden, 16 yıl önce çıkarttığımız sonuçlar bunlardı. Ve işte, onbeş yıllık bir gecikmenin ardından, bizim görüşlerimizin sınıf mücadelesinin inkârı anlamına geldiğinden endişe ederek çıka gelen Pokrovski. Ne fazla, ne eksik.
link: Lev Troçki, EKLER, 14 Mart 2007, https://en.marksist.net/node/1455