Irak’a asker göndermeye yönelik tezkere seferberliğinin ikinci kez gündeme hakim olduğu sıralarda Milliyet gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Türkiye’nin çıkarlarının Anadolu’ya hapsedilemeyeceğini, Türkiye’nin Irak’taki petrolden haklarını hukuki düzen içinde alacağını” ifade etti. Yıllarca “biz yurtta ve cihanda sulh istiyoruz”, “komşularımızın topraklarında ve zenginliklerinde gözümüz yok” teraneleri ile emekçi sınıfları uyutan burjuva devletin, Irak’a “istikrar ve insani yardım sağlama” çuvalına bu mızrağı nasıl sığdıracağı bizim bileceğimiz bir iş değil elbette. Ancak TC’nin 80 yılı geçen tarihine şöyle bir bakıldığında, bu türden barışçı söylemlerin gerçek niyetleri yansıtmaktan uzak olduğu kolayca anlaşılabiliyor.
Kendi ulus-devletini kurduktan sonra Türkiye burjuvazisi de kendi nüfuz ve egemenlik alanını arttırmasını sağlayacak yayılmacı istemlerini koşullar uygun oldukça gündeme getirmiş ve bu istemlerin peşinde koşmuştur. Şüphesiz yayılmacı arzulara sahip olmak henüz emperyalist bir devlet olduğunuz anlamına gelmez. Tıpkı Lenin’in Birinci Dünya Savaşına yayılmacı niyetlerle girdiğini belirttiği, ancak gerçek anlamda emperyalist bir ülke olarak değerlendirmediği Rusya gibi, pek çok kez yayılmacı niyetlerini hayata geçirmiş ya da geçirmeye çalışmış TC de henüz emperyalist bir devlet sayılamaz. Niyetinin bu olduğuna ve bu konuda gayretkeş olduğuna şüphe yok, ancak henüz emperyalist hiyerarşide hakim noktalarda olmadığı da açık. Türkiye burjuvazisi, emperyalist hiyerarşide bulunduğu mevkideki olanaklarla yetinmek ve ancak fırsat bulduğu zaman bu olanakları zorlamak durumundadır. Emperyalist hiyerarşi içerisinde daha gerilerde yer alan Türkiye gibi kapitalist ülkeler zaman zaman emperyalist iştahlarının kabarmasıyla çeşitli maceralara da kalkışsalar, eninde sonunda büyük emperyalist güçlerin çıkarlarına ters düşen meselelerde uzun vadede başarılı olma şansına sahip değillerdir. Şüphesiz Türkiye gibi ülkeler yer yer emperyalist güçlerden birine ters gelebilecek politikaları ortaya koyma iradesini bir diğer emperyalist gücü arkasına almadan dahi izlemeye kalkışabilirler. Fakat bedelini ödemek kaydıyla. Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki tutumunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalışı buna iyi bir örnektir.
Emperyalist Sistem ve TC’nin Dış Politikasının Temelleri
Sermayenin dünya ölçeğinde ekonomik birlik eğilimine karşın, dünya kapitalist sistemi, farklı gelişmişlik düzeylerindeki ulus devletlere parçalanmıştır. Emperyalizm bu zorlu çelişkiyle mali sermayenin yayılmacılığı sayesinde başa çıkmaya çalışır. Emperyalist sistem içinde uluslararası ilişkiler eşitsiz çıkarlar temelinde biçimlenir ve daima büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçları önceliklidir. Bu yüzden, eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde bulunan devletler, çıkarlarını bu durumun gereklerini gözeterek korumaya ya da arttırmaya çalışırlar. Emperyalist hiyerarşide daha altlarda olan ülkelerin dış politikalarında, büyük emperyalist güçler çok belirleyicidir.
Genel olarak söylemek gerekirse TC bu emperyalist hiyerarşide orta basamaklarda yer alır. Ekonomik açıdan bakıldığında, bugün ekonomisi dünyada 22. sırada olan bir ülkedir. Yani emperyalist hiyerarşinin orta basamaklarında yer alan bir ülkedir. Bu durumunun gereği olarak, TC varlığını sürdürmek için emperyalistler arasındaki güç dengelerini dikkatle değerlendirip bu dengelerden faydalanarak yaşamayı temel siyasi stratejisi haline getirmiştir. Kapitalist gelişmişlik düzeyi sınırlı olan devletler için bu pozisyon zaten hayatidir.
Anadolu toprakları, gerçekten de egemen sınıflarının sürekli tekrarlamayı sevdiği biçimde, tarihi boyunca oldukça önemli bir stratejik konuma sahip olmuştur. Bir tarafında Ortadoğu’nun bereketli petrol yatakları, bir tarafında Kafkaslar, diğer tarafında ise Balkanlar yer alır. Bu durum, özellikle de Batı ile enerji kaynakları arasında yer almasından kaynaklanan coğrafi konumlanışı, emperyalistler arası rekabet sayesinde yer yer Türkiye’ye kendi gücünü aşan boyutlarda bir önem ve avantaj kazandırmaktadır. Bu yüzden Türkiye burjuvazisi, fırsat buldukça mirasçısı olduğu devlet geleneğinin ince hesaplara dayanan dikkatli dış politika yöntemlerini kullanarak, TC’yi olduğundan daha önemli bir devlet rolü oynamaya soyundurur. Yine de bu durumu hiçbir zaman büyük emperyalist güçlere tek başına direnecek veya onlara karşı koyacak boyutlara ulaştıramaz. Büyük bir gücün tehdidi ile karşılaştığında ise ya büyük güçler arasındaki güç dengelerine oynayarak bu durumu aşmaya çalışır ya da bir büyük güç ittifakının içine girer.
Ordunun Dış Politikaların Belirlenmesindeki Rolü
TC’nin temel kurucu unsuru olan ordunun Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısında fevkalâde önemli bir ağırlığı vardır. Aslında Asyatik kökenli bir devletin külleri üzerinden kapitalistleşmiş bir ülkenin tüm siyasal kültürüne ordunun böylesi önemli bir etkide bulunuyor olmasında şaşılacak bir şey de yoktur. Ordu ayrıca Türkiye ekonomisinde önemli ağırlığı olan kurumlardan biridir. Sadece OYAK’ın ulaştığı sermaye düzeyi bile bunun önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir. Bu iki temel nokta TC’nin dış politikalarının belirlenmesinde ordunun neden bu denli “aktif” roller üstlendiğini anlamaya yeter.
Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde bulunan yapılara benzer oluşumları kendi içerisinde de kurmuştur. Örneğin Yunanistan-Kıbrıs dairesi, Batı Çalışma Grubu, Kürt sorununa ilişkin kurulan Doğu Çalışma Grubu, Kıbrıs için Güven Çalışma Grubu ya da Avrupa Birliği Çalışma Grubu türünden yapılar, üzerinde çalıştıkları konularda devletin temel politikalarına ilişkin “öneriler” oluşturmak üzere kurulmuştur. Bütün bunların ötesinde, TC’nin dış politikasında belirleyicisi olan iki önemli belgeyi Genelkurmay Başkanlığı ve asıl ağırlığın askerlerde olduğu Milli Güvenlik Kurulu hazırlar: ülkeye yönelik tehditlerin ele alındığı Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) ve onu esas alarak oluşturulan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB). Her yıl gözden geçirilen ve beş yılda bir yenilenen bu belgelere göre hiçbir yasa, yönetmelik ve uluslararası anlaşma bu belgedeki hükümlere aykırı olamaz ve hiçbir hükümet bu belgelere aykırı çalışamaz. Basında “Kırmızı Kitap” olarak adı geçen bu belgeye uygun davranmadığı için 28 Şubat darbesi ile iktidardan uzaklaştırılan Refah-Yol hükümetinin sonu, bu belgenin devlet politikaları üzerindeki belirleyiciliğini açıkça ortaya koyuyor.
TC’nin Toprak Genişletme Girişimleri
Bir ulus-devletin sınırlarını meşruluk temelinden daha çok güç dengeleri çizer. Bu yüzden pek çok devletin sınırları nüfuz alanlarının yeniden belirlenmesi gereğinden dolayı değişmiştir, gerektiğinde yine değişecektir. Ulus-devletlerin sınırları işçilere değil burjuvalara aittir. Onların borularını öttürdükleri çöplüklerini belirlemekten öte bir anlamı da yoktur. Aynı şekilde bir ülkenin sınırlarını genişletmek istemesi de, o ülkedeki işçilerin sınıf çıkarlarına değil burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Ancak bunun tersi bir yanılsamayı işçilerin kafasında oluşturmadan da burjuvazinin başarılı olma şansı yoktur.
Sıklıkla dile getirdiği barış söyleminin aksine, Türk devleti, kendi çıkarları gerektirdiğinde ve tabii ki kendini bu çıkarların gereğini yerine getirmeye muktedir hissettiğinde, imparatorluktan kaybettiklerini geri almaya ya da yeni yerler kazanmaya teşebbüs etmiştir. Tarihi boyunca, açıkça dört kez bu tür girişimlerde bulunmuş ve Musul-Kerkük[1] hariç diğer tüm girişimlerinde çeşitli şekiller altında amacına ulaşmıştır. Küçük Ağrı Dağı bölgesi ve Hatay sınırlara dahil edilmiş, Kıbrıs’ta ise Türkiye’nin uydusu bir devlet kurdurulmuştur.
Küçük Ağrı Bölgesinin İlhakı
1930’ların başında Küçük Ağrı Dağı bölgesinin bir oldu bitti ile ilhak edilmesi, TC tarihinin pek gündeme getirilmeyen ve çoğu kimse tarafından bilinmeyen olaylarından biridir. Şeyh Sait İsyanına katılan Kürt isyancıların bir kısmının Türk birliklerinden kaçıp Ağrı Dağına sığınması ve burada örgütlenmeye devam etmeleri ile başlayan ve özellikle Üçüncü Ağrı isyanıyla boyutlanan sorun TC’nin bölgeyi fiilen işgal etmesine bahane oluşturmuştur. Kürt isyanlarını bastırmak ve gelişmeleri kontrol altına almak için bu bölgenin kendi egemenliğinde olmasını isteyen Türkiye’nin dayatmalarına tepki göstermesine rağmen İran, karşı müdahalede bulunamamıştır.
Sorunu çözmek için Tahran’a gönderilen elçiye başbakan İsmet İnönü’nün verdiği talimat, on yıl öncesinin mazlumlarının, kendi ulus devletini inşa ettikten sonra gerektiğinde nasıl şahinleşebildiğini açıkça ifade ediyordu: “Senin durumun tıpkı, filolarını Çanakkale’ye dayayarak sefaret tercümanlarını Babıali’ye gönderen ve sadrazama arzularını dikte ettiren batılı devletlerin sefirlerine benzemektedir. Arkanda seferber olmuş bir ordu bulunmaktadır.” İlişkilerin alabildiğine gerginleşmesine yol açan süreçte, Türkiye işgal ettiği bölgeye karşılık, İran’a, stratejik önemi olmayan tarıma elverişli bir araziyi vermeyi önermiş ancak kabul edilmeyen bu öneriye rağmen işgalini devam ettirmişti.
Türkiye’nin zorlayıcı tutumu, İran’ın mevcut fiili durumu ve toprak değişimini zaman içerisinde kabullenmesine yol açtı. 23 Ocak 1932’de yapılan anlaşma ile sınır yeniden çizildi. Böylece Türkiye, kurulduğu günden bu yana burjuvazinin en temel korkusu olan Kürt isyanlarının bertaraf edilmesinde işine yarayacak bir bölgeyi dayatma yoluyla elde etmiş oldu.
Hatay Sorunu
Birinci Dünya savaşının mağlupları arasında olan Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de kendi sonunu hazırlayan Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı. Önemli bir toprak kaybına uğrayan imparatorluğun Mebusan Meclisi, bundan 15 ay sonra, 30 Ekim 1920’de, bu antlaşmanın yapıldığı gün elinde olan toprakları ülkenin sınırları olarak kabul ettiğini ilan etti. Misak-ı Milli diye bilinen ve daha sonra Ankara Hükümetinin de ülke toprağı olarak belirlediği bu sınırlar Milli Mücadele sonrasında büyük ölçüde Türkiye içinde kalsa da, Musul-Kerkük ve İskenderun-Antakya bölgeleri İngiliz ve Fransız yönetiminde kalmışlardı. Bu durum ilerleyen yıllarda Türkiye’nin hak taleplerine yol açtı.
Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında İngiliz birlikleri İskenderun’un güneyine kadar gelmiş olmalarına rağmen İskenderun ve çevresi Osmanlıların elindeydi. Bu yüzden bölge Misak-ı Milli sınırları içinde kabul ediliyordu. Ancak 9 Kasım 1918 günü, yani Mondros Ateşkes Antlaşmasından 10 gün sonra, İngiliz birlikleri antlaşmanın 7. maddesini[2] bahane ederek Sancak’ı[3] işgal etti. Sonrasında ise savaş içinde yapmış olduğu gizli anlaşmalar gereği, bölgeyi Antep, Urfa, Mersin ve Adana’yı da işgal etmiş olan Fransızlara devretti.
Ankara Hükümeti Milli Mücadele sırasında 20 Ekim 1921 tarihinde Fransa ile yaptığı, Ankara Anlaşması olarak bilinen belge ile Sancak bölgesinin özel bir yönetim altına bırakılmasını kabul etmiş ve Sancak hariç Suriye ile olan sınırı çizmişti. Anlaşmanın sonucu olarak Sancak özel bir yönetime bırakılmış ve bu durum daha sonra Lozan antlaşması ile aynen teyit edilmişti. Lozan’dan hemen sonra Suriye’nin Fransız mandası olması Milletler Cemiyeti tarafından onaylanınca, Fransa Sancak da dahil olmak üzere Suriye’de kendi idaresini yapılandırmaya başladı. Suriye ve Lübnan’ı, birincisini Halep ve Şam, ikincisini ise Lübnan ve Alevi Lazkiye devletleri olmak üzere dörde böldü. Ayrıca Halep’e bağlı İskenderun özerk sancağını kurdu. Bu bölünme durumu Arap milliyetçileri arasındaki hoşnutsuzluğu körükledi ve tüm bölgeye yayılan ayaklanmalar baş gösterdi. Ayaklanmayı Ermeni birlikleri ile bastıran Fransa 1 Ocak 1925’te Halep ve Şam devletlerini birleştirdi ve Sancak’a ilişkin bir kararname yayımlayarak idari konularda mevcut rejimi korumakla birlikte, bölgenin Şam’a bağlandığını bildirdi. Ancak bu kararlar bölgedeki Türkler, Alevi Araplar ve Ermeniler tarafından tepki gördü ve karışıklıklar çıktı. Önderliği ele geçiren Sancaklı Türklerin bağımsızlık istemleri, Kürt başkaldırıları ve Musul sorunu nedeniyle zor durumda olan TC’den destek bulamadı. Şeyh Sait Ayaklanmasının bastırılıp, Musul ile ilgili olarak İngiltere ile anlaşmaya varılınca Fransa ile de 1926’da bir dostluk anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile iyileşen Türk-Fransız ilişkileri Sancak’ta yaşayan Türklerin bölgede durumu kendi lehlerine çevirmelerine olanak sağladı. Kapitalist dünya ile bütünleşme uğraşı içinde olan Türkiye’de uygulamaya konulan reformlar aynıyla Sancak’ta da gündeme geliyordu. Cumhuriyet Halk Partisi burada da örgütleniyordu. Fransa tüm bu gelişmelere göz yumuyordu, çünkü o sıralarda Fransa’nın Şam’da esen Arap milliyetçiliği rüzgârıyla başı dertteydi.
1930 yılında İngiltere’nin Irak’ta manda yönetimine son vermesiyle Suriye Arapları ile birlikte Sancak Türklerinde de bağımsızlık umudu canlandı. Fransa’nın Suriye’deki varlığını daha fazla devam ettiremeyeceğinin anlaşılması Suriye, Türkiye ve Fransa’nın arasındaki iplerin gerilmesine yol açmaya başlamıştı. 1934 yılında Gaziantep Valisinin Sancak ziyareti sırasında Sancaklı Türklerin Türkiye bayrakları taşıyarak yaptıkları gösteriler gelişmelere ilişkin ilk işaretleri veriyordu.
1936 yılına gelindiğinde uluslararası ortamda önemli gelişmeler ve şekillenmeler gözleniyordu. Habeşistan’ı bir yıl önce işgal eden İtalya Akdeniz’de ciddi bir güç haline gelmişti. Almanya hızla silahlanıyordu. Böyle bir konjonktürde ilgisini bu gelişmelere yoğunlaştırmak isteyen ve Suriye’de yaptığı harcamalarla artık baş etmekte zorlanan Fransa manda yönetimini sona erdireceğini ilan etti. Elbette bu kararın gerekçelerinin en başına, Suriye’de çıkması beklenen petrolün çıkmamış olmasını yerleştirmek gerekir.
Bu durumun yaratacağı sonuçlar itibari ile Sancaklı Türklerin mevcut statüsü tehlikeye girmekteydi. Nitekim Fransa ile Suriye arasında manda yönetiminin sona erdirilmesine ilişkin anlaşmanın ilgili maddeleri Türkiye’nin tepkilerine yol açmıştı. Suriye görüşmelere yanaşmayınca Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Milletler Cemiyetinde yaptığı konuşmada Fransa’nın Suriye ile yaptığı antlaşmanın benzerini Sancak halkı ile de imzalamasını istedi. Fransa ise böyle bir anlaşmanın Suriye’nin topraklarının parçalanması anlamına geleceğini bunun da manda sözleşmesiyle yasaklanmış olduğunu bildirdi.
Taraflar konuyu Milletler Cemiyetine götürdüler. Bu sırada uluslararası konjonktür Türkiye’nin emperyalist güçler için öneminin artmasına yol açacak biçimde gelişiyordu. Nitekim, İngiltere’nin Fransa nezdinde yaptığı girişimler ve baskılar sonucu Fransa direnmeyi bıraktı ve Milletler Cemiyetinin Sancak’ı ayrı bir birim olarak kabul etmesi de dahil, alacağı karara uyacağını bildirdi. Zaten hızla yeni bir dünya savaşına sürüklenen emperyalistler için sömürgelerin artan stratejik önemi Suriye’nin bağımsızlığını gündemden kaldırıyordu.[4] 27 Ocak 1937’de Milletler Cemiyetine sunulan rapor aynen kabul edildi. Bu rapora göre, Sancak “ayrı bir varlık” olarak kabul edilecek, içişlerinde bağımsız kalacak, dışişlerinde ise Suriye devletince yönetilecekti. Ancak Suriye Milletler Cemiyetinin onayı olmadan Sancak’ın bağımsızlığına zarar verici karar alamayacaktı. Rapora pek çok istisnai hükümler konularak devlet içinde başka bir devlet yaratılmıştı. Sancak’ta resmi dil Türkçe olacaktı. Türkiye’nin İskenderun limanını kullanması sağlanacaktı vs. vs.
Konseyin raporu kabul etmesi üzerine Suriye’de protesto gösterileri başladı. Sancak’ın koşulsuz olarak, bağımsızlığa kavuşturulmasını isteyen Türkiye ile Fransa arasındaki bu anlaşma gerçekte Suriye’nin bağımsızlığı gerçekleşinceye kadar bulunmuş geçici bir formüldü. Böylelikle o zamana kadar Suriye topraklarının parçalanmasına müsaade etmeyerek Fransa da manda yönetiminin yükümlülüklerini yerine getirmiş oluyordu.
Sancak ayrı bir varlık ilan edildiğinde Fransa’nın istatistiklerine göre nüfusu 219 bindi. Bunun yüzde 39,7’si Türk, yüzde 28’i Arap Alevi, yüzde 11’i Ermeni, yüzde 10’u Sünni Arap, yüzde 9’u Ortodoks Rum, yüzde 3’ü de Kürt, Çerkez, Yahudi, İsmaili ve Arnavuttu.
15 Ocak 1938’de düzenlenmesini ve denetlenmesini Milletler Cemiyetinin üstlendiği bir seçim yapılması kararlaştırılmıştı. Seçimleri düzenlemek üzere görevli komitenin Ankara’ya danışmaksızın bir seçim yönetmeliği hazırlayarak MC konseyine göndermesi üzerine Türkiye sert tepki gösterdi ve 1930 tarihli Türk-Fransız dostluk anlaşmasını feshetti. Yaklaşan Emperyalist Savaşın öngününde bloklar şekillenirken Türkiye elindeki kozları masaya sürüyor ve Fransa’yı taviz vermeye zorluyordu. Nitekim TBMM’nin açılış konuşmasında Atatürk “yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin dilediğimiz yolda inkişafına, Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi esaslı bir ölçü ve amil olacaktır kanaatindeyim” sözleriyle Türkiye’nin tutumunu açık bir biçimde ortaya koydu. Hastalığının ağırlaşmış seyrine karşın, Atatürk 29 Mayıs 1938’de ordu denetimi gezisine çıkıp Mersin ve Adana’ya gitti. Güney sınırına 30 bin kişilik bir kuvvet yerleştirildi.
Türkiye’nin hızla savaşa sürüklenen emperyalist güçler arasındaki çatışmalardan güç alarak ortaya koyduğu bu kararlılık, İngiltere’den de gelen uyarılarla Fransa’ya geri adım attırdı. İlk olarak Milletler Cemiyeti konseyi seçim yönetmeliğinde Türkiye’nin istediği düzeltmeleri yaptı, ardından seçim komitesinin çalışmasını durdurdu. Fransa ve Türkiye’nin birlikte yaptıkları başvuru ile Milletler Cemiyeti seçim komitesi Sancak’tan ayrıldı. Böylece, seçim uluslararası denetimden çıkarılmış oldu. Bütün bu gelişmelere paralel olarak iki ülke arasında bir de askeri anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmaya istinaden anlaşmanın yapıldığı günün ertesi günü olan 4 Temmuzda Türk askeri Sancak’a girdi.
Bu gelişmelerin ardından 24 Ağustosta yapılan seçimler sonucunda 40 üyeli meclise 22 Türk (zaten 22 kişi aday gösterilmişti), 9 Alevi, 5 Ermeni, 2 Arap ve 2 Rum Ortodoks milletvekili seçildi. 2 Eylülde Meclis açıldığında o güne kadar uluslararası alanda Sancak olarak kabul edilen devletin adı Hatay olarak değiştirildi. Türkiye bayrağına çok benzeyen bir bayrak (tek farkı yıldızın içinin beyaz olmamasıydı) Hatay bayrağı olarak seçildi. TC’nin yasaları birbiri ardına aynen kabul edildi. Başta milliyetçi Arap liderler olmak üzere Arap ve Ermeni nüfus Suriye’ye göç etmeye başladı. Bütün bu olup bitenler devletin uzun soluklu olmayacağının ve uygun koşullar oluştuğunda Türkiye’ye katılacağının açık göstergesiydi.
23 Haziran 1939’da Fransa ile Türkiye arasında yapılan anlaşma ile nihayet süreç sona yaklaştırıldı ve Hatay topraklarının Türkiye’ye dahil edilmesi Fransızlarca kabul edildi. Bu antlaşma daha yürürlüğe girmeden 29 Haziranda toplanan Hatay Meclisi oybirliği ile Türkiye’ye katılma kararı aldı ve böylelikle Fransa ile Türkiye arasındaki al gülüm ver gülüm müsameresi sona erdi.
Türkiye’nin attığı her adımda dünya konjonktürünün gereklerini göz önünde bulundurduğu ve diplomatik anlamda “kitabına uydurduğu” bir genişleme girişimi olan Hatay, Musul sorunu ile önemli benzerlikleri bulunmasına rağmen, bu kez Türkiye devleti için “mutlu son” ile bitmiştir. Bunun başlıca sebebi Musul’da bulunan petrole karşın Hatay’da bu türden bir zenginliğin bulunmadığının anlaşılmasıydı. Bir diğer önemli etken de 1920’lerin dünya konjonktürü ile 1930’ların dünya konjonktürünün birbirinden oldukça farklı olmasıdır. İkinci Dünya Savaşının öncesinde askeri açıdan Türkiye’ye ihtiyaç duyan İngiliz-Fransız emperyalist bloğu taviz vermek zorunda kalmış, Türk devleti de fırsattan istifade etmiştir.
Kıbrıs’a “Barış Müdahalesi”
Bugün Kıbrıs meselesi[5] diye anılan sorun 1950 yılından itibaren gündeme gelmeye başlamış ve adada statükonun korunması temelinde İngiltere yanlısı bir dış politika yürüten TC, yine İngiltere’nin girişimi ile 1955’ten itibaren soruna resmen taraf olmuştur.
Uzun yıllar boyunca Kıbrıs, İngiltere için önemli bir stratejik konuma sahipti. Ancak 1956’da gerçekleştirilen Süveyş harekatının başarısızlığa uğraması sonucu İngiltere, bölgenin etkin gücü olma kimliğini yitirdi. 1957’den itibaren Eisenhower doktrini çerçevesinde bölgedeki işlevini ABD’ye devretti. Artık adada askeri üslerinin bulunması İngiltere için yeterli hale gelmiş ve Kıbrıs’ta statüko değişmek durumunda kalmıştı. Türkiye’nin adaya yönelik heveslerini kamçılayan bu konjonktür, adanın “taksim” edilerek kuzey parçasının Türklere verilmesi isteğinin öne sürülmesine yol açtı. Ancak, soğuk savaş rüzgârlarının kuvvetli bir biçimde estiği bu yıllarda emperyalizmin hegemonik gücü ABD’nin NATO’ya zarar gelmemesi için ağırlığını koyması, Türkiye ile Yunanistan’ın anlaşmalarını sağladı. Ne var ki, 1960 yılında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması ile sonuçlanan bu süreç de soruna nihai bir çözüm üretmiş olmadı.
1963 yılının sonlarına doğru Kıbrıs’ta hava sertleşmeye başladı. Türk ve Rum milliyetçilerinin provokasyonları sonuç verdi ve çatışmalar yoğunlaştı. Türkiye 13 Mart 1964’te Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a bir mesaj göndererek, Türklere yönelik saldırıların durmaması halinde, Türk halkının haklarının, can ve mal güvenliğinin Türkiye tarafından korunacağını bildirdi. Ardından 16 Martta başbakan İsmet İnönü’nün isteği ile TBMM, hükümete gerekli gördüğü takdirde Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma yetkisi verdi. Ancak ABD’den beklenen destek alınamıyordu. Bunun üzerine İnönü 16 Nisan 1964’te Time dergisine verdiği demeçte Batı ile ittifaktan vazgeçilebileceğini ima ederek “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur” dedi. Elbette bu cüretkar çıkış ABD’nin şamarını yemekte gecikmedi. Haziran ayında adaya yönelik askeri müdahalenin hazırlıklarının tamamlandığı sırada, ABD başkanı Johnson’un İnönü’ye yolladığı ünlü mektuptaki tehditlerle, Türkiye müdahale fikrini uzun bir süre sonrasına ertelemek zorunda kaldı.
Bu gelişmelerin ardından, Kıbrıs sorununun doğu Akdeniz’de stratejik dengeleri sarsacağından endişelenen ABD’nin İnönü ve Papandreu ile ayrı ayrı yaptığı görüşmeler de sonuç vermedi. Bu süreçte ABD’nin zorlamaları karşısında Yunanistan’ın da SSCB kozunu öne sürmesi emperyalist hiyerarşide alt sıralarda yer alan devletlerin dış politikalarını nasıl şekillendirdiklerine iyi bir örnektir: ABD savunma bakanının Türkiye’nin hava gücünün ne denli etkin olduğunu, tüm Yunanistan’ı yerle bir edebileceğini, eğer uzlaşmaz tutumunu sürdürürse böyle bir durumda ABD’nin parmağını oynatmayacağını söylemesi üzerine, Papandreu “Türkiye’ye böylesine güçlü bir hava kuvvetleri sağladığınız için teşekkür ederiz sayın bakan. Ama izin verirseniz size, Türkiye’nin çok daha güçlü hava kuvvetleri olan bir ülkeye komşu olduğunu hatırlatmak isterim. Eğer Türkler saldıracak olursa, bu hava kuvvetlerinin de çatışmaya katılması bir olasılıktan ibaret olmayacaktır” demiştir. Oldukça manidar bir biçimde, bu tutumun arkasındaki Yunan hükümeti bir süre sonra yerini Amerikan destekli faşist bir askeri cuntaya bırakmak zorunda kalacaktır.
1964’ten 1967’ye kadar adada iki tarafın da sessizlikle kabullendiği bir ateşkes dönemi yaşandı. 1967’de Kıbrıslı Türkler 1964’ten beri fiilen sürdürdükleri ayrı yaşama durumlarını “Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi”ni ilan ederek bir adım ileriye götürdüler. Bu federasyona yönelik ilk hamleydi. Rum yönetimine “ayrı bir varlık”[6] olduklarını kabul ettirmeye çalışan Kıbrıslı Türkler toplumlararası görüşmeler sürecini başlattı. Ancak yer yer verilen karşılıklı tavizlere rağmen, somut bir çözüme ulaşılamıyordu. Bu arada ABD desteği ile ayakta durabilen Yunanistan’daki faşist cunta tarafından “Doğu Akdeniz’in Castro’su” olarak nitelenen Kıbrıs cumhurbaşkanı Makarios, iktidarını güçlendirmek için 2 Temmuz 1974’te Yunanistan cumhurbaşkanına, Kıbrıs’ta Yunanistan desteğiyle faaliyet yürüten faşist EOKA-B örgütünün derhal dağıtılmasını ve Yunanlı subayların geri çağrılmasını isteyen bir mektup yolladı. Yunanistan’daki faşist Albaylar Cuntasının yanıtı, 15 Temmuzda Makarios’a karşı adada faşist bir darbeyi başlatmak oldu. Radyodan yapılan yayınlarla Makarios’un öldüğü duyuruluyor, geçici hükümet açıklanıyordu. Özellikle hareketin Kıbrıslı Türklere karşı yapılmadığı vurgulanıyordu. Bombalamalardan kurtulmayı başaran Makarios, BM ile ilişki kurdu ve İngiliz üssünden Londra’ya gönderildi.
Türkiye’nin MGK aracılığı ile yaptığı “Bu bir Yunan müdahalesidir. Adadaki anayasal düzen yıkılmış, gayri meşru bir askeri yönetim kurulmuştur” açıklaması ile müdahalede bulunacağı açıkça belli oldu. 20 Temmuz 1974’te Türkiye adaya “barış” götürmek için çıkarma yaptı. BM derhal ateşkes yapılması ve görüşmelere başlanması çağrısında bulundu. Makarios’a karşı yapılan darbeye sessiz kalan ABD, Türkiye’nin müdahalesine de tepki göstermedi. Bu durum Yunanistan’daki faşist Albaylar Cuntasının çözülmesine ve burjuva parlamenter düzenine geçilmesine yol açtı. Türkiye ateşkesi kabul etti ve ardından taraflar arasında Cenevre’de görüşmeler başladı.
Güçsüz bir durumda görüşmelere başlayan Yunanistan’a Türkiye hemen hemen tüm isteklerini kabul ettirdi. Kıbrıs’ın anayasal statüsü ile ilgili görüşmeler üzerine ikinci kez Cenevre’de toplanıldığında Türkiye masaya istenildiği gibi bir anlaşma sağlanamazsa yeniden müdahalede bulunacağı tehdidi ile oturdu. Rum yöneticilerin Türkiye’nin iki bölgeli federal devlet veya kantonal çözüm önerilerini kabul etmeyip süre istemeleri üzerine, Türkiye bu isteği reddedip acele ile ikinci “barış” harekatına 14 Ağustosta başladı. Bu oldu-bitti dünyada büyük tepkilerle karşılandı. BM kararlarında dahi ikinci harekat bir işgal olarak değerlendirildi. Birinci harekatı sessiz kalarak destekleyen ABD, kendi inisiyatifi dışında, bir oldu-bitti ile gerçekleşen ikinci harekattan sonra Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başladı. Ancak daha ileri giden zorlamalarda da bulunmadı. 1975 yılında Kıbrıs’ta Türk Federe Devleti ilan edildi. Devletin ilk aldığı kararlardan biri sözde işgücü açığını kapamak üzere Türkiye’den göçmen istemek oldu. Zaman içinde Türkiye’den getirilen bu nüfus neredeyse toplam Türk nüfusun yarısına ulaşacaktı. Demografik durumu büyük ölçüde değiştiren ve adadaki Türk işgalini sağlama almaya çalışan bu adım ve oldu-bittiyi devam ettirmeye yönelik politikalar daha sonra da devam ettirildi. Nitekim önemli bir başka adım 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı oldu. Bu kukla devlet ne BM ne de herhangi bir devlet tarafından tanınmadı. Sonuç olarak, Kıbrıs’ın kuzeyinde idari açıdan Türkiye’nin herhangi bir bölgesinden farkı olmayan uydu bir devlet oluşturulmuş oldu.
TC’nin Dış Politikasının Bugünü
Stalinist bürokratik diktatörlüklerin dağılması ile birlikte kapitalist batı ittifakının Türkiye’ye olan temel gereksinimi sona erdi. Söz konusu dönem boyunca Türkiye, SSCB karşısında batının güvenlik kaygılarından kaynaklanan durumu kendi çıkarları açısından bir koz olarak kullanmış ve dış politikasını bu konjonktürün gerektirdiği dengeleri gözeterek oluşturmuştu. 1990 sonrasında yeniden düzenlenmeye başlayan dünya sisteminde Türkiye, SSCB’nin çöküşünün ardından uluslararası alandaki hegemonyasını sürdürmek isteyen ABD ile ilişkilerinde yine bu büyük emperyalist güce yakın durarak durumunu korumaya çalıştı. SSCB “öcüsünün” ortadan kalması ile birlikte artık ABD’nin askeri şemsiyesine ihtiyacı kalmayan ve kapitalist dünya pazarındaki büyük rekabette gücünü artırmak için birliğini geliştiren AB ise kuvvetli bir ABD etkisine maruz Türkiye’ye mesafeli yaklaştı.
Bu yeni konjonktürde Türkiye ABD’nin global stratejisi içerisinde önemli bir ülke olarak yer almaktadır. ABD’nin nüfuz alanlarını genişletmek ve hegemonyasını sağlamlaştırmak için yaptığı planların içinde yer alarak yeniden emperyalist dünya sisteminde önem kazanan bir ülke haline gelmeye çalışan Türkiye Avrasya’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ABD etkinliğini yerleştirmede rol almaya çalışmaktadır. Nitekim 1990 sonrasında TC’nin “başarılı” olduğu tüm alanlar ABD emperyalizminin çıkarları ile uyumlu çıkarlara sahip olduğu alanlar oldu: Bosna, Orta Asya ve Hazar havzasından gelecek enerji nakil hatları, Somali ve Balkanlardaki insancıl müdahale operasyonları, Güney Kürdistan’a yapılan operasyonlar gibi.
ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde çeşitli nüfuz alanlarında kendisine düşen payı büyük bir iştahla midesine indiren Türkiye burjuvazisi, TC kurulduğundan bu yana gerçekleştiremediği ancak hiç aklından çıkmayan emperyal düşlerini de bu dönemde yer yer yeniden ısıtıp ortaya çıkarma imkanını buldu, buluyor. Hatırlanacak olursa, 90’lı yılların başında Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kurulacak egemenlik hülyaları yeniden dile gelir olmuştu. Ancak, gerçek dünyanın katı yüzü burjuvaları bu düşlerden uyanmak zorunda bıraktı. Örneğin SSCB sonrası oluşan Türki cumhuriyetlerin “ağabey”i olma arzusu kısa sürede Türkiye’nin Rusya ve İran ile karşı karşıya gelmesi ile söndü. Arkasında kuvvetli bir ABD rüzgârı olmadığı koşullarda adım atmakta çok zorlandı.
Sonuç olarak Türkiye durumundaki ülkeler emperyalizm dahilinde hele dengeleyici bir unsur olarak SSCB gibi yapıların yokluğunda emperyalist güçlerden bağımsız hareket edip özerk bir politika uygulama şansına sahip değillerdir. Mutlaka stratejilerini bir emperyalist gücün çıkarlarına uygun olarak oluşturmak zorundadırlar. Mesela son günlerde ABD’nin Ortadoğu’da yapmayı tasarladığı yeni düzenlemeler dolayısıyla Musul ve Kerkük’e ilişkin tarihsel iştahı kabaran TC’nin ABD çıkarlarının gerektirdiği tutumları sergilemeden ve ABD’den izin almadan herhangi bir pay kapması mümkün değildir.
İşçi sınıfı açısından gerekli olan, emperyalizmin mali sermayenin egemenliğinde, eşit gelişmişlikte olmayan ulus devletlerin varlığı ile hiyerarşik olarak şekillenmiş bir siyasal sisteme sahip olduğu gerçeğini iyi kavramaktır. Böylesi bir sistemde bağımsız ya da barışçı davranabilen bir Türkiye devleti ummak tam bir hayaldir. Emperyalizm bugünün kapitalizmidir ve anti-kapitalist bir mücadele olmaksızın ortadan kaldırılamaz. Türkiye işçi sınıfına düşen görev milliyetçiliğin tuzaklarına düşmeden, burjuvazinin hayallerinin ve serüvenlerinin kendine ait olmadığının farkında olarak, dünya işçi sınıfının kurtuluşunu sağlayacak yegâne yolda, yani sosyalizme giden dünya devriminin yolunda yürümektir.
[1] Musul-Kerkük sorunu ile ilgili ayrıntılı bir değerlendirme Tuncay Alp’in Savaş ve Kürt Sorunu makalesinde yapıldığı için bu yazıda konuyu açmaya gerek görmüyoruz.
[2] Antlaşmanın 7. maddesi, “Müttefiklerin, kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkı bunması”nı öngörüyordu.
[3] Gerek Türk, gerekse uluslararası belgelerde adı “İskenderun Sancağı” ya da kısaca “Sancak” olarak geçen İskenderun-Antakya bölgesine Hatay adı 1936 yılında Atatürk tarafından bölgenin Türk kimliğine vurgu yapmak için verildi. Güneş Türk Dil Teorisinin revaçta olduğu bu yıllarda, Orta Asya’da kurulmuş eski Türk devletlerinden birinin adı olan Hatay bu bölgeye isim olarak verilerek ideolojik bir yönlendirme yapılıyor bu bölgede yaşayanların Türklükleri böylelikle “kesinleşiyordu”.
[4] Nitekim Suriye bağımsızlığını ancak yıllar sonra (1946’da) kazanmıştır.
[5] Kıbrıs konusunda ayrıntılı bir değerlendirme için Zeynep Güneş’in Kıbrıs Sorununa Marksist Yaklaşım yazısına bakınız
[6] Anımsanırsa Hatay’daki süreç de bu tezle başlamıştı.
link: Nazım Yıldırım, TC’nin Dış Politikasının Temelleri ve Yayılmacı Emelleri, 20 Kasım 2003, https://en.marksist.net/node/1340
Bu kez direnişin adresi Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi
1986 Netaş Grevi