“Kadınların henüz uzun evlerde (birçok aileden kurulu komünist ev ekonomileri) oturdukları çağdaki ailelerine gelince... bu evde daima bir klan egemendi, öyle ki kadınlar kocalarını başka klanlardan alırlardı... Genellikle evi kadınlar yönetirlerdi, erzak ortaklaşaydı: ama ortak gereksinimleri karşılamak için kendi payını getirmekte çok tembel ya da çok beceriksiz davranan zavallı aşığın hali dumandı. Çocukların sayısı ya da ev içindeki kişisel mülkiyeti ne olursa olsun, her an bohçasını yapıp defolup gitme emrini almayı bekleyebilirdi. Ve bu emri alınca, ona karşı direnmeye girişmesi de boşunaydı, ona kendi klanına dönmek ya da çoğunlukla olduğu gibi bir başka klan içinde evlilik aramaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Kadınlar, başka her yerde oldukları gibi klanlar içinde de büyük güç idiler. Gerektiğinde bir başkanı görevinden alarak, onu yalın bir savaşçı sınıfına indirgemekte duraksama göstermezlerdi.”
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında, misyonerlik faaliyeti yürüten bir kişinin doğrudan gözlemlerinden aktardığı bu satırları bana hatırlatan şey, birkaç ay önce Radikal gazetesinde kocaman bir başlıkla yayınlanan “Kadın eve hapsediliyor” haberiydi. Türkiye’de çalışan kadınların sayısına ilişkin haber aynen şöyleydi: “Anayasa ve yasalardaki eşitlikçi yapıya, eğitim düzeyinin yükselmesi, ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanmasına karşın iş yaşamındaki kadın sayısı artmıyor. Her yıl çalışan kadın sayısı düşerken eve hapsedilen kadın sayısı daha da artıyor. Kadınların işgücüne katılım oranı 1990’da %34.1, 2003’te %26,9 ve 2004’te ise %25.4’e düştü. Kamuda çalışan kadın sayısı 628 bin, özel sektörde ise 5 milyon 298 bin kişi civarında. Ağustos 2005 tarihi itibariyle çalışan kadınların 15 ve daha yukarı yaştaki kadın nüfusa oranı %23.1’e indi. 1990’da kırsal kesimde yaşayan kadınların %52’si istihdama katılırken bu oran 2004’te %30.9’a düştü.” (25 Ocak 2006)
Yüzyıllar önce ilkel komünal topluluklarda zenginlik de fakirlik de ortaktı. Herşey kabilenin devamı içindi. Dolayısıyla birilerini sömürmeye ya da başkalarının emeği üzerinden geçinmeye yer yoktu. İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimiydi. Ve ilk kez çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde “artı ürün” ortaya çıktı. Bu artı ürün zamanla birilerinin elinde toplanmaya başladı. Sınıflı toplumların taşlarını döşeyen gelişme de bu oldu. Avcılıkta, bir kabile vahşi hayvanla savaşırken kabilenin ihtiyacı önemliydi. Fakat tarım daha bireysel yapılabiliyordu. Burada kabile değil yalnızca o sınırlı topluluk vardı. Ve daha çok çalışıp daha çok kazanılabilirdi.
Tarım ile birlikte hayvanların saban sürmede kullanılması da dahil erkeklerin kol gücü öne çıktı. Kadınlar ise bu ürünleri işlemek üzere eve gönderildiler. Fakat bu o dönem için doğal bir iş bölümüyken sınıflı toplumlarda bir cinsin diğer cins üzerindeki üstünlüğünü sağladı. Soy ve miras kadınlar üzerinden belirlenirken erkekler üzerinden belirlenir oldu. Kadınlar toplumsal üretimde doğrudan yer almamaya başladılar. Bu da kadınların dünya tarihsel yenilgisine yol açtı.
Kadının toplumsal üretime katılımını büyük sanayi ile birlikte, kendinden önceki sınıflı toplumlara nazaran kitlesel olarak arttıran kapitalizm, kadının gerçek özgürlüğünün ve kurtuluşunun nesnel zeminini hazırlamıştır. Ama elbette kadının toplumsal üretime katılımı onun kurtuluşuna doğrudan yol açmayacaktır. Çünkü yaşadığımız sistem tüm çelişkilerine ve çirkefliğine rağmen insanlarda yarattığı yanılsamalarla kendini perdeliyor. Bir yandan en ağır çalışma koşullarıyla kadın emeğini alabildiğine sömürürken bir yandan da erkek egemen toplum yapısıyla kadını ikinci cins olarak istismar ediyor.
Her ücretli köle gibi emek gücünü sattığı patronuna olan görevi bittiğinde de kadının mesaisi bitmez. Eve geldiğinde saatlerini alan temizlik, yemek, çocuk bakımı gibi işler kadının sırtındadır. Kadın için bu çifte ezilmişlik yıpratıcı ve köreltici olsa da, iş yaşamında, yani doğrudan sömürü altında, bir sınıfın parçası olduğunu ve bu sınıfın sorunlarından muaf olmadığını öğrenebilir. Bunun yanısıra bu sorunların nereden kaynaklandığı ve nasıl çözüleceği konusunda fikir edinebilir. Oysaki ev işlerine ve eve mahkum edilen kadınlar, onları daha da körelten televizyonun katkısıyla sadece kendi ailelerinin sorunlarıyla ilgilenen, bir sınıfın parçası olduğunu kavrayamayan insanlar olarak toplumsal yozlaşmadan fazlasıyla pay almaktan kurtulamazlar.
Kapitalizmin ekonomik büyüme dönemleri ve erkek emek gücünün yetersiz kaldığı dönemlerde ise kapitalizm kadınları yığınlar halinde üretime çekmiştir. Fakat kapitalizmin kriz dönemlerinde işten ilk çıkarılanlar yine kadınlar olmuştur. Erkek işçilere nazaran kadın işçiliğin daha ucuz olmasının yarattığı rekabetle ücretler daha da aşağı çekilir.
Bugün kapitalist sistemde kadınların geldiği nokta budur. Fakat insanlık ilkel komünal toplumları da yaşamıştır. Bu toplumlar çoğunlukla anaerkil toplumlardı. İlkel de olsa bir eşitlik vardı. Ne zaman ki bu toplumlar çözülmeye başladı, devlet ve sınıflar ortaya çıktı. Kadın sorunu da böyle doğdu. Bugün burjuva basında deniliyor ki, yasalar kadın-erkek eşitliğini sağladı. Bu yasalar mülk edinebilme ve siyasete girebilme haklarını içeriyor. Peki bu haklardan gerçekten yararlananlar sadece burjuva kadınlar değil midir? Demek ki onlar için neredeyse ortada bir sorun kalmamıştır. Dolayısıyla kadın sorunu artık emekçi kadın sorunudur. Emekçi kadınlar için bu toplum sömürünün adresidir.
Çektiği bütün acılar gibi, kadının üretimden dışlanmasının da eve hapsedilmesinin de nedeni kapitalist sistem olduğuna göre, emekçi kadının mücadelesi kapitalizme karşı olmalıdır. Sınıflı toplumlarla ortaya çıkan kadın sorunu sınıflı toplumların ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Kadının kurtuluşu toplumsal kurtuluşa kopmaz bağlarla bağlıdır. Bu bağlamda kadınlar olarak görevimiz, burjuva toplumun dayatmalarına devrimci mücadeleyle karşı koymak ve bu sömürü düzenini ortadan kaldırmaktır.
link: İstanbul’dan MT okuru bir kadın işçi, Kadının Kurtuluşu Toplumsal Kurtuluştan Bağımsız Değildir, 10 Nisan 2006, https://en.marksist.net/node/990
Burjuvaziye Kredi Vermeyelim!
Madrid Kitap Fuarı Düzenleme Komitesine