Irak’ın emperyalist işgal sonucunda bir iç savaş cehennemine çevrilmesi ve buna son bir aydır İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırılarının da eklenmesiyle, cehennem ateşi tüm Ortadoğu coğrafyasını sarmaya başlıyor. İsrail’in 10 Haziranda Gazze’deki bir plajda Filistinli bir aileyi “biz terörist sanmıştık” deyip roketlerle katlederek ve Filistin polis gücünün başına atanan Cemal Abu Şamdana’yı bir suikastla öldürerek yeniden alevlendirdiği savaş, Hamas’ın birkaç aydır sürdürdüğü tek taraflı ateşkesi bozmasına yol açmıştı. 25 Haziranda ise, Hamas’ın askeri kanadına bağlı milisler İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarında önemli bir üs olarak kullandığı bir karakola saldırarak bir askeri kaçırmıştı. Milisler bu asker karşılığında İsrail’in elinde bulunan 10 bin savaş tutsağından 130’unu (yirmi yıl hapis cezası almış olan 30 tutsağın ve 100 kadın tutsağın) serbest bırakmasını istiyorlardı. Bu eylemi çoktandır hazırlandığı savaş planları için bir bahane olarak kullanan İsrail, 28 Haziranda Gazze’yi bomba yağmuruna tutarak, içlerinde bakanların ve milletvekillerinin de bulunduğu 64 Hamas yetkilisini tutuklayarak, onlarca sivili öldürerek, hükümet binalarını yerle bir ederek, Hamas’ın bu sözde “terör” eylemine azgın bir devlet terörüyle karşılık verdi.
Burjuva medya süreci kimin başlattığına odaklanarak, asıl meselenin, yani savaşta kimin haklı kimin haksız olduğu meselesinin üzerini örtüyor. İsrail onyıllardır Filistin halkına karşı haksız bir savaş yürütüyor. Dahası bu haksız savaşı bugün yeniden alevlendiren ve yaymaya çalışan da, İsrailli askeri kaçıran Hamas değil, Haziran başından bu yana Filistinlilere yönelik katliamlarına hız veren ve Hamas’ı böyle bir savaşın içine çekmek için her türlü provokasyonu gerçekleştiren İsrail’dir.
Bu terörist devlet, “Yaz Yağmurları” adını taktığı bombardımanlarla, geçtiğimiz yıl çekildiği Gazze’yi havadan, karadan ve denizden kuşatarak yeniden işgal etti. Üstelik bu kez Gazze Yahudi yerleşimcilerden arındırılmış olduğu için, onlara zarar verme korkusu da bulunmuyordu. 1,3 milyon nüfuslu Gazze’de hayat kısa sürede felç oldu. Bölgeye elektrik sağlayan trafonun bombalanmasının ardından kent karanlığa, açlığa ve susuzluğa gömüldü. Köprülerin havaya uçurulduğu, altyapı sisteminin çökertildiği Gazze, yaz sıcağında, elektriksizlik yüzünden kanalizasyon ve su pompaları çalıştırılamadığı, pek çok hastanede acil ameliyatların yapılamadığı, akaryakıt sıkıntısı yüzünden jeneratörlerin çalıştırılamadığı, belediye araçlarının çöp toplayamadığı ve salgın hastalık tehdidinin dört bir yanı sardığı bir cehenneme çevrildi.
“Teröristlerle hiçbir anlaşmaya gidilmeyeceği” konusunda ısrar eden İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları giderek daha da şiddetlenip ölen sivillerin sayısı her geçen gün artarken, Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah’ın bütün bunlara tepki olarak iki İsrail askerini kaçırması, Lübnan’ı da İsrail terörünün hedefi haline getirdi. Lübnan hükümeti kaçırma olayını onaylamadığını belirtip askerlerin serbest bırakılması çağrısında bulunduysa da, İsrail bu olayı bir savaş ilanı olarak kabul ettiğini duyuracaktı. Ve böylece, uzun süren iç savaş yıllarının ardından kendini yeni yeni toparlayan Lübnan bir kez daha savaş alanına çevrilecekti. İsrail 2000 yılında çekildiği Lübnan’a tekrar tanklarla girip, ülkeyi hava, kara ve denizden kuşatırken, yüzlerce insan katledilmiş, bombardımanlar yüzünden yüz binlercesi evlerini terk etmek ve bunların önemli bir bölümü de ülke dışına (özellikle Suriye’ye) göç etmek zorunda kalmıştır.
Burjuvazi her zaman sivillere yönelik saldırıları “terör”ün en önemli kanıtı olarak sunarken, Lübnan’ı bombardımana tutan, sivil havalimanını yerle bir eden, köprüleri ve yolları havaya uçuran, bu arada birkaç gün içinde 300’den fazla sivili öldüren İsrail devletinin Gazze ve Lübnan’da yaptıkları, emperyalist camia tarafından “kendini savunma hakkı” denerek onaylandı. ABD, BM Güvenlik Konseyinde İsrail’e Gazze’den çekilme çağrısı yapılması konusunda gündeme getirilen önergenin görüşülmesini, “önce Suriye ve İran kınansın” diyerek engelledi. Birkaç gün sonra benzer bir açıklama bu kez G8 zirvesinden gelecekti. Arap devletleri ise, ABD koruması altındaki tatlı petrol kârlarını riske atmamak için, mevcut gerilimi mümkün olduğunca bulaşmadan atlatmaya ve halk tepkisini yatıştırmaya çalışmakla meşguller.
Emperyalist güçler tarafından, en fazlasından, “orantısız güç” kullandığı için hafif bir dille eleştirilen İsrail, kendisine dur diyecek hiçbir güçle karşılaşmamanın verdiği rahatlıkla Filistin ve Lübnan’ı yakıp yıkmaya devam ediyor. Hamas’ı ve Hizbullah’ı destekledikleri gerekçesiyle İran ve Suriye de hedef tahtasına oturtulmuş bulunuyor. ABD’nin bomba takviyesini hızlandırdığı İsrail’in, bu savaşı daha uzun süreli ve geniş alanlı bir savaşa dönüştürüp dönüştürmeyeceğini kestirmek şu an için zor. Ama tüm girişimleriyle bunu kışkırttığı çok açık. Nitekim olayların gelişimine baktığımızda, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a girişinin öyle bir iki askerin kaçırılmasıyla ilişkili rastlantısal bir durum olmadığını, ardında daha derin hesapların yattığını görüyoruz.
BOP’a hız kazandırma arzusu
Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor ki, İsrail’in bölgeye yönelik tüm girişimleri, ABD’nin uzun süredir gündemde olan fakat Irak’taki durumun tam olarak netleşmemesi dolayısıyla yavaş işleyen Büyük Ortadoğu Projesiyle (BOP) doğrudan ilişkilidir. Bu projede ABD’nin en güvenilir müttefikinin İsrail olduğu son derece açıktır. İyi donanımlı bir savaş aygıtı konumundaki İsrail devleti, ABD’nin bölgedeki çıkarlarının silahlı bekçiliğini yapmakta ve bunun karşılığında da, etrafı Araplarla çevrili bu coğrafyada, son derece kıt öz kaynaklarına rağmen, güçlenerek ayakta kalması sağlanmaktadır. ABD egemenleri, sadece bununla yetinmeyip, ona hayallerindeki büyük İsrail’i yaratma çabalarında da önemli bir destek sunmaktadır.
İsrail, bölgede dilediği gibi at koşturmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak İran ve Suriye’yi görüyor. ABD’nin denetim altına alamadığı bu iki gücün İsrail terörüne karşı silahlı mücadele yürüten Hizbullah gibi İslamcı örgütlere arka çıkması da, İsrail’in Filistin topraklarını Filistinlilerden arındırma ve sınırları genişletilip duvarlarla kuşatılmış güvenlikli bir Yahudi devleti yaratma planlarının önünde ayakbağı oluşturuyor. Dolayısıyla, büyük biraderi ABD’nin, tüm bölgede sözünden dışarı çıkmayacak hükümetlerin işbaşına getirildiği “dost ve müttefik” devletlerden oluşmuş bir Büyük Ortadoğu planı, herkesten çok İsrail’in işine geliyor. Ve bu planın bir an önce işlerlik kazanması için, bu son provokasyon da dahil olmak üzere elinden gelen her şeyi yapıyor.
Suriye ve İran’ın uzun süredir topun ağzında oldukları, ama topun bir türlü ateşlenemediği ortada. Hariri suikastından sonra ABD’nin gözünü iyice karartarak Suriye hükümetini alaşağı etme planlarına hız verdiğini, ama bu amacını henüz gerçekleştiremediğini biliyoruz. Keza İran’daki nükleer krizin de en azından şimdilik ABD’nin istediği yola evrilemediği açık. Bütün bunlar, BOP’un hayata geçirilmesinin oldukça düşük vitesli bir hızda ilerlediğini gösteriyor. Ve öyle görünüyor ki, neocon olarak tabir edilen ABD şahinlerinin ve İsrail’in buna tahammülü yok.
Geçtiğimiz haftalarda, ABD Silahlı Kuvvetlerine ait bir yayın organında, Kanlı Sınırlar – Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Görünürdü başlıklı bir makale yayınlandı. Uluslararası sınırların asla tümüyle “adil” olmadığını belirterek söze başlayan yazar, Ortadoğu sınırlarını daha adil bir şekilde çizme iddiasıyla yeni bir bölge haritası çizmiş. Büyük Ortadoğu denen bölgeyi içine alan bu harita, kuşkusuz başta TC olmak üzere bölgedeki pek çok ülkeyi kızdırdı. Çünkü harita, birleşik bir Kürdistan devletinin yanı sıra, Pakistan’dan Lübnan’a varıncaya kadar pek çok ülkenin sınırlarını allak bullak eden bir yeniden çizime dayanıyor. Bu yeniden çizimin BOP’la büyük oranda çakıştığıysa aşikâr. Öyle görünüyor ki gerek neoconlar gerekse İsrail, BOP’ta vites arttırımına gitmek için kolları yeniden sıvıyorlar.
Lübnan yeniden ateş altında
İsrail’in kaçırılan askerleri fırsat bilip Gazze’ye ve Lübnan’a girmesinin bir tesadüf olmadığını yukarıda da belirtmiştik. Aslına bakılacak olursa, tıpkı Filistin gibi Lübnan da on yıllardır İsrail’in işgallerinden, saldırılarından ve iç çatışma yaratma girişimlerinden kurtulamamıştır. 1975 yılında mezhepler ve etnik gruplar arası çatışmalar nedeniyle başlayıp Lübnan’ı harabeye çeviren 15 yıllık kanlı iç savaş, nihayet 1989’da, Suriye’nin arabuluculuğuyla son bulmuştu. Fakat iç savaş bittikten sonra da, İsrail’in saldırı ve işgal politikası eşliğinde Lübnan’ı karıştırma girişimleri hiç son bulmadı. Mezhepler ve etnik gruplar arasındaki çatışma devamlı olarak kaşınırken, Lübnan’ı kaosa sürüklemek için pek çok ünlü isme suikastlar düzenlendi. Son olarak geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen ve Suriye’nin bu ülkedeki otuz yıllık askeri varlığına son vermesine yol açan Refik Hariri suikastı da bunun tipik bir örneğiydi. Ne var ki, İsrail (ve kuşkusuz ABD) bu suikastla da istediği sonuca ulaşamadı.
Geçtiğimiz Haziran ayı ortalarında Lübnan istihbarat servisi uzun süredir devam eden araştırmalarını tamamlayarak suikastın arkasında İsrail’in bulunduğunun kanıtlandığını duyurdu ve Lübnan, İsrail’i BM Güvenlik Konseyine şikâyet etmeye hazırlandığını açıkladı. Bu açıklamanın ardından, ABD’nin Beyrut Büyükelçisi Jeffrey Feltman bu gelişmelerin “kendisini şok ettiğini” belirtiyor ve “eğer Lübnan İsrail aleyhinde BM’ye başvurursa, bu Lübnan-ABD ilişkilerinin de sekteye uğramasına neden olur” diyerek Lübnan’a gözdağı veriyordu. ABD, Hariri suikastı nedeniyle Suriye’yi terörist devlet ilan ederken ve bu gerekçeyle hazırlandığı saldırıya BM’yi ikna etmeye çalışırken, yaşanan bu gelişmenin gerek İsrail’i gerekse ABD’yi rahatsız ettiği ortadaydı. Ve bu açıklamanın üzerinden bir ay bile geçmeden Lübnan, sözde askerlerini kurtarmak isteyen İsrail ordusu tarafından bombalanmaya başladı.
Hizbullah’ı gerekçe göstererek girdiği bu ülkenin güney bölgelerini çok geçmeden işgal etmeye girişen İsrail açısından, Lübnan aynı zamanda Suriye ve İran’la da kozların paylaşıldığı bir ilk raund alanı niteliğini taşıyor. Bunun yanı sıra, İran’la olası askeri kapışmada, Hizbullah’ın önemli bir tehdit oluşturduğu kuzey sınırlarını güvence altına almak için, önce Hizbullah’ın gücünün zayıflatılması gerekiyor. Daha sonraki raundların ne zaman gerçekleşeceği şu anda belli olmasa da, İsrail’in bu süreci kısaltmak için çabaladığı açıkça ortada. Açık olan bir diğer noktaysa, İsrail’in attığı her bir bombanın, Lübnan’da ve Filistin’de Hizbullah’a duyulan sempatiyi bir kat daha arttırmasıdır. Uzun zamandır dar bir gerilla örgütü olmanın çok ötesine geçerek mecliste temsil edilen önemli bir politik güç haline gelen Hizbullah’ın İsrail’e karşı cesur direnişi, lideri Nasrullah’ı da kitleler nezdinde bir kahramana dönüştürmektedir. İsrail’in vahşi saldırıları ve insanlık dışı uygulamaları nasıl Filistin’de Hamas’ı iktidara taşıdıysa, Lübnan’da da Hizbullah’ın iktidara yürümesi bir o kadar muhtemeldir.
Anlaşma değil, “Büyük İsrail”
İsrail’in son saldırıları, Filistin’deki gelişmelerle de yakından ilişkilidir şüphesiz. Onun uzun vadeli planlarını da yakından ilgilendiren bu gelişmelerden en önemlisi, Filistin Yönetimi başkanı Mahmud Abbas (El Fetih lideri) ile Filistin başbakanı İsmail Haniye’nin (Hamas lideri) uzun görüşmelerden sonra imzaladıkları mutabakat belgesidir. Abbas ile Haniye’nin bu belge üzerinde fikir birliğine vardıklarını açıklamalarının birkaç gün sonrasında İsrail, estirilen sözde bahar havasının üzerine bombalar yağdırmıştır. Peki neydi Abbas ile Haniye’nin üzerinde anlaşmaya vardıkları konu?
İsrail hapishanelerinde bulunan çeşitli örgütlerden Filistinli üst düzey liderler, geçtiğimiz Mayıs ayında, Tutsaklar Belgesi adıyla anılan bir mutabakat metnine imza atmışlardı. El Fetih, Hamas, İslami Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe gibi belli başlı tüm Filistin örgütlerinin hapishanelerdeki temsilcilerinin mutabık oldukları bu metin 18 başlıktan oluşuyordu ve en temel maddeleri şunlardı: tüm mültecilerin geri dönmesine izin verilmesi ve kendi kaderini tayin hakkının tanınması koşuluyla 1967 sınırları içinde bir Filistin devletinin kurulması, Hamas ve Cihad da dahil olmak üzere tüm Filistin güçlerinin yeniden şekillendirilecek FKÖ’ye katılması, Hamas ve El Fetih’in içinde bulunduğu bir ulusal birlik hükümetinin kurulması, Filistinli örgütler arasındaki çatışmalara son verilmesi, FKÖ başkanlığında İsrail’le görüşmelerin başlatılması.
Bu belge her ne kadar tutsaklar arasında onaylansa da, başlangıçta Hamas liderlerinin kolayca onay verdiği bir belge olmadı. Ne var ki Abbas’ın “ya on gün içerisinde imzalarsın ya da referanduma götürürüm” tehdidi, belgenin halkın ezici bir çoğunluğunun desteğini aldığını bilen Haniye’yi boyun eğmek zorunda bıraktı. Sonuçta 27 Haziranda, yani Gazze’nin bombalanmasından bir gün önce, belgenin revizyondan geçmiş hali Abbas ve Haniye tarafından onaylandı. Kuşkusuz bu, o güne dek İsrail’in varlığını kabul etmeyi reddeden ve dolayısıyla 1967 sınırlarını kabul etmeyen Hamas açısından çok büyük bir geri adımdı.
İsrail açısından da, İsrail askerinin kaçırıldığı 25 Haziran kritik bir tarihti. İsrail başbakanı Olmert o sabah belgenin ele alındığı bir hükümet toplantısı gerçekleştirmeyi planlıyordu. Daha önce “bu bizi ilgilendirmez, Filistinlilerin iç sorunudur” dese de, 22 Haziranda ABD’nin de bastırmasıyla Abbas’la görüşmüş ve bu toplantıyı yapmak zorunda kalmıştı. Olmert eğer bir bahane bulamasaydı, kısa bir süre sonra Hamas’ın da içinde bulunduğu FKÖ’yü muhatap almak ve 1967 sınırları kapsamında barış görüşmelerini yeniden başlatmak doğrultusunda adım atmak mecburiyetinde kalacaktı.
Şimdiye dek Filistin sorununun çözümü konusunda Filistinli örgütlerin öne çıkardıkları iki temel görüş bulunuyor. Bunlardan birincisi, 1988 yılına kadar bizzat FKÖ’nün de savunduğu “tek devlet” görüşüdür. Bu görüşü savunanların tezlerinin temel yönlerinden biri, 1948 yılında Filistin topraklarını gasp ederek kurulan İsrail devletinin meşru bir devlet olarak kabul edilmemesidir. Dolayısıyla bunlar, diğer görüş sahiplerinden farklı olarak, 1967 sınırlarına dönmeyi değil, İsrail’in ortadan kaldırılıp, Yahudilerin Filistinlilerle eşit haklara sahip dinsel bir azınlık olarak yaşayacakları tek bir Filistin devletinin kurulmasını savunmaktadırlar. Hamas’ın resmi görüşü de şu ana kadar buydu.
İkinci görüşe geçmeden önce 1967 meselesinde kısa bir hatırlatma yapalım. İsrail, 1967’de gerçekleşen ve altı gün süren üçüncü İsrail-Arap savaşında, Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina ve Suriye’ye ait olan Golan Tepelerini işgal etmişti. Bu savaşta 18 bin Arap yaşamını yitirmiş ve Batı Şeria’da yaşayan 200 binden fazla Arap Ürdün’e göç etmek zorunda kalmıştı. İsrail o günden bu yana, Filistinlilere ait olan bu topraklardan çekilmedi. İşte bugün başta FKÖ olmak üzere Filistinlilerin hatırı sayılır bir kesimi tarafından yükseltilen 1967 sınırlarına dönme talebi, 30 yıldır işgal altında bulunan bu toprakların yeniden Filistinlilere iade edilmesini, o sırada göç etmek zorunda kalanların geri dönüşüne izin verilmesini ve bu sınırları kapsayan ayrı bir Filistin devletinin tanınmasını içeriyor. İkinci görüş diye sözünü ettiğimiz bu görüşü savunanların tezleri, buradan hareketle, “iki ulus iki devlet” şeklinde özetlenen iki ayrı devlet formülasyonunda şekil buluyor. Hemen belirtelim ki, genel olarak FKÖ, özel olaraksa onu oluşturan en güçlü örgüt El Fetih, 1988’den itibaren bu görüşü savunmaktadır.
Açıktır ki İsrailli egemenler açısından, bu ikinci görüş, anlaşılıp uzlaşılabilecek tek görüştür. Zira birinciler, onu bir devlet olarak tanımayı ve pazarlık masasına oturmayı dahi kabul etmemişlerdir. Ne var ki, sınırlarını genişletip “Büyük İsrail” düşünü yaşama geçirme emelini hiçbir zaman gizlemeyen İsrail, 1967 sınırlarına dönmeyi katiyetle reddetmektedir. Ne zaman görüşmeler BM kararlarının da dayattığı bu sınırlara gelip dayansa, görüşmeleri yarıda kesmenin ve savaşı yeniden alevlendirmenin bir bahanesini bulmuştur.
Geçtiğimiz yıl Şaron, bu sorunu artık çözeceklerini beyan etmiş, hatta yılların Likud Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmuştu. Elbette bütün bunlar, Ortadoğu’daki planlarının İsrail’in kaprisleri nedeniyle suya düşmesini engellemek için ona bu yönde baskı uygulayan ABD’nin bastırmasıyla olmuştu. Fakat Şaron kısa süre sonra beyin kanaması geçirip fişe bağlı bir “yaşam”a mahkûm olurken, beklenmeyen bir gelişme daha yaşandı: Filistin seçimlerini Hamas kazandı. İsrail, karşısında bir anda, o ana dek “terörist” olarak kabul ettiği bir örgütü resmi temsilci olarak bulmuştu. Böylece zaten ABD zoruyla görüşmelere oturma mecburiyetinde kalan İsrail, mal bulmuş mağribi gibi yeni bahanesinin üzerine atladı: “Karşımızda barış görüşmelerini sürdürecek bir muhatabımız yok, teröristlerle masaya oturmayız!” Ardından Yahudi lobisi uluslararası ölçekte faaliyete geçti ve “terörü lanetlemeden” ve silah bırakmadan muhatap alınmayacağı beyan edilerek Hamas tam bir kıskaca alındı.
Oysa Hamas, seçimle işbaşına geldikten hemen sonra, İsrail’i tanımayı reddetme tavrını sürdürdüğünü açıklasa da, “arabulucular” aracılığıyla görüşülebileceğini belirterek, yumuşama sinyallerini daha o zamanlar vermişti. Ancak bütün ılımlı tutumuna rağmen, işbaşına geldiği andan itibaren İsrail’in tacizlerinden kurtulamadı. İsrail, büyük biraderi ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin de desteğiyle, Filistinlileri açlıktan kıvrandıran bir ambargoyu hayata geçirdi ve bununla da yetinmeyip Hamas önderliğindeki Filistin yönetiminin bütün gelir kaynaklarını bir bir kuruttu. Yönetimin memur maaşlarını dahi ödeyemez hale gelmesinin ardından ise El Fetih yanlıları ile Hamas yanlıları arasında kanlı bir çatışmanın eşiğine gelindi. İşte, Tutsaklar Belgesi tam da böyle bir aşamada, kilitlenen iç ve dış politikanın önünü açmak ve Filistin’i iç savaştan kurtarmak amacıyla hazırlanmıştı.
Ama İsrail’in amacı Hamas hükümetini yumuşatmak değil, ezip iktidardan uzaklaştırmak ve eğer oturmak zorunda kalırsa çok daha fazla taviz koparabileceği ılımlı bir Filistin hükümetiyle masaya oturmaktı. Nitekim Tutsaklar Belgesi üzerinde hemfikir olunduğunun duyurulmasının ardından yaşananlar bunu fazlasıyla ispatlamaktadır. İsrail’in gerçekleştirdiği plaj katliamı ve sonrasındaki suikastlar, bu yumuşama iklimini kışa çevirmek üzere atılmış adımlardır. Ve yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, İsrail’in hedeflediği, Filistin’le sınırlı kalmayan, Lübnan vasıtasıyla Suriye ve İran’ı da içine alan bir kara kıştır.
Ortadoğu’da barışın yolu
Bugün Filistin ulusal sorunu, İsrail’in yıllardır sürdürdüğü uzlaşmaz ve saldırgan tavır nedeniyle tam bir kördüğüm haline gelmiştir. Filistinli önderliklerin tutumu ılımlılaştıkça İsrail daha da sertleşiyor ve onları diyalog kapılarını tümüyle kapamaya itiyor. İsrail’in uyguladığı devlet terörü, şimdiye kadar binlerce kayıp veren, yoksulluk içinde kıvranan, tümüyle çıkışsızlığa sürüklenen Filistinli kitlelerin tepkisinin, hiçbir sınıfsal ayrım yapmaksızın bir bütün olarak Yahudilere yönelmesine yol açıyor. Gözlerinin önünde kaybettikleri yakınlarının anıları her gün yanı başlarında ölen bir başkasıyla yeniden ve yeniden tazelenen ve sürekli olarak bu psikolojiyle yaşayan binlerce genç, bizzat İsrail’in bu tutumu nedeniyle, bireysel intikamdan başka bir çıkış yolu göremiyor. Böylece İsrail kendi eliyle binlerce canlı bomba yaratıyor. Günün 24 saati İsrail devletinin propaganda bombardımanına maruz kalan Yahudi işçi ve emekçilerde ise, müthiş bir korku, panik ve her Filistinliyi canlarına kasteden bir terörist olarak görme psikolojisi hâkim.
Bizzat İsrail egemen sınıfının faşist yöntemlerinin yarattığı bu atmosfer, İsrail-Filistin coğrafyasında halklar arasında doğabilecek her türlü güven ortamının da kökünü kazımaktadır. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kayıtsız şartsız kabul eden Marksistler, çözülmediği sürece işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesini gölgeleyen ulusal sorunların, ezilen ulusların özgür iradeleri doğrultusunda çözülmesi gerektiğini savunurlar. Bugün gelinen noktada, Filistin halkının büyük çoğunluğu, tartışmaya meydan vermeyecek şekilde, Filistin’de ulusal sorunun çözümünün bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasından geçtiğine inanıyor. Dolayısıyla, “iki devletli çözüm” olarak da adlandırılan bu çözüm uygulandığı takdirde, Filistin’de ulusal sorunun ortadan kalkacağı ve Filistin halkının bağımsızlığına kavuşmasının yolunun açılacağı ortadadır.
Ne var ki, Filistin’de ulusal sorunun ortadan kalkması, sefalet içerisindeki emekçi sınıfların sorunlarının otomatik olarak ortadan kalkmasını getirmeyecektir. Bundan çok daha önemlisi, on yıllardır savaşsız, kansız geçecek barış dolu günlere duydukları özlemle yaşayan Filistin halkının ve diğer Ortadoğu halklarının bu özlemlerine kavuşması, burjuvazinin egemenliğindeki bir Ortadoğu’da olanaksızdır. İşte tam da bu nedenledir ki, emperyalist senaryoların sahneye koyulmasında her gün yeni bir aşamayla karşı karşıya kaldığımız Ortadoğu’da, proleter devrim, bugün her zamankinden daha yakıcı ve daha hayati bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. Ya burjuva önderliklerin egemenliği altında her gün yüzlerce insanın hayatını yitirdiği, sefalet tablosunun gittikçe daha da derinleştiği, kan gölüne dönmüş bir Ortadoğu, ya da işçi ve emekçilerin yürütecekleri devrimci bir mücadeleyle, demokratik temellerde ve gönüllü birlik temelinde kuracakları bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu! Bugün Ortadoğu halklarının önünde, son derece netleşmiş olan bu iki seçenek dışında bir başka seçenek bulunmuyor. Tüm Ortadoğu’da devrimci Marksistlerin başlıca görevi, işçi-emekçi kitleleri bu gerçekler doğrultusunda ortak mücadeleye sevk edecek bir örgütlülüğü yaratmaktır.
Emperyalist güçler Ortadoğu’dan dışarı!
Filistin halkına bağımsızlık ve ayrı devlet kurma hakkı!
link: İlkay Meriç, Ortadoğu'ya Barış İşçi İktidarıyla Gelecek!, 1 Ağustos 2006, https://en.marksist.net/node/876
“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır /1
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /7