

Çürüyen kapitalizm 21. yüzyılda tarihsel sınırlarına dayanmış, çözülmesi mümkün olmayan krizler içinde debelenen, insanlığı ve gezegeni felâkete sürükleyen bir çöküş sürecine girmiştir. İçinden çıkamadığı krizler ve toplumsal sorunlar birbiriyle iç içe geçmiş durumdadır: ekonomik kriz, ekolojik kriz, gıda krizi, kitlesel göç dalgaları, artan gelir eşitsizliği ve yoksulluk, yozlaşan siyasi yapılar, umutsuzluk içinde büyüyen nesiller vb… Buna emperyalist güçler arasındaki hegemonya krizini ve Ortadoğu’dan Ukrayna’ya, Afrika’dan Asya-Pasifik’e kadar uzanan III. Dünya Savaşını da eklemek gerekir. İnsanlık ya savaşlarla ya da doğanın geri dönüşsüz tahribatıyla vuku bulacak bir yok oluşun eşiğine gelmiştir.
İnsanlığa daha iyi bir dünya ve gelecek vaat edemeyeceğinin farkında olan burjuvazi, emekçi sınıfların artan tepkilerine ve isyanlarına karşı her yerde otoriter rejimlere sarılmaktadır. Burjuva demokrasisi “ileri kapitalist ülkelerde bile çoktandır aşınmış ve burjuva yönetimler bir zenginler kulübü hegemonyasına, plütokrasi diye adlandırabileceğimiz oligarşik bir egemenlik biçimine bürünmüştür”.[1]
Kısacası kapitalizm, insanlığı büyük bir yıkıma sürüklemekte ve kendisiyle beraber toplumu da çürütmektedir. Ve çürüyen kapitalizm, sistemin kendisini reforme ederek sürdürülebileceği argümanlarını da boşa düşürmektedir. İnsanlığın tek çıkış yolu, kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi ve sosyalist bir dünya devrimidir. Elif Çağlı’nın dediği gibi: “Kapitalizmin ürettiği yıkımı ve çürümeyi reformlarla ortadan kaldırmak mümkün değildir. Sadece devrim, insanlığın önünü açacak bir çıkış yoludur.”[2]
Tam da bu noktada, Marksizmin devrimci ruhunun işçi sınıfı içinde kök salmasını engellemek için burjuvazi çeşitli sol-sosyalist görünümlü ideolojileri devreye sokmaktadır. Bu yolla, işçi sınıfının zihninde “kapitalizmin devrim yoluyla yıkılmasına gerek olmadığı”, “kusurları olsa da kapitalizmden daha iyi bir sistemin var olamayacağı” ve dolayısıyla da “tek çıkar yolun kapitalizmi reformlar yoluyla iyileştirmek olduğu” fikrini yerleştirmeye çalışmaktadır.
Geçmişte Frankfurt Okulunun temsilcilerinden yakın zamana kadar oldukça popüler olan Dieterich, Negri, Zizek, D. Harvey gibi isimler gibi pek çok sözde Marksist yahut sosyalist; bunların yanı sıra Syriza, Podemos, Die Linke gibi partiler; özellikle Latin Amerika’da gördüğümüz Chavez, Morales ve Correa benzeri liderler, aslında işçi sınıfı hareketini devrimci çizgiden saptıran ve kapitalizmin sınırları içinde tutmaya çalışan bir işleve sahiptirler. Bu tür teoriler ya da siyasetler, Marksizmi sulandırmakta, genç kuşakları Marksizmden uzaklaştıran bir etki yaratmakta, işçi sınıfının devrimci enerjisinin heba olmasına yol açmaktadırlar. Bunların güya sosyalizm adına ortaya koydukları anlayışlar yeni olmadığı gibi yaşanan deneyimler de burjuva düzenin sınırlarını aşabilecek nitelikte değildir.
Reformizme karşı mücadele
İşçi sınıfını devrim yolundan saptırmaya dönük reformist anlayışlar, içerik olarak hiç de yeni değildirler. Sosyalist mücadelenin tarihi, yalnızca burjuvaziye ve kapitalizme karşı değil, aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesini yolundan saptırmaya çalışan reformizme, küçük-burjuva sosyalizmine ve oportünizme karşı verilen ideolojik mücadelelerle de doludur. Günümüz reformist akımlarının, Marxların tarihsel olarak karşı çıktıkları reformist akımların güncel ve çok güdük versiyonları olduğunu söylemek mümkündür. Marx ve Engels, kendi dönemlerinde ortaya çıkan çeşitli sahte sosyalist akımlara karşı net ve sert bir mücadele yürüttüler.
Örnekse Marx’ın Prudonculuğa karşı mücadelesi verilebilir. Pierre-Joseph Proudhon, Marx’ın çağdaşı olan bir Fransız sosyalistti. Proudhon, küçük-burjuva sosyalizminin en tipik temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Onun görüşlerinin temel sorunu, kapitalizmin çelişkilerini devrimci bir yolla çözmek yerine, bu çelişkileri reformlar yoluyla hafifletmeye çalışmasıydı. Proudhon, üretim araçları üzerindeki burjuva özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılmasına karşıydı. Kapitalizmi ortadan kaldırmak yerine, “adil değişim” ve “karşılıklı kredi” gibi çözümler öneriyordu. Ekonomik sorunların, üretim ilişkilerini kökten değiştirmek yerine, para sistemini reforme ederek çözülebileceğine inanıyordu.
Marx, Proudhon’un bu anlayışını sert bir şekilde eleştirmiş, “Felsefenin Sefaleti” adlı eserinde, Proudhon’un görüşlerini ustaca çürütmüştür: “Proudhon, kapitalizmin çelişkilerini reformlarla çözmeye çalışıyor. Oysa sorun, bu çelişkilerin kökünde yatan mülkiyet ilişkilerindedir. Kapitalizmi reformlarla düzeltmek değil, kökten ortadan kaldırmak gerekir.”
Marx’ın Prudonculuğa karşı yürüttüğü mücadele, reformizme karşı devrimci bir perspektif geliştirilmesi açısından önemli bir yer tutar. Proudhon’un önerileri, kapitalist mülkiyeti ve devlet aygıtını koruyarak “daha adil” bir toplum kurmayı amaçlıyordu. Bugün de reformistlerin benzer bir yaklaşıma sahip oldukları söylenebilir.
Bir başka tarihsel örnek de Lassalle’ın görüşleridir. Ferdinand Lassalle, Almanya’da işçi hareketi üzerinde etkili olan bir başka reformist sosyalistti. Lassalle, devlet aracılığıyla sosyalizmi kurmayı hedefleyen bir anlayışa sahipti. Ancak onun sosyalizm anlayışı, devrimci bir dönüşüm yerine, burjuva devletinin içinde reformlar yapmayı amaçlıyordu. Lassalle, devletin işçi sınıfının çıkarlarını savunabileceğini söylüyordu. İşçi sınıfının mücadelesini, devletin yardımıyla “yasal reformlar” aracılığıyla yürütmek gerektiğini öne sürdü. “Ücretin Tunç Yasası”[3] kavramını geliştirerek, işçi sınıfının durumunu iyileştirmek için devlet müdahalesini gerekli gördü.
Engels, Lassalle’ın burjuva devletiyle uzlaşmacı yaklaşımını açıkça eleştirdi. Özellikle “Anti-Dühring” adlı eserinde Lasalcı anlayışı hedef aldı: “Lassalle, devletin işçi sınıfının kurtuluşu için kullanılabileceğini savunuyor. Oysa burjuva devleti, egemen sınıfın baskı aracı olmaktan başka bir şey değildir.Devleti ele geçirip reformlar yoluyla sosyalizme ulaşmayı savunanlar, devrimci yolu terk etmiş demektir.”
Üçüncü bir örnek olarak da Engels’in mücadele yürüttüğü Dühring’e ait görüşler verilebilir. Almanya’da yaşamış bir akademisyen olan Dühring, sosyalizm adına konuşan ancak Marksist olmayan bir figürdü. Sosyalist hareket içinde etkili olmaya başladığı için görüşleri Engels tarafından kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuldu. Dühring kendi sözde “sistemli sosyalizm” anlayışını, Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizm anlayışına bir alternatif olarak sunuyordu. “Şiddetin tarihi” gibi tezlerle, toplumsal eşitsizliklerin temelini “zorbalık”ta arıyor, kapitalizmin yerine geçecek toplumsal sistemi idealist bir anlayışla kurguladığı bir sistem üzerinden anlatıyordu.
Engels, ünlü Anti-Dühring adlı eserinde, Dühring’in metafizik yaklaşımlarını teşhir ederek “doğanın diyalektiğini anlamadan, toplumu anlamak mümkün değildir” vurgusunu yapacaktı. Çünkü Dühring’in “sistem”i, doğa ve topluma statik, mekanik ve mutlak kurallar yüklemeye dayanıyordu. Oysa Marksizm, diyalektiğin değişim ve çelişkiyi temel alan yapısına dayanıyordu. Ayrıca Dühring, Marx’ın artı-değer teorisini görmezden geliyor, adalet kavramına dayalı bir ekonomi anlayışı öne sürüyordu. Engels, bu anlayışı “bilimsel olmayan ahlâkçı bir yaklaşım” olarak eleştirmişti: “Kapitalizmi ahlâken kınamak yetmez; onun içsel yasalarını çözümlemek gerekir.” Devamla Dühring, gelecekteki toplumun ayrıntılı planlarını yapan ve bu toplumu “akıl yoluyla inşa edeceğini” savunan bir tür ütopik “sistem” anlayışına sahipti. Oysa Engels, “Biz sosyalizmi tasarlamayız, onu mevcut çelişkilerin çözümü olarak tarihsel olarak anlarız” diyerek Marksizmin yöntemini çok çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu.
Dühring’in bu “sistem kurucu”, soyut ahlâki temellere dayalı “projeci” mantığının izleri, bugünün reformist yaklaşımlarında da görülebilmektedir. 21. yüzyıl sosyalizmi gibi safsataların, kendine post-Marksist diyen veya “yeşil kapitalizm” olarak adlandıran anlayışların pek çoğunun temelinde “kapitalizm altında sosyal adalet” düşüncesi temel bir yer tutmaktadır.
Marx ve Engels, özellikle Komünist Manifesto’da, bu türden reformist görüşleri açıkça eleştirdiler: “Burjuva sosyalizmi, kapitalizmin yıkılmasını istemez. Aksine, kapitalizmin sorunlarını reformlarla hafifletmeyi ve böylece onun ömrünü uzatmayı hedefler.” Marx ve Engels’e göre, bu anlayışlar kapitalizmin köklü bir eleştirisini geliştiremiyorlardı. Çünkü onlar, kapitalizmin sınıfsal yapısını kavrayamıyor ve onu yalnızca reformlarla iyileştirmeyi amaçlıyorlardı. Bu tür reformist akımlar, geçmişte olduğu gibi bugün de işçi sınıfının devrimci bilincini bulandırmaya ve onu pasifize etmeye çalışmaktadır.
Elif Çağlı da, Reformizm Üzerine adlı yazısında, Marx-Engels-Lenin-Luxemburg gibi devrimci Marksistlerin geçmişte reformizme karşı verdikleri mücadelelerden hareketle, reformist akımların işçi sınıfı mücadelesi üzerindeki etkilerini ve Marksistlerin bu akımlara karşı tutumlarını derinlemesine analiz etmektedir. Çağlı, reformizm denilen siyasi anlayışın, dünyanın her yerinde ve her dönemde işçi hareketini zaafa uğrattığını, reformist sosyalistlerin burjuvaziye yaranmak uğruna işçi sınıfının devrim programının “keskin” görünen yanlarını törpülemekle meşgul olduklarını söyler. Kapitalizm altında yürütülen günlük iktisadi ve siyasi mücadele ile nihai amaç (toplumsal devrim) arasındaki bağ koparıldığı takdirde reformizme savrulmanın kaçınılmaz olduğuna dikkat çeker. Reformist liderlerin devrimci mücadeleden kaçınarak ve kapitalist düzen içinde sınırlı iyileştirmelerle yetinmeyi tercih ederek, işçi sınıfının devrimci mücadelesini de legalizm bataklığına sürüklediklerini vurgular.
Bahsi geçen yazısında Çağlı, reformistlerin cibilliyetini şöyle teşhir eder: “Reformistler, devrimci iktidar propagandasını mantıklı bulmayan ve devrimci heyecanla yanıp tutuşan insanları aşırı sol (goşist) olarak algılayan «gerçekçi» siyasetçilerdir. Oysa devrimci ruh, devrimci heyecan olmadan, Marksizm de, sosyalizm inancı da, kapitalizmden kurtulma düşüncesi de canlılığını yitirip kuruyacak ve bir hiçe dönüşecektir. Ama kapitalist toplumda herkesin kendi cinsine cibilliyetine göre seçeceği bir siyaset kulvarı vardır ve burjuva dünyasına mensup bulunan ya da burjuva ideolojisine teslim olan birinin dürüst ve içten bir devrimci olması zaten beklenemez.”[4]
Çağlı reformizmin, revizyonizm (yeniden “gözden geçirme” iddiasıyla Marksizmi devrimci özünden uzaklaştırmak) ve oportünizm (işçi sınıfının çıkarlarını değil kendi siyasal çıkarlarını öne alan fırsatçı politika izlemek) gibi siyasi tutum ve davranışlarla da yakından akraba bulunduğunu saptar. Bunlardan en tehlikelisi de “sinsi reformizm”dir: “Sinsi reformizm diye adlandırabileceğimiz bu tür bir siyasi çizgiyi izleyenler genelde devrimin gerekliliğini açıkça yadsımaktan kaçınıyorlar. Fakat siyasal mücadele anlayışlarına damgasını vuran temel öğe, devrim uğruna örgütlenmekten ve işçi sınıfını devrim için hazırlamaktan uzak duruşlarıdır.”[5]
Ancak Çağlı, işçi ve emekçi kitlelerin yaşam koşullarında iyileştirme sağlamak üzere yürütülen mücadelelerin reformizm olmadığını da önemle vurgular. Onun dediği gibi, reformizm, işçi-emekçi kitlelerin mücadelesinin egemen sınıfın dayanaklarını ortadan kaldırmayan uzlaşmacı bir çizgiye çekilmesi, kapitalist düzenle devrimci tarzda hesaplaşma mücadelesinden vazgeçilmesi ve sol siyasetin yalnızca burjuvaziden bazı reformlar koparmaya indirgenmesidir.
Devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika’dan da örnekler veren Çağlı, kitleler solcu görünen devlet adamlarının peşinden sürükleniyorlar diye devrimcilerin kitlelere ters düşmemek adına aynı kervana katılmasını da temel bir yanlış olarak eleştirmektedir. Çağlı’nın dikkat çektiği son derece önemli bir nokta da şudur: “Sendikaları küçümseyen sol sekter siyaset ve sendikal mücadeleye uyarlanan reformizm ilk bakışta birbirine taban tabana zıt eğilimler olarak görünebilir. Hâlbuki yarattıkları siyasi sonuçlar bakımından bunlar nihayetinde ortak bir noktada buluşuyorlar. Birisi doğrudan, diğeri ise meydanı boş bırakarak (yani ters yollardan olmak üzere) işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin düzenle uyumuna hizmet ediyor. Sendikaların birer düzen örgütü haline geldiği, sendikal mücadelenin düzenle bütünleştiği yolundaki tespitler tarihin bazı kesitlerinde dört dörtlük bir gerçekliği dile getiriyor olabilir. Fakat bu gerçekliği devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak üzere mücadeleye atılmayanlar, işçi sınıfının kurtuluşuna da asla hizmet edemeyeceklerdir.”[6]
Açıktır ki, burjuva devletini yıkmayı hedeflemeyen, kapitalizmi reformlarla iyileştirmeye çalışan her türden “sosyalizm” anlayışı, işçi sınıfını devrimci mücadeleden uzaklaştıracaktır. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak devrimci yoldan ve burjuva düzenin tümüyle tasfiyesiyle mümkün olabilir. Marksist önderlerin geçmişte yürüttüğü ideolojik mücadeleler, bugün de benzer sapmalara karşı bir rehber olarak değerlidir.
Daha adil bir kapitalizm mi, sosyalizm mi?
Reformizm, çeşitli kılıklara bürünerek Marksizmi sulandıran, işçi sınıfını devrimci çizgiden saptıran ve düzen içine hapseden yıkıcı bir işlev görmektedir. Burada “akademik Marksistler” özel bir rol oynamaktadır. Burjuva ideolojisiyle uyum içindeki teorik safsatalar bunlar eliyle sendikal harekete, oradan da işçi sınıfının kılcallarına kolaylıkla yayılmaktadır. Dolayısıyla reformist anlayışların ve siyasetlerin güncel örnekleri üzerinde durarak, işçi sınıfı hareketi ve genç kuşaklar üzerindeki zararlı etkilerini açmak önemlidir.
Yakın geçmişten bir örnek olarak Frankfurt Okulu[7] bugünün reformist akımlarının şekillenmesinde önemli yer tutmuştur. Frankfurt Okulu, 20. yüzyılın başlarında kurulan ve sözde “eleştirel teori” geleneğini geliştiren, ancak zamanla Marksizmin devrimci özüyle bağlarını koparan bir düşünce akımıdır. Bugün reformist akımlarla mücadele açısından Frankfurt Okulunun eleştirisi oldukça önemlidir; çünkü bu okulun geliştirdiği birçok yaklaşım, sınıf mücadelesini belirsizleştiren, burjuva düzenin kültürel eleştirisiyle yetinen ve işçi sınıfı iktidarını “totaliterlik”le eşitleyen eğilimleri temsil eder.
Frankfurt Okulunun öne sürdüğü görüşler, proletarya ve sınıf mücadelesi kavramlarını geri plana iten, kapitalizmin eleştirisinin daha çok kültür, bilinç ve bireysel düzeyde yapılması gerektiğini savunan bir anlayışa dayanmaktadır. Oysa Devrimci Marksizm açısından sınıf mücadelesi, hem tarihin anlaşılması hem mevcut toplumun çözümlenmesi hem de onun aşılması için temel önemdedir. Frankfurtçular, devrimci dönüşüm fikrine de soğukturlar. Kültürel eleştirilerle kapitalist toplumda “özgür bireyler” yetiştirmeyi yeterli görürler. Bu, devrim düşüncesinin yerini sistem içi reformlara ve kişisel bilinçlenmeye bırakması anlamına gelir.
Bu ekolün temsilcilerinden olan Adorno ve Horkheimer, SSCB deneyimiyle sosyalizmi özdeşleştirerek, devrimci pratiklere karşı mesafeli ve şüpheci bir tutum alırlar. SSCB ve benzeri despotik bürokratik diktatörlüklere dair yaptıkları yanlış değerlendirmeler, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde, devrimi ve komünizmi “otoriterlik”, “şiddet” ve “düşünce baskısı” ile ilişkilendiren burjuva ideologlara önemli ideolojik cephane sağlamıştır. Devrimci Marksizme göre kapitalist toplumda değişimin öznesi işçi sınıfıdır. Frankfurt Okulu ise bu rolü aydınlara, sanatçılara, entelektüellere verir. Böylece işçi sınıfının tarihsel rolü silikleştirilir, sınıf mücadelesi yerine kültürel aydınlanma önerilir.
Frankfurt Okulunun geliştirdiği “radikal” görünümlü fikirler, bugün birçok reformist, post-Marksist ya da kimlik politikaları savunucusu tarafından kullanılmaktadır. Özellikle akademik çevrelerde Kültürel Marksizm adı altında, sınıf temelli siyaset yerine kimlikler ve bireysel özgürlükler üzerine kurulu yeni solculukta, burjuva devleti yıkmak yerine kültürü dönüştürmeyi savunan “sol liberal” çizgide etkileri hissedilmektedir. Oysa tüm bunlar, sosyalizmi sistem içi bir reform hareketine indirgemek anlamına gelir.
Daha güncel örnekler olarak zikredebileceğimiz Antonio Negri ve Slavoj Zizek gibi isimler de “çokluk” ve “kimlik politikaları” gibi kavramlarla Marksizmi bulandırmaya, kültürel analizlere odaklanarak sınıf mücadelesini ikinci plana atmaya devam etmektedirler. Negri’nin İmparatorluk adlı çalışması, kapitalizm ulus-devlet sınırlarını aştığı için artık merkezi bir devrimci öznenin bulunmadığını iddia ederek, işçi sınıfının tarihsel rolünü bulanıklaştırmaktadır. Oysa kapitalizmin küreselleşmesi işçi sınıfının yok olması değil, tam tersine, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin uluslararası ölçekte daha da büyümesi anlamına gelir. Negri ve benzeri düşünürler, işçi sınıfını tarihin öznesi olmaktan çıkararak, mücadeleyi amorf bir “çokluk” kavramına indirgemektedirler. Bu, burjuvazi açısından son derece işlevsel bir ideolojik yaklaşımdır; çünkü Devrimci Marksizmin yerine soyut ve etkisiz bir teori yerleştirme girişimidir.
Günümüzün “popüler Marksist entelektüellerinden” kabul edilen Slavoj Zizek ise, kapitalizme karşı mücadeleyi adeta teorik bir oyun haline getiren ve devrimci perspektifi olmayan bir akademik figürdür. Zizek’in bakış açısı Marksizmi devrimci sınıf mücadelesi perspektifinden uzaklaştıran, akademik bir fantezi dünyasına hapseden ve reformist yönelimlere kayan bir teorik çerçeveye sahiptir. Zizek kültürel analizlere yoğunlaşır ve sınıf mücadelesini geri plana iter. Hatta Marksizmi bir çeşit psikanalizle birleştirmeye çalışır… Sömürüyü ve toplumsal çelişkileri psikolojik, ideolojik ve kültürel düzlemde ele alarak kapitalist üretim ilişkilerini görmezden gelir.
Zizek’in birçok yazısında “ideoloji eleştirisi” merkezî bir yer tutar. Ona göre, kapitalizmin işleyişi bilinçdışındaki ideolojik süreçler üzerinden devam etmektedir. Ancak bu yaklaşım, işçi sınıfının nesnel olarak içinde bulunduğu sömürü ilişkilerini ve onun örgütlü devrimci mücadelesinin belirleyici rolünü gölgede bırakmaktadır. Oysa Marksizm açısından kapitalizmin temel çelişkisi kültürel süreçlerde değil, toplumun sınıflı yapısında ve üretim ilişkilerinde aranmalıdır.
Zizek, devrim kavramına da romantik ve soyut bir yaklaşım sergiler. Bir yandan Lenin’e göndermeler yaparak devrimin gerekliliğini dile getirirken, diğer yandan devrimin nasıl gerçekleşeceğine dair soyut söylemlerin ötesine geçmez. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesini tartışmak yerine, “büyük bir olay” fikrini öne sürer. Ona göre devrim, neredeyse “mistik” bir an olarak, tamamen beklenmedik bir şekilde ortaya çıkar. Bu belirsizlik, devrimci mücadelede somut örgütlenmeyi ve önderliği reddeden bir pasifizme dönüşmektedir. Oysa Marksizm açısından devrim kendiliğinden ortaya çıkmaz, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ve bilinçli bir öncünün önderliği sayesinde yolu döşenir. Zizek’in bu konuda geliştirdiği muğlak söylem, işçi sınıfını bilinçlendirmek yerine onun pasif kalmasına yöneliktir.
Bir yandan kapitalizmin yıkılması gerektiğini savunurken, diğer yandan burjuva demokrasisi ve reformist sol projelere sıcak bakmaktadır. Örneğin Syriza ve Podemos gibi reformist sol partilere destek vermiştir, kapitalizmin sınırları içinde “radikal reformlar” yoluyla değişimin mümkün olabileceğini öne sürmüştür, burjuva devletinin bazı “ilerici” figürlerinin desteklenmesi gerektiğini dile getirmiştir. Zizek işçi sınıfının yerine belirsiz ve amorf kitleleri koyarak sınıf mücadelesini bulanıklaştırır. Ona göre, devrimci özneler artık yalnızca işçiler değil, çeşitli “marjinal gruplar” olabilir.
Devrimci Marksizm açısından bakıldığında, Zizek’in teorileri, işçi sınıfının devrimci bilinç kazanmasına değil, reformist, pasif ve örgütsüz bir hale gelmesine hizmet eden ideolojik bir sis perdesidir. Bu yüzden, onun “radikal” söylemlerine aldananlar ya da prim verenler, gerçekte işçi sınıfının bilinçli, örgütlü ve devrimci bir güç olarak hareket etmesini sağlayacak Marksist perspektifi reddediyor demektir.
Bu kapsamda üzerinde durulması gereken bir diğer önemli örnek de “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında bir dönem kendisinden sıkça söz ettiren reformist yaklaşımdır. Heinz Dieterich’in[8] bu sözde teorisinin temel argümanları “küresel eşitsizlikle mücadele”, “demokratik katılım”, “sürdürülebilir kalkınma”, “kültürel çeşitlilik” ve “teknolojinin toplumsal faydaya dönüştürülmesi”dir. Dieterich sözde teorisini açıklarken, artan küresel eşitsizliği temel bir sorun olarak görmekte ve bu eşitsizliği azaltmak için uluslararası işbirliğini savunmaktadır. Bir akademisyen ve sosyolog olan Dieterich’e göre sosyalizm, kapitalizmin yerine geçen yeni bir toplumsal düzen değil, devletin piyasa mekanizmalarını sosyal adalet ilkeleri doğrultusunda düzenlediği bir sistem olmalıdır. Özel mülkiyet ve kapitalist piyasa yapısı tamamen ortadan kaldırılmamalı, devletle iç içe geçmiş bir “katılımcı demokrasi” anlayışıyla yeniden düzenlenmelidir. Emeğin sermaye tarafından sömürüsünün kaldırılmasının yerine, toplumun üretimden aldığı payı “eşitlikçi değer hesaplaması” ile belirleyen bir ekonomi modeli geliştirilmelidir.
Açıktır ki, Dieterich’in “21. yüzyıl sosyalizmi” anlayışının Marksizmle de sosyalizm hedefiyle de uzaktan yakından ilgisi yoktur. Dieterich, sosyalizmi kapitalizmle uyumlu hale getirerek, burjuvazinin sınıfsal egemenliğini koruyan reformist bir model önermektedir. Bu yaklaşım, devlet eliyle kapitalizmi reforme etmeye odaklanır. Kendisini “yeni” bir sosyalizm anlayışı olarak sunsa da aslında kendinden önceki reformist, sınıf uzlaşmacı ve burjuva sol fikirlerin yaratıcı bile olmayan bir tekrarıdır. Bu anlayış, akademik çevrelerde iyice pişirildikten sonra Chavez gibi sözde devrimci liderler veya burjuva sol partiler eliyle yaygınlaştırılarak işçi sınıfının bilincini bulandırmış, devrim fikrini önemsizleştirmiştir. İşin kötüsü bazı sosyalist çevreler de buna bilerek veya bilmeyerek aracılık etmiş, çanak tutmuşlardır. “21. yüzyıl sosyalizmi” safsatası, gerçekte liberal-reformist proje olarak işlev görmüştür.
1990’ların sonunda Heinz Dieterich tarafından teorileştirilmiş olan “21. yüzyıl sosyalizmi” anlayışı, Latin Amerika’da sol hareketlerin yükselişiyle birlikte Chavez, Morales ve Correa gibi liderler tarafından benimsenmiş ve Latin Amerika’daki devrimci kabarışların heba edilmesinin teorik/ideolojik kılıfı olmuştur. Venezuela’da Chavez’in uyguladığı politikalar, kapitalist özel mülkiyeti ve burjuva devlet aygıtını koruyan, işçi sınıfını pasifleştiren bir içeriğe sahipti. Dieterich’in akıl hocalığını ve danışmanlığını yaptığı Chavez’in iktidara gelişi, emperyalizme, burjuvaziye ve kapitalist sisteme bir meydan okuma olarak sunulmuştu. Ancak Venezuela’da kapitalizm hiçbir zaman tasfiye edilmedi. Doğal olarak emperyalist güçlerle işbirliği temelinde ilişkiler kesilmedi. Burjuvazinin o ya da bu kanadının çıkarları doğrultusunda hareket edildi. Chavez ve ardılları, petrol gelirlerine dayanarak sosyal programlar uyguladı, ancak bu politikalar, işçi sınıfının gerçek iktidarını hedefleyen bir devrimci sürecin yerine, devlete bağımlı bir sözde “halkçılık” getirdi. Bu yüzden emperyalizmin ablukasıyla karşı karşıya kaldığında ve petrol fiyatları düşüşe geçtiğinde, Venezuela ekonomisi hızla çöktü ve burjuvazinin sabotajları karşısında işçi sınıfı örgütsüz ve hareketsiz bırakıldı.
Eğer Venezuela’da gerçekten sosyalist bir devrim gerçekleştirilmiş olsaydı, burjuva devlet ortadan kaldırılmış, siyasi iktidar işçi sınıfının eline geçmiş olurdu. Ancak “21. yüzyıl sosyalizmi” anlayışı, burjuva düzeninin temel yapısını koruyarak “daha adil bir kapitalizm” hayalini yaydı. Bunun sonucunda da bugün Venezuela’da işçi sınıfı ağır bir yoksullaşma içinde ve mücadele bilinci zayıflatılmış durumdadır. Bu deneyim, kapitalizmin sınırları içinde kalan hiçbir “sol” projenin işçi sınıfına kurtuluş sunamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Benzer süreçler Bolivya, Ekvador, Brezilya ve Arjantin’de de yaşanmıştır. Güya “halkçı” sol iktidarlar, burjuva devlet aygıtını koruyarak işçi sınıfını devrimci mücadeleden uzaklaştırmış, bunun sonucu da burjuvazinin aşırı sağ unsurlarının daha beter programlarla geri dönmesi olmuştur.
Oysa Marx ve Engels, daha Komünist Manifesto’da, kapitalizmi yıkmayı değil, onu daha adil kılmayı hedefleyen bu sözde sosyalizmleri şöyle eleştirmişti: “Burjuva sosyalizmi, toplumun çelişkilerini burjuvaziye zarar vermeden çözmeye çalışır. Ancak bu mümkün değildir. Kapitalizm ya vardır ya yoktur; ortası yoktur.” Unutulmamalıdır ki, kapitalizmin sınırlarını aşamayan, işçi sınıfının devrimci rolünü yok sayan her proje, eninde sonunda burjuvazinin işine yarayan bir araç haline gelecektir.
Kapitalizm ya vardır ya yoktur!
Bugün, yukarıda örneklerini verdiğimiz türden reformist akımların, kapitalizmin çürüyen yapısını ortadan kaldırma yeteneğine sahip olmadıkları her geçen gün daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Latin Amerika’da yaşanan pek çok deneyim, kapitalist düzeni reformlar yoluyla iyileştirmeye çalışan bu tür projelerin işçi sınıfını devrimci çizgiden nasıl uzaklaştırdığını göstermektedir. Kapitalizmin krizlerine reformlarla çözüm bulmaya çalışan bu akımlar, esasında düzenin sınırlarını aşmayan, burjuvaziye tehdit oluşturmayan araçlar haline gelmiştir.
Elif Çağlı’nın da vurguladığı gibi: “Bu çürümüş sistemin yama tutması mümkün değildir. İşçi sınıfı, kapitalizmin pisliğini temizlemek için devrimci sosyalist bir önderlikle, örgütlü mücadeleyi yükseltmelidir.”[9] Burada esas mesele, kapitalizmin reformlarla “daha adil” hale getirilmesi değil, onun köklü bir şekilde ortadan kaldırılmasıdır. Burjuva devletini koruyarak ya da kapitalist üretim ilişkilerini devam ettirerek sosyalist bir düzen kurmak mümkün değildir.
Geçmişte Marxların ve Leninlerin reformizme karşı yürüttükleri mücadele, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Tarihsel bir kriz içindeki kapitalizmin insanlığı sürüklediği yok oluştan kurtulmanın tek yolu, işçi sınıfının uluslararası devrimci mücadelesinden geçmektedir.
Bugün dünya çapında işçi sınıfının tepkisi ve öfkesi artmaktadır. Ancak bu tepkiler, devrimci bir önderliğin yokluğunda kapitalizmi yıkabilecek düzeye ulaşamıyor. Marksistler açısından görev, işçi sınıfı hareketi içinde devrimci bir çizgiyi güçlendirmek ve reformist akımlara karşı ideolojik-politik mücadeleyi kararlılıkla yürütmektir. Kapitalizmi yıkacak olan, ancak ve ancak işçi sınıfının örgütlü, devrimci mücadelesidir.
Marx ve Engels’in dediği gibi, kapitalizm ya vardır ya yoktur! Sosyalizm ancak kapitalizmin tamamen ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Marksistlerin görevi, bu devrimci perspektifi işçi sınıfı içinde kökleştirmek ve burjuva ideolojisinin her türlü biçimine karşı mücadele etmektir. Yani mesele, kapitalizmin daha az sömürücü, daha “adil ve insanî” bir versiyonunu üretmek değil, bu sömürü düzenini tarih sahnesinden silmektir!
[1] Elif Çağlı, Bu Pisliği Ancak Devrim Temizler, 20/2/2025, https://marksist.net/node/8449
[2] Elif Çağlı, age
[3] Ferdinand Lassalle’ın savunduğu “ücretlerin tunç yasası”, işçilerin ücretlerinin daima ve zorunlu olarak geçim düzeyinde sabit kalacağını, bu düzeyin üzerine çıkamayacağını savunan determinist bir görüştür. Bu yasa aslında David Ricardo’nun “doğal ücret” teorisinden türetilmiş, ama Lassalle bunu katı ve değişmez bir doğa yasası gibi yorumlamıştır. Lassalle’a göre “işçi ücretleri, işçilerin yaşamasını ve soylarını devam ettirmesini mümkün kılacak en düşük seviyede kalmak zorundadır. Eğer ücretler bunun üzerine çıkarsa, nüfus artar, işgücü arzı artar ve ücretler yeniden düşer. Bu bir doğa yasasıdır.” Bu yaklaşım, işçi sınıfının durumunun, devletin müdahalesiyle düzeltileceği önlemlerin alınması gerektiğini savunur.
[4] Elif Çağlı, age
[5] Elif Çağlı, age
[6] Elif Çağlı, age
[7] 1923’te Almanya’da kurulan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü çevresinde gelişmiştir. Kurucuları arasında Max Horkheimer, Theodor Adorno, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Walter Benjamin gibi isimler yer alır. Bu okul, Marx’tan esinlenmekle birlikte Freud, Weber ve Kant gibi düşünürlerden de etkilenerek Marksizmi revizyonist temelde yeniden yorumlamaya girişmiştir.
[8] Heinz Dieterich Steffan 1943 doğumlu, Almanya kökenli bir akademisyen ve sosyologdur. En çok “21. yüzyıl sosyalizmi” kavramını ortaya atan kişi olarak bilinir. Dieterich, uzun yıllar Latin Amerika'da yaşadı ve Venezuela’daki Hugo Chavez hükümetine danışmanlık yaptı.
[9] Elif Çağlı, age

link: Kerem Dağlı, Çürüyen Kapitalizm ve Reformist Safsatalar, 6 Mayıs 2025, https://en.marksist.net/node/8508
Sırrı Süreyya Önder’in Ardından