Avrupa Birliği Sığınma Ajansı (EUAA) 28 Şubatta yayımladığı “sığınma trendleri” raporunda Türkiye’nin, Suriye ve Afganistan’ın ardından AB’ye en çok iltica başvurusunda bulunan 3. ülke olduğunu duyurdu. Raporda yer alan verilere göre 2023 seçimlerinin ardından iltica başvurularında patlama yaşandı. Öyle ki 2023 yılının Ocak-Haziran ayları arasında 34 bin olan iltica başvuru sayısı, Temmuz-Aralık ayları arasında neredeyse iki katına çıkarak 67 bine yaklaştı. Toplamda 101 bine yaklaşan bu sayı, 2022’ye göre %82’lik bir artış anlamına geliyor. Öte yandan 2015 yılında yaklaşık 5 bin olan başvuru sayısının, 8 yıl içerisinde 20 katına çıktığı görülüyor.
Şüphesiz bu tablo mevcut rejimin, faşizmin eseridir. Rejimin varlığı başta gençler olmak üzere toplumun geniş bir bölümünde boğulma hissi yaratıyor. Burjuva muhalefetin çapsızlığı da eklenince tablo daha da koyulaşıyor. Seçimler öncesinde köpürtülen boş beklentiler gerçekleşmeyince hayal kırıklıkları büyüyor. Genç işsizlikte yaşanan patlama, düşük ücretler, derinleşen yoksulluk, geleceksizlik gibi nedenlerin yarattığı umutsuzluk girdabı kitleleri daha çok boğuyor. Böylece on binlerce insan bireysel kurtuluş çabalarına ve kurtuluşu yurtdışında aramaya yöneliyor. Tabloyu ağırlaştıran ana faktörlerden biri olan örgütlülüğün ve mücadele bilincinin toplumun genelinde son derece zayıf olmasını da unutmamak lazım. Rejimin her alanda yarattığı mengenelerin toplumu nefessiz bıraktığı nesnel gerçeği bir yanda dursun, baskılara karşı birlik olup mücadele etmek yerine kurtuluşun yurtdışında aranmasının asıl sebebi örgütsüzlüktür. Sonuçta karşımızda duran bir yandan rejimin yarattığı Türkiye gerçeği iken, öte yandan değiştirilmesi zorunlu bir örgütsüzlük tablosudur.
Sermayenin keyfi yerinde
Öncelikle rejimin yarattığı Türkiye gerçeğine bakalım. Rejim ekonomiden sağlığa, eğitimden kent politikalarına dek her alanı sermaye için yağma, rant ve kâr alanlarına dönüştürmüşken, işçi ve emekçileri derin bir yoksunluk ve yoksulluk sarmalıyla boğuşur hale getirmiştir. Kapitalizmin tarihsel bunalımıyla da birleşen politikalar sonucu işçi sınıfı, Cumhuriyet tarihinin en derin yoksullaşması ile karşı karşıyadır. Türkiye burjuvazisi ise faşizmin kurumsallaşmasıyla birlikte her yıl astronomik düzeyde kâr rekorları kırmıştır. Çin merkezli Hurun şirketinin geçtiğimiz günlerde yayınladığı küresel servet raporuna göre Türkiye, 25 dolar milyarderiyle dünyada ilk 20, Avrupa’da ise ilk 5’e girerek dünyada milyarder sayısının en hızlı büyüdüğü ülkelerden biri olmuştur. Dünyaca ünlü Forbes dergisinin 2024’ün milyarderler listesinde de Türkiye’den 27 milyarder yer almış, savaş sanayinin rejim eliyle yükseltilen yıldızı Selçuk Bayraktar ilk kez listeye girmiştir. Murat Ülker ise 5 milyar dolarlık kişisel servetiyle listenin zirvesinde yer almıştır.
Rejim sadece dolar milyarderleri için değil tüm sermaye kesimleri için bir sömürü cenneti yaratmıştır. Bunun en çarpıcı sonuçlarından biri gelir dağılımındaki durumdur. İsviçreli Credit Suisse ve UBS tarafından yayımlanan son verilere göre, Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim zenginliğin yüzde 39,5’ine sahipken, en zengin yüzde 5’lik kesim yüzde 59,2’sine, en zengin yüzde 10’luk kesim ise yüzde 69,8’ine sahiptir. DİSK-AR’ın hazırladığı Ocak 2024 bültenindeyse 2005 yılında 25 kat olan en zengin yüzde 5 ile en yoksul yüzde 5 arasındaki gelir farkının (P95/P5 oranı olarak tanımlanıyor) 2022 yılında 5,8 puan artarak 30,8 kat olduğu ortaya konulmaktadır. Bu veriye göre P95/P5 oranı 2005 yılından beri en yüksek düzeye yükselmiştir.
Gelir eşitsizliğinin göstergesi olarak tarif edilen Gini katsayısındaki yükseliş de dikkat çekicidir. Eşitlik için 0’a doğru seyretmesi gereken katsayı sıfırdan uzaklaşıp 1 istikametine doğru süratle yol almaktadır. Dünyanın önde gelen metropollerinden İstanbul için Gini katsayısıyla ifade edilen eşitsizlik 0,446’yı bulmuştur. Bir kez daha anlaşılıyor ki, bu kentte yaşayıp da Boğazı göremeyen on binlerin varlığı söz sanatları için yapılan bir abartı değildir. Aksine bu ağır eşitsizlik tablosunun sadece bir karesidir ve eşitsizlik her geçen gün derinleşmektedir. Türkiye’den sonra gelir eşitsizliği en fazla olan ikinci ülke Bulgaristan’da eşitsizlik katsayısı 0,384’tür. Türkiye ise 0,433 eşitsizlik katsayısı ile Avrupa ülkeleri arasında gelir adaletsizliği bakımından ilk sırada yer almaktadır. Rakamların dilinden de anlaşıldığı üzere, İstanbul’da ve aslında tüm ülkede iki ayrı sınıf birbiriyle hiçbir benzerliği olmayan bambaşka dünyalarda yaşamaktadır. Vaktiyle Londra sokaklarını inceleyen Lenin’in, Krupskaya’nın ifadesiyle zenginlikle yoksulluk arasındaki haykıran karşıtlığa kafasını sallayıp “two nations” (iki ulus) diyerek dikkat çekmesi, bugün de başta İstanbul olmak üzere tüm kapitalist metropollerdeki akıldışı çelişkilerin en yalın ifadesidir.
Bu çelişkileri milli gelirin paylaşımında da görmek mümkün. Emeğin milli gelirden aldığı pay tek adam rejimiyle birlikte sert düşüşlere uğramıştır. Buna mukabil sermayenin aldığı pay her geçen yıl artmıştır. Her ne kadar rejimin gözde dezenformasyon kurumu olan TÜİK’in en son yayımladığı dördüncü çeyrek verilerinde emeğin milli gelirden aldığı payın büyüdüğü gösterilse de temel gerçekler değişmemiştir. 2023 yılında yaklaşık 2 milyon EYT’linin emekli olmasıyla emeğin payı artmış görünerek yüzde 32,8’e çıkmıştır. Ancak bu artış emeğin milli gelirden aldığı payın düşüş eğiliminde olduğu grafikte arızi, istisnai bir artıştan ibarettir. İşçi ve emekçilerin alım güçlerinden ve yaşam standartlarından görüldüğü üzere, sermaye ve iktidar el ele verip işçi sınıfına acı reçeteleri içirmeye devam etmektedir. TÜİK’in çarpıtılmış verileri dahi bu gerçeğe işaret etmektedir. Buna göre 2021 yılının ilk çeyreğinde emeğin milli gelirden aldığı pay %35,1 iken; 2023’ün son çeyreğinde bu oran %29,7’ye düşmüştür. Yani yaklaşık 6 puanlık bir düşüş söz konusudur. Aynı dönemlerde sermayenin pay ise %45,5’ten %50,5’e yükselmiş, yani 5 puanlık bir artış yaşanmıştır. Görülüyor ki işçi sınıfının sırtından el konulan zenginlik oranca daha da artmış, yani sömürü katmerlenmiştir. Bu veri, rejimin orta ve uzun vadeli ekonomi programlarının hangi sınıf için ne ifade ettiğini net biçimde göstermektedir. Tüm bu rakamların söylediklerini toparlayacak olursak, Türkiye burjuvazisi, yandaş sermayesinden finans kapitaline, TÜSİAD’ından MÜSİAD’ına rejimin ekonomi politikaları ve sınıfın örgütsüzlüğü sonucunda servetlerine servet katmaktadır. Yani rejimin Türkiye’sinde sermayenin keyfi tıkırındadır.
İşçi sınıfı için dibin dibi yok
Öte tarafta ise küresel sistem krizinin ve ulusal ekonomik krizin tüm bedeli işçi sınıfının sırtına bindirilmektedir. Yerlisinden göçmenine, emeklisinden çalışanına tüm işçi ve emekçiler, dünyanın en ucuz işgücü cennetlerinden birinde çalışmaya ve yaşamaya mahkûm edilmektedir. Göçmen ve çocuk emeği söz konusu olunca durum çok daha vahim boyutlara ulaşmaktadır. Devletin her türlü sermaye teşvikiyle birlikte işçilik maliyetlerinin sıfıra yaklaştığı, patronların hiçbir yasa ve denetim engeline takılmadan dizginsiz sömürdüğü bu iki kategoride işgücünün ucuz değil bedavaya yakın olduğu bilinen bir gerçektir. Geri kalan milyonlarca işçiye ise açlık sınırı dolaylarında ücretler reva görülmektedir.
Nitekim Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) tarafından hazırlanan Mart 2024 dönemine ait Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırmasına göre, asgari ücretin 17 bin TL olduğu Türkiye’de sağlıklı ve dengeli beslenmenin maliyeti günlük 550 TL’yi, dört kişilik bir aile için açlık sınırı 16 bin TL’yi, yoksulluk sınırı ise 57 bin TL’yi geçti. Üstelik çeşitli araştırmalar asgari ücretle çalışanların oranının yüzde 50’lerde olduğunu gösteriyor. Bunun anlamı milyonlarca işçinin açlık sınırına dayanmış ücretlerle geçinmeye çalıştığıdır. İşçilerin bir bölümüyse yasal asgari ücrete dahi erişemiyor. DİSK-AR’ın Asgari Ücret Araştırmasına göre 2002’de asgari ücret altında ücret alanların oranı yüzde 18,5 iken 2022’de bu oran yüzde 33,8’e yükseldi. Asgari ücret ve altında çalışan işçilerin sayısı yıllar içinde katlamalı bir şekilde artarken, asgari ücretin kişi başı milli gelire oranı ise sürekli düştü. 1974’te kişi başına milli gelirin yüzde 80,6’sı düzeyinde olan asgari ücret 2023’te kişi başına milli gelirin yüzde 47,4’üne düştü. 2024’te bu oranın çok daha düşük olduğunu tahmin etmek zor değil.
Hayat pahalılığı, işsizlik, düşük ücretler, çalışma koşullarının kötüleşmesi, çocuk işçiliği, göçmen emeği sömürüsü, iş cinayetleri, sendikal baskılar, eğitim-sağlık gibi kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi, demokratik hakların tırpanlanması, basın özgürlüğü ihlalleri, doğanın talanı ve daha onlarca başlıkta Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma dair pek çok başka veri de aktarılabilir. Ancak hepsinin işaret ettiği tek bir gerçek var. Rejim sermaye ile işbirliği içerisinde Türkiye işçi sınıfını dört bir yandan kuşatmıştır ve çeşitli çap ve derinlikte saldırılarla sürekli yaylım ateşine tutmaktadır. İşçi sınıfının bu ateş hattını yararak kuşatmayı tersine çevirmesi için örgütlenmesi, sermayenin ve rejimin saldırılarına karşı birleşik mücadele cephesi örmesi hayati önemdedir.
Ne var ki tam da bu noktada karşımıza daha vahim bir tablo çıkmaktadır. Yukarıda çeşitli kesitlerini aktardığımız yıkım tablosuna neredeyse aynı büyüklükte bir örgütsüzlük tablosu eşlik etmektedir. Çalışma Bakanlığının sene başında Resmî Gazetede yayınladığı verilere göre Türkiye’de kayıtlı 16,5 milyon işçinin yalnızca 2,5 milyonu yani yüzde 15’i sendikalıdır. Ancak bu veri tek başına bir anlam içermemektedir. Çünkü 16,5 milyon işçinin 15 milyonu özel sektörde çalışmaktadır. Özel sektördeki tablo ise daha vahimdir. 15 milyon işçinin sadece 1 milyon 68 bini yani yüzde 7’si sendikalıdır. Kayıt dışı işçiler dâhil edildiğinde sendikalaşma oranlarının gerçekte çok daha düşük olduğu ortaya çıkmaktadır. Öte yandan sendikalı çalışan işçilerin ezici çoğunluğunun sendika üyelikleri kâğıt üstünde kalmaktadır. Zira Türkiye’de özel sektörde TİS (Toplu İş Sözleşmesi) kapsamına giren işçilerin oranı yüzde 4-5’ler düzeyindedir!
Peki sermaye cephesinde durum nasıl dersiniz? Forbes dergisinin 2024 milyarderler listesine göre Türkiye’nin en zengin milyarderi Murat Ülker ve temsil ettiği Ülker grubuna bakalım sadece. Ülker grubu MÜSİAD’dan Meşrubatçılar Derneğine, TİSK’ten Türkiye Makarna Sanayicileri Derneğine kadar 20’den fazla patron örgütünün üye ve yöneticisi konumundadır! İşçi sınıfıyla patronlar sınıfının örgütlülük durumunu kıyasladığımızda ortaya çıkan sonuç bellidir. Sermaye en ileri düzeyde örgütlüyken işçi sınıfı örgütsüzdür. Rejimin ve sermayenin pervasızca her türlü saldırıya girişebilmesinin nedeni budur. İşçi sınıfının yoksullaştığı, yaşamın çoraklaştığı Türkiye gerçeği karşısında emekçilerin çareyi yurtdışına gitmekte aramalarının asıl sebebi de daha önce vurguladığımız gibi örgütsüzlük gerçeğidir.
Kurtuluş yok tek başına!
Böylesi tablolar karşısında iltica başvurularının 8 yıl içerisinde 20 katına çıkması elbette şaşırtıcı olmuyor. Sadece okumuş kesim değil, akrabalık ilişkilerini kullananlar dâhil on binlerce kişi büyük beklentilerle yurtdışına gidiyor. Ancak beklentilerin gerçeğe dönüştüğünü söylemek pek mümkün gözükmüyor. Egemenlerin çizdiği coğrafi sınırları aşmak belli ölçülerde mümkün ve kolay görünse de sınıfsal gerçekler gidilen her yerde emekçilerin karşısına dikiliyor. Unutulmamalı ki, iltica başvurularına yol açan sorunların kendileri de sınırları aşmış durumdadır. Zira bu sorunların hiçbirisi bireysel değildir. Emekçileri yurtdışına gitmeye iten sorunların tümü özü itibariyle sınıf çelişkilerinden doğmaktadır. Hal böyleyken, bireysel kurtuluş çabalarıyla, sınır dışına çıkmakla hiçbir sorunun çözülemeyeceği gün gibi ortada değil midir? Hele ki kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle sarsıldığı günümüz dünyasında bu gerçekler çok daha çabuk ve dolaysız biçimlerle çıkıveriyor emekçilerin karşısına. Gidilen ülkelerde de son derece zorlu koşullar, yükselen ırkçılık, işsizlik, baskı ve saldırılar karşılıyor emekçileri. Aslında bu gerçeği kolayından görmek için gidilen ülkelerin sokaklarında yükselen sınıf mücadelelerine bakmak yeterli. Emekçilerin iltica başvurularıyla akın ettiği Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, neredeyse dünyanın her yerinde işçi ve emekçiler savaşa, faşizan saldırılara, sömürüye ve hak gasplarına karşı çetin mücadeleler veriyorlar.
Mesela iltica başvurularının en çok yapıldığı Almanya’ya bakalım. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz aylarda Almanya sokakları göçmen düşmanlığı üzerinden yükselen faşist hareketlere karşı yüz binlerce işçinin katıldığı eylemlerle dolup taşmıştı. Zira kimi verilere göre ülkede sadece 2023’te aşırı sağcı, ırkçı, Yahudi düşmanı ve İslamofobik 24 bin saldırı ve suç kayıtlara geçti. Bir yanda modern Nazi artıklarının el altında beslediği faşist saldırılar yaygınlaşırken, öte yanda mücadeleci işçi örgütleri ve sendikalarıyla işçi ve emekçiler, faşizme geçit vermeyeceklerini, göçmen işçi kardeşleriyle dayanışma içinde olacaklarını ifade ediyorlar. Yine Alman egemenleri de dâhil tüm Avrupa’da burjuvazi, canlanan sınıf hareketini grev karşıtı yasalarla, çeşitli baskı ve yasaklarla boğmaya çalışırken, işçiler sermayenin topyekûn saldırılarına karşı Almanya’dan İtalya’ya, Fransa’dan İngiltere’ye grev silahını kuşanmaya ve mücadeleyi yükseltmeye devam ediyorlar. Güçlü mücadele geleneklerine sahip ülkeler başta gelmek üzere dünyanın pek çok coğrafyasında işçiler bireysel kurtuluş çabalarının nafile olduğunu gösterircesine akın akın sınıf mücadelesinin saflarına katılıyorlar.
Gelir dağılımındaki eşitsizlikten hak gasplarının artmasına, militarizmin yükselişinden faşizmin tırmanışına dek neredeyse dünyanın her yerinde benzer manzaralar yaşanıyor. Ekonomik yıkımın bedeli çeşitli biçimlerde işçi sınıfına ödetilmeye, kitleler acı reçetelere razı edilmeye çalışılıyor. Her yerde baskılar ve bu baskılara karşı mücadeleler sürüyor. Türkiye’de durumun daha ağır olmasının en önemli sebebi elbette faşizmin iktidarda olmasıdır. Ancak unutmayalım, faşizm gökten zembille bir anda inmedi. Faşizm iktidarını, burjuva muhalefetin çapsızlığı kadar sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyindeki gerilemeye borçludur. Tekrarlamak pahasına vurgulamak gerekir ki, Türkiye işçi sınıfının en acil ve hayati sorunu mevcut örgütsüzlük tablosunun değiştirilmesidir. Ekonomik parametrelerdeki dalgalanmaların, krizin derinleşmesinin sınıfın bilinç düzeyinde kendiliğinden anlamlı bir değişim yaratmayacağı da aşikârdır. Bu değişimi yaratacak olan, işyerlerinde, sendika tabanlarında ter akıtan mücadeleci işçilerin kararlı çabalarıdır. Faşizmin puslu havalarını yırtacak umudun ve kurtuluşun yolu da bu sayede güçlenecek örgütlülük ve mücadeleden geçmektedir.
link: Can Aytekin, Rejimin Türkiye’sinde İltica Başvurularında Patlama Yaşanıyor!, 6 Mayıs 2024, https://en.marksist.net/node/8257
Akan Büyür
Halk Boğaz’a Akın Etmiş, Vatandaş Boğaz’a Gidemiyormuş!