Faşist iktidarın uyguladığı ekonomi politikaları sonucunda artan hayat pahalılığı ve derinleşen yoksulluk emekçilerin hayatını dayanılmaz hale getiriyor. Ücretlerin artan enflasyon karşısında erimesi ve genel olarak asgari ücret seviyesine inmesi nedeniyle işçi eylemleri artıp yaygınlaşıyor. Tarımdan petrokimyaya, belediyeden taşımacılığa pek çok sektörde ücret artışı talebiyle ve sendikalaşma girişimleri dolayısıyla 2023’te yaygınlaşan eylemler 2024 yılında da devam ediyor. Bu eylemler aynı zamanda yıllardır biriken sorunların bir dışavurumudur. Zira işçi sınıfı yıllardır düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, iş kazaları, mobbing, iş güvencesi eksikliği ve artan yaşam maliyetleri gibi sorunlarla boğuşuyor. 2022 yılında bir dalga halinde yayılan işçi eylemlerinde işçiler pek çok işyerinde taleplerini kabul ettirmişler ancak sendikalaşma yönünde kalıcı bir kazanım elde edememişlerdi. Son birkaç yıldır çok çeşitli sektörlerde işçilerin sendikalaşma girişimlerinde artış yaşanmaya devam ediyor. Lezita Gıda, Eker Süt Ürünleri, Patiswiss, Ekol Ofset, Aunde Teknik Tekstil, Mersen, Beyda Gıda, Durak Tekstil gibi işyerleri son birkaç aydır örgütlenen fabrikalara örnektir. Hepsinde de sermayenin ortak tutumu sendika düşmanlığı olmaktadır. İktidarın ve sermayenin saldırıları karşısında sendikalaşma girişimlerinin ne kadar başarılı olduğu bir yana sendikalaşma ve direniş sayısındaki artış dikkat çekicidir. Diğer taraftan ek zam talebiyle ve sendikal bürokrasinin işçileri pasifleştiren politikalarına karşı işçiler kamudan özel sektöre büyük işyerlerinde eylemliliklerine devam ediyorlar. Harb-İş sendikasında örgütlü işçiler eylemlilik sürecini kamu alanına taşımış oldular. Yine Çelik-İş’te örgütlü Seydişehir Eti Alüminyum işçileri ek zam talebiyle yaptıkları eylemlerle seslerini yükselttiler. Sendika değiştirme hakkını kullanan Özak Tekstil işçileri işten atılma saldırısıyla karşı karşıya kaldılar ve aylarca mücadele yürüttüler. Agrobay işçilerinin mücadelesi de sürüyor. Bunlar dışında da pek çok sektörde grev, direniş ve eylemler devam ediyor.
Sermayenin ve rejimin saldırıları karşısında sınıf mücadelesi daha da yükselme potansiyeli taşımasına rağmen işçi sınıfının çok ciddi engellerle karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Bunların başında AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana azgınlaştırdığı sınıf düşmanı politikalar gelmektedir. AKP iktidarının ilk saldırılarından biri taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması oldu. Taşeronlaştırma sendikalaşmanın önünde fiili bir engele dönüşürken diğer yandan güvencesiz, düşük ücretli ve esnek çalışmanın yaygınlaşmasının da temeli haline geldi. İş kazaları katliama dönüştü. AKP iktidarı döneminde meydana gelen iş kazaları Cumhuriyet tarihi boyunca meydana gelen iş kazalarını geride bıraktı. Tüm bunların yanında AKP iktidarı keyfi grev yasakları ile mücadelenin önüne büyük bir set çekmiş oldu. Örneğin 1980 yılında 80 bine ulaşan grevci işçi sayısı askeri faşist darbe ile sıfırlansa da, 1984 sonrasında yıllık ortalama 50 bin civarlarında seyrederken, AKP iktidarında bu sayı yıllık 4500’e kadar düşmüştür. “Yüz binlerce işçinin çalıştığı metal, petrokimya, cam, ulaştırma gibi stratejik sektörlerdeki grevler AKP döneminde, «milli güvenlik» gerekçesiyle sürekli olarak yasaklanmıştır. Bu dönem boyunca toplamda 194 bin işçinin greve çıkması engellenmiştir.”
“Bir başka deyişle işçilerin 12 Eylül’de ordu eliyle alabildiğine sınırlanan grev hakları bugün sivil faşist rejim tarafından kâğıt üstündeki haklara çevrilmiştir ve etkili bir grev yapılmasına izin verilmemektedir. Hiç kuşku yok ki, bu fiili dayatmanın iş görmesinde, sendikal bürokrasinin ihaneti belirleyicidir.”[1]
Erdoğan grev yasaklarını sermaye lehine nasıl kullandıklarını ifade etmekten çekinmezken, sendikal bürokrasi iktidarın grev yasaklarına en ufak bir karşı duruş sergilememektedir. 12 Eylül faşizminden bu yana giderek eriyen sendikal hareketin geldiği nokta budur.
1980 askeri faşist darbesinin işçi sınıfının örgütlerini dağıtması ve DİSK’in kapatılması sonucu 80 öncesi mücadele geleneği devam ettirilemedi. 90’dan sonra eskinin deneyimli işçileri emekli olarak yerlerini deneyimsiz işçilere bıraktılar. Bir mücadele geleneğinin olmadığı koşullarda sendikal bürokrasi uğursuz rolünü daha rahat oynamaya başladı. AKP iktidarı ile birlikte Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen’in iktidarın güdümüne girerek korporatist sendikalara dönüşmesi sınıf hareketini felç etmiş durumdadır. KESK ve DİSK’in istenilen mücadele çizgisinin uzağında olmaları da cabasıdır. Öte yandan Türkiye’de kentleşmenin artması, kapitalizmin gelişmesi işçi sınıfını büyütmüş ve daha modern bir işçi sınıfı profili ortaya çıkarmış olmasına rağmen, sınıf bilinci son derece geri düzeydedir. İşçilerin kendilerini sınıfsal kimlikleriyle ortaya koymaları için gereken zemin fazlasıyla olgunlaşmasına rağmen, etnik, dinsel, mezhepsel, hatta mahalli kimliklerle kendilerini ifade etmelerinde sendikal bürokrasinin rolü büyüktür.
Tüm olgunlaşan koşullara rağmen sınıfsal kimliğin gelişmesi için hiçbir çaba ortaya konmamıştır. Örneğin grev ve direnişler işçilerin sınıfsal kimliklerinin öne çıkması anlamında birer okul niteliği taşımaktadır. “Öncü işçiler genellikle bu mücadele okulunda pişer, oluşur, şekillenir. Mücadele yayıldıkça bir öncü işçi kuşağı da ortaya çıkar. Böylesi bir kuşağın varlığı, sendikaları bürokratlardan temizlemek için olmazsa olmazdır. Bugün yaşadığımız sıkıntıların temelinde yatan en önemli faktörlerden biri budur.”[2] Oysa bugün sendikal bürokrasi meydana gelen grev ve direnişlere üstün körü sahip çıkmakta, birçoğunun ise bir an önce bitmesi için gayret göstermektedir. Bürokrat sendikacılar greve, fonları eriten gereksiz bir gerginlik gözüyle bakmaktadırlar. İktidarın payandası haline gelen Türk-İş ve Hak-İş bürokratları sınıf kelimesini kullanmaktan dahi imtina ediyorlar. İşçilerin sınıfsal kimlikleri ile kendilerini ortaya koymalarını sağlayacak nesnellik gelişmesine rağmen, cemaatlerin işçileri kuşatmaları ve iktidarın inançsal kimlikler üzerinden işçileri kutuplaştırmaları bu koşullarda son derece kolay olmaktadır. Bugün Türkiye’de iktidarın uyguladığı tüm yıkıcı politikalara rağmen işçi sınıfının önemli bir bölümü halen Erdoğan ve koalisyonuna destek vermektedir. Burada yatan psikolojinin temelinde işçilerin dini kimlikleri üzerinden kendilerini iktidarla bir bütün olarak görmeleri yatmaktadır.
Tüm bunlar sınıf hareketi açısından son derece boğucu bir atmosfere işaret etmektedir. Bununla birlikte, yaşanan işçi eylemlerinin de gösterdiği gibi şartlar ne kadar zor olursa olsun her zaman bir çıkış yaratılabilir. Elbette önce mevcut zorlukları görmek ve bu zorluklara karşı uygun yol ve yöntemlerle mücadele etmek gerekiyor. Gerek iktidarın baskılarına gerekse sendikal bürokrasinin işbirlikçi rolüne karşı en etkin mücadele sınıf tabanında çalışmak ve doğru bir sendikal anlayış temelinde örgütlenmektir. Bu noktada grev ve direnişlerin birer okul görevi görmesini sağlamak da çok önemlidir. Çünkü bu süreçler işçilerin sınıf kimliklerinin ön plana çıktığı süreçlerdir. Bu sürecin başarılı olması için işçilerin sürecin bir parçası olması ve inisiyatif sahibi olmaları son derece önemlidir. Bugün işçilerin sendikalara soğuk bakmalarının en büyük sebebi sendikal bürokrasinin işçileri sürekli sürecin dışında tutarak işleri tepeden yürütmeye çalışmasıdır. TİS süreçlerinde bunu sıkça görmekteyiz. Sendikal bürokrasi TİS süreçlerinde işçilerin taleplerine kulak tıkayarak veya sözümona dikkate aldığını söyleyerek sözleşmeleri kendi usullerince yürütmekte ve sonuçlandırmaktadır. İşte işçilerin sendikaları dışsal bir varlık olarak görmelerinin altında sendikal bürokrasinin bu rolü yatmaktadır. Oysa Türkiye işçi sınıfı tarihi, taban örgütlenmesiyle nelerin başarıldığını gösteren yüzlerce grev ve direniş örneğiyle doludur. 12 Eylül faşizminin yasaklarına rağmen metal işkolunda çalışan NETAŞ işçilerinin grev yasağını parçalayabilmesi taban örgütlülüğüne dayalı mücadelenin bir sonucudur.
Taban örgütlülüğü sendikal bürokrasiyle başa çıkabilme imkânının yanında iktidarın zehirli kutuplaştırıcı politikalarıyla mücadele edebilmenin imkânını da yaratır. Cemaatler ve iktidar payandası sendikalar tarafından kuşatılan ve zehirlenen işçilerin bilincini ilerletmek imkânsız değildir. Bunun için her şeyden önce bu işçilerle temas halinde olmak gerekir. Uzaktan ajitasyon çekilerek kimsenin değiştirilmeyeceği ortadadır. Sendikalarda, işçi örgütlerinde işçilerin bir araya getirilmesi, eğitimlerin organize edilmesi, işçiler içinde dayanışmanın büyütülmesi gerekiyor. Bu mücadeleci politikanın hayata geçirilmesi, sınıf içinde taban örgütlülüğünün yaratılıp büyütülmesi için sınıf devrimcilerine büyük görevler düşüyor. İktidarın kutuplaştırıcı politikalarına karşı uyanık olunmalı ve bu politikaları boşa düşürecek bir dil ve yaklaşım ortaya konulmalıdır. Bugün faşist iktidar emekçilerin bilincini bulandırmak için dini duyguları istismar etmekte ve milliyetçiliği bir zehir gibi kullanmaktadır. Milliyetçilik burjuvazinin sınıfı bölmekte kullandığı etkin silahlardan biridir. Ancak işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yükseldiği ve sınıf bilincinin işçilere taşındığı süreçlerde bu silah işe yaramamaktadır.
Taban örgütlülüğünün güçlenmesi, bugün mücadeleye atılma noktasında sürekli bir bekleme halinde olan işçilerin gerçek kurtarıcının sınıfın fiili mücadele gücü olduğunu kavraması açısından son derece önemlidir. Bugün yaşadığımız sorunların başında işçi sınıfının kendi mücadelesine, gücüne olan inancını kaybetmesi gelmektedir. İşçi sınıfının bu sorunları yine sınıf içinde, sınıfın dinamiklerine dayanarak çözülebilir. Hiç kuşkusuz sınıfın dinamiklerini görüp değerlendirmek sınıf devrimcilerinin sabırlı ve inatçı çabalarına bağlıdır.
[1] Oktay Baran, Yaşanan İşçi Eylemlerinin Dinamikleri ve Sorunları, 28 Eylül 2023, marksist.net
[2] age
link: Hakan Sönmez, Zor Günler Örgütlü Mücadeleyle Aşılır!, 24 Mart 2024, https://en.marksist.net/node/8224
Siyonist Zulüm Makinesi ve Filistin Halkının Gerçek Dostları
Katledilen Amerika Halkları