Komünist Manifesto’da da denildiği gibi, makineleşme hem uzmanlaşmış hünerleri değersiz kılıyor hem de tüm emek farklarını yok ettiği ve ücretleri her yerde aynı düşük düzeye indirdiği ölçüde proletaryanın farklı kesimlerini eşitliyor. Yüz, hatta elli yıl önce işçilere görece ayrıcalıklı bir konum kazandıran pek çok vasıf günümüzde bu özelliğini yitirmiş durumda. Bir zamanlar küçük bir kesimin sahip olduğu hünerlerin edinilmesi için gereken süre, teknolojik ilerleme ve yaygınlaşan eğitim sayesinde alabildiğine kısalmış ve bunlar ayrıcalıklı beceriler olmaktan çıkıp çok daha geniş bir kesimin sahip olduğu vasat (ortalama) nitelikler haline gelmiş bulunuyor. Günümüzde sanayide de hizmet sektöründe de en kalifiye işler bile birkaç yıllık deneyime sahip işçiler tarafından rahatlıkla yapılabiliyor. İstisna sayılacak bazı spesifik işleri bir kenara bırakacak olursak, bir üretim alanında birkaç ay çalışan ortalama bir işçi o alandaki neredeyse her türlü işi kolaylıkla öğrenebiliyor.
Burjuvazi yüksek vasıf denen şeye çok daha sınırlı alanlarda ihtiyaç duyuyor. Üstelik son otuz yılda yüksek öğrenimin tüm dünyada giderek kitleselleşip tabana yayılması ve ortaöğrenim düzeyindeki mesleki eğitimin son derece yaygınlaşması nedeniyle, bu donanıma sahip olanların sayısı bile ihtiyacın fazlasıyla üstüne çıkmış durumda. Okuma yazma oranının %99’lara, zorunlu eğitim süresinin ortalama 10 yıla ulaştığı günümüz koşullarını, daha eski tarihleri bir tarafa bıraktık 20. yüzyılla bile kıyaslamamız olanaksız. Bununla birlikte, yaşadığımız dönemi, eğitim ve vasfın yüksek ücretli iş garantisi anlamına geldiği o günlerle kıyaslamamız da mümkün değil.
Bugün geldiğimiz noktada devasa boyutlara varan bir eğitimli genç işsizliğiyle karşı karşıyayız.[1] Eğitimli nüfus kapitalist piyasanın eğitimli işgücü talebinden çok daha hızlı arttığı için genç işsizliği oranı azalmak yerine giderek yükseliyor. Teknolojik gelişmeler sayesinde gerek mal gerekse hizmet üretiminde canlı emeğe çok daha az ihtiyaç duyar hale gelen kapitalizm, ortaya çıkan fazla işgücünü “artı nüfus” olarak kusuyor. İş bulanların önemli bir bölümü düşük vasıflı hatta vasıfsız işlerde çalışırken, eğitim aldıkları alanlarda iş bulanların ücretleri de asgari ücret düzeyinde geziniyor. Buna rağmen burjuvazi, “teknolojik devrimlerle ilerleyen bu çağı yakalamalarının tek koşulunun daha çok eğitim, daha yüksek kalifikasyon olduğunu” söyleyerek hem gençleri umutsuz düşler peşinde oyalamaya çalışıyor hem de en yüksek vasfı bile sıradanlaştırıp değersizleştiriyor.
Nitekim üniversite eğitiminin ortalamanın üstünde niteliklerle donattığı meslekler bile teknolojideki baş döndürücü ilerleme sayesinde artık işlevlerini yitirmektedir. Birden fazla master, birden fazla yabancı dil, kurslar, diplomalar, sertifikalar çöpleşmektedir. Bir zamanlar yüksek vasıf gerektiren büro işlerinin büyük çoğunluğu nicedir uzun eğitim süreçleri gerektirmeyen basit ve rutin işlere dönüşmüştür. İlaç üretiminin sanayileşmesiyle birlikte eczane eczacılığı çoktandır tezgâhtarlığa indirgenmiştir. Mühendislerin, teknikerlerin işlerinin çoğunu bilgisayarlar üstlenmiştir. İnternet üzerinden eğitim olanakları, örgün eğitimdeki yüz binlerce öğretmeni boşa çıkaracak bir gelişim seyri izlemektedir. Finans alanında banka şubelerinin de, çalışanlarının da sayısı asgariye inerken, bunların yerini ATM’ler, internet ve mobil bankacılık uygulamaları almıştır. En yüksek vasıflı meslekler içinde yer alan hekimliğin bile belirli yönleriyle eski işlevini yitirdiği bir noktadayız. Özel yetenek gerektiren fakat kapitalizmin çoktan metalaştırdığı sanatsal alanlar için de aynı şey geçerlidir. Bilgisayar programları ve yapay zekâ uygulamaları şimdiden bu alanları “istila etmeye” başlamıştır. Gidişat öyle hızlı ilerlemektedir ki, 2021 yılında Oxford Üniversitesinde yapılan bir araştırmada, ABD’deki işlerin neredeyse yarısının önümüzdeki yirmi yıl içinde otomatik hale getirilebileceği öngörülmüştür. Bunun anlamı işsizliğin çığ gibi büyümeye devam edeceğidir!
Teknolojideki devrimsel sıçramalar muazzam olanaklar yaratırken, insanlığın ayağına vurulmuş bir pranga olan kapitalizm nedeniyle bu ilerleme korkunç toplumsal yıkımlara yol açıyor. Keskinleştirdiği çelişkilerle giderek çok daha akıldışı hale gelen bu köhnemiş sistem milyarlarca emekçiyi yarattığı felâketler girdabında yok oluşa sürüklüyor. Bir tarafta küçük bir azınlığın elinde biriken devasa zenginlik, diğer tarafta milyarlarca insanı kasıp kavuran açlık, yoksulluk. Bir tarafta çalışabilir nüfusun günde üç-dört saat çalışmayla tüm dünya nüfusunun temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir üretkenlik, diğer tarafta 12 saate varan sürelerle biteviye çalışanlar ve hemen yanı başlarındaki yüz milyonlarca işsiz. Peşpeşe yaşanan sarsıcı krizler, yaygınlaşan savaşlar, göçler, doğanın korkunç yıkımı… Tüm bunlar örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerde boğucu bir çıkışsızlık hissine yol açıyor. Yüksek ücret, kariyer, rahat çalışma koşulları, müreffeh bir gelecek beklentileriyle yetiştirilen genç kuşaklar, tüm bunların hayalden ibaret olduğunu acı bir şekilde görüyor, yaşıyorlar.
Kapitalizmin ciddi tıkanıklıklar yaşadığı büyük bunalım dönemleri, her daim, büyük kırılmaların yaşandığı, çalkantılı, kaotik dönemler olmuşlardır. Bu tür dönemler işçi sınıfını da pek çok açıdan derinden etkileyip, köklü değişimlere yol açarlar. Örneğin 19. yüzyılın sonlarındaki makinistleri, kimya, metal, lastik gibi sanayi kollarında çalışan işçileri hatırlayalım; bunlar vasıflı ve sayıları az olduğu için de ayrıcalıklı işçilerdi. Aristokratik bir tutuculuk sergileyen bu işçiler, üyesi oldukları loncavari meslek sendikalarına yeni işçilerin girmesine bile muazzam bir direnç gösterirlerdi. Fakat 1929 krizinin yarattığı depremin enkaz altında bıraktığı işçilerin silkinişiyle yükselen sınıf mücadelesi, sınıfın saflarında da büyük bir değişimin yaşanmasının önünü açtı. Örneğin Amerika’da işçi sınıfının göçmen, siyah ve kadın bölüklerinin de dâhil olduğu bu görkemli mücadelenin en önemli ürünlerinden biri, AFL’nin (Amerikan İşçi Federasyonu) yüksek vasıflı, beyaz ve erkek işçileri örgütlemeye odaklı gerici ve işbirlikçi sendikal anlayışına darbe indirilmesiydi. 1934’te patlak veren büyük grevlerin hiçbiri AFL’nin sendika ağaları tarafından örgütlenmemiş, onlar tarafından yönetilmemişti. Bunu yapanların tamamı militan, komünist işçilerdi ve CIO da bu hareketin içinden doğacaktı.[2]
İlerleyen yıllarda işçi sınıfı alabildiğine genişledi, büyüdü ve vasıf pek çok alanda özel bir nitelik olmaktan çıktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında en kalifiye işçilerin çalıştığı metal sektörünün kapıları ardına kadar vasıfsız kadın işçilere açıldı. Meşhur “yapabilirsin”li kadın işçi posterlerinde ifadesini bulan bu değişim, aynı zamanda vasfın artık uzun yıllar içinde kazanılacak ayrıcalıklı bir nitelik olmaktan çıktığını da gösteriyordu. Bu yıllardan itibaren sendikalar artık işçi sınıfının tüm kesimlerinin örgütü halini alacaklardı. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “Bugün işçi sınıfının sendikal hareketi, o dönemlerde olduğu şekilde, diyelim yalnızca vasıflı işçilerin üye olabileceği ve tam anlamıyla bir meslek şovenizmini yansıtan, tamamen ayrıcalıklı işçilerin sendikaları temelinde bölünmüş değildir. Bizzat kapitalist gelişmenin kendisi, gerek vasıflı işçiyi eskiye oranla sıradanlaştırarak, gerekse genelde vasıflı işçinin ücretini ortalamaya doğru çekerek, geçmiş dönemin işçi aristokrasisini ortadan kaldırmıştır.”[3] Çağlı’nın devamında belirttiği gibi, bazı vasıflı işçilerin günümüzde de ortalama işçi ücretlerinin üzerinde bir gelir elde edebilmeleri mümkündür. Ama bizzat yaşadığımız gibi kapitalizm bu alanı da daraltmaktadır. Kapitalizmin tarihinde yaşadığı en büyük krizlerden olan 2008 ve 2020 krizlerinin dünyayı salladığı günümüzde yaşananlar bu süreci daha da hızlandırmıştır.
Eskinin tarihsel sınırlarına dayandığı ve yeniye doğru şiddetli doğum sancılarının çekildiği bu tür büyük değişim dönemlerine hemen uyarlanmak insan zihni açısından kolay değildir. Fakat maddi temellerdeki değişim eninde sonunda insanları, sınıfları, toplumları gerçeklikle yüz yüze getirir, değiştirir ve harekete geçmeye zorlar. İşte nicedir tarihsel bir sistem krizi içinde bulunduğunu tespit ettiğimiz kapitalizm tam da böyle bir dönem içindedir.
Bir zamanlar hayaller satılarak oyalanan emekçi kitleler gerçeklikle her gün daha sert bir şekilde karşı karşıya geliyorlar ve giderek ciddi bir sorgulama sürecine girmeye başlıyorlar. Bu sorgulama bireysel olmaktan çıktığında sınıf mücadelesinin alanına girilmiş oluyor. Gerçekliğin idrakıyla başlayan ve bireysel yerine sınıfsal tepkileri öne çıkaran çözüm arayışlarına yönelimle devam eden bu süreç kaçınılmaz olarak sınıf hareketinin yükselişini de beraberinde getiriyor. Kimi ülkelerde halk isyanları biçimine bürünen bu yükseliş, kitlesel grevlerin ve gösterilerin yanı sıra sendikalaşma çabalarının hız kazanmasıyla da kendini gösteriyor. Kapitalizmin eski parlak günlerine bir daha geri dönemeyeceğinin görülmeye başlanması, son yıllarda işçi sınıfının daha eğitimli ve kalifiye kesimlerini de giderek daha kitlesel ölçeklerde mücadeleye çekiyor. İşçi sınıfının parçası oldukları halde bunu kabullenmeyen, kendilerini ayrıcalıklı gören küçük-burjuva zihniyetli okumuş kesimlerin yaşları ilerlemiş unsurları bu hızlı değişimi kolayına sindiremezken, eskinin tortularını daha az taşıyan genç kuşaklar yeniye daha çabuk adapte oluyorlar. Bunu canlı mücadelenin her alanında görmek mümkün. İlk kez sendikalaşan, ilk kez greve çıkan işçi kesimleri, ayrıcalıklarını korumak için değil burjuvazinin saldırılarına direnmek için bir araya geliyorlar. Örneğin İngiltere ve Amerika’daki pratisyen hekimlerin, hemşirelerin, öğretmenlerin, akademisyenlerin ve diğer üniversite çalışanlarının mücadeleleri. Ya da Google çalışanlarının gösterdikleri gibi, sendikalaşma girişimlerinin Silikon Vadisinin teknoloji devlerine de sirayet etmesi. Veya Hollywood grevi. Bilindiği gibi geçtiğimiz yıl Amerika’da 118 gün devam ettirdikleri grevlerinde sinema sanatçılarının ve senaristlerin taleplerinden biri de yapay zekâ kullanımı karşısında iş güvencesi verilmesiydi. Sinema emekçileri, yapay zekâ konusunda ilk kez çok kapsamlı bir anlaşmayı kabul ettirerek bu taleplerinin karşılanmasını sağladılar. Sinema emekçilerinin yürüttüğü mücadelenin işçi sınıfının en “elit”, en “ayrıcalıklı” unsurlarından oluştuğu düşünülen (hatta çoğunlukla işçi olarak bile görülmeyen) kesimlerinden gelmesi anlamlıdır. En kalifiye sanayi işçilerini oluşturan otomotiv işçilerinin ABD’de gerçekleştirdikleri grevin temel taleplerinden birinin kıdeme göre zam uygulamasının kaldırılması olması da son derece önemlidir. Çünkü bu, işçi sınıfının deneyimsiz, düşük ücretli kesimlerinin korunmasına yönelik bir taleptir.
İşçi sınıfının “beyaz yakalı” olarak anılan kesimlerinin gerçekliğin farkına varıp çıkarlarının birlikte mücadele etmekten geçtiğini kavrayanlarının sayısının arttığını gösteren örnekler Türkiye’de de çoğalmaktadır. Faşist rejimin sınıf mücadelesini alabildiğine baskılamasına rağmen özellikle genç unsurların yeni örgütlenme deneyimlerine girişmesi önemlidir. Devlet okullarına atanamadıkları için dershanelerde ve özel okullarda asgari ücrete yakın ücretlerle çalışmak zorunda kalan öğretmenler son yıllarda sendikalaşma çabalarını ilerletmişler ve ciddi bir yol katetmişlerdir. Aslında bu alanda yirmi yıl önce de var olan sendikalaşma çabalarının ancak bugün binlerce üyeye ulaşan sendikaların kurulmasıyla sonuçlanması da nesnel zeminin hızla değiştiğini göstermektedir. Bu durum, geçtiğimiz günlerde Meclis önünde “taban maaş hakkı” için eylem yapan Özel Sektör Öğretmen Sendikasının açıklamasında şöyle özetlenmiştir:
“Özel öğretim kurumlarında çalışan eğitim emekçileri, asgari ücrete hatta birçok kurumda asgari ücretin de altındaki ücretlere mahkûm edilmek isteniyor. Patronların öğretmenleri mahkûm etme çabası, yalnız ücretlerle de sınırlı kalmıyor. Kendimizi asla geçindiremeyeceğimiz bu ücretlerle, kamudaki dengi çalışan meslektaşlarımızın iki üç katı derse giriyoruz. Bu da yetmez gibi ücret karşılıkları olmaksızın zorla yazılan etüt ve özel dersleri yapıyor; haftada iki, kimi zaman üç kez nöbet tutmak zorunda bırakılıyoruz. 12 aylık belirli süreli iş sözleşmeleri bizi mevsimlik işçi statüsüne sokuyor. Dahası yasal olan bu sözleşmenin de çiğnenip «sözde» 10 aylık sözleşmelerin dayatılması, bizi ülkedeki en güvencesiz emekçiler arasına sokuyor.”
Yine geçtiğimiz günlerde Ford mühendisleri[4] adına yapılan ve ardından Makine Mühendisleri Odasından[5] gelen açıklamalar, kapitalizmin en kalifiye emeği bile nasıl vasatlaştırdığını ve değersizleştirdiğini mühendisler üzerinden de ortaya koymaktadır. Odadan yapılan açıklamanın da gösterdiği gibi, bugün ücretli çalışan makine mühendislerinin yaklaşık yüzde 60’ı asgari ücret düzeyinde ücretlerle çalıştırılmaktadır. Aynı şeyin diğer mühendislik alanlarında, hukuk, işletme/iktisat gibi branşlarda ve diğerlerinde de farklı olmadığını biliyoruz. Yüz binlerce üniversite mezununun iş bulamadığı, bulanların çoğunun ise ister branş alanlarında olsun ister dışında asgari ücretle çalışmak zorunda kaldığı bu tablo karşısında tek çıkış yolunun mücadele olduğu gerçeği kendini dayatıyor.
Benzer bir değersizleşme durumu, bir zamanlar maddi ve manevi ayrıcalıklarıyla sivrilen hekimlik için de geçerlidir. Büyük bir bölümü kendisini ayrıcalıklı bir statüde görüp işçi olduğunu kabul etmese de, ücretli mühendislerin durumu aynen ücretli hekimler için de geçerlidir, yani tümü aslında işçi sınıfının parçasıdır. Genç hekimler ve pratisyen hekimler, yaşam ve çalışma koşulları nedeniyle giderek bunun daha çok bilincine varmaktadır. Bu yüzden bugün aile sağlığı merkezlerindeki hekimler de, genç hekimler de geçmiştekinden çok daha aktif biçimde mücadeleye atılmaktadırlar. “Sağlık Bakanlığının aile sağlığı merkezlerinde çalışan hekimlerin çalışma koşullarına yönelik saldırılarının yoğunlaşarak artması, bu hekimleri örgütlenmeye sevk etmiştir. Bu yüzden söz konusu alanda çok sayıda dernek ve federasyon kurulmuştur. Miting, grev, angarya nöbetlerini boykot gibi eylemlerle aile hekimleri bir süredir sağlık alanının en dinamik unsurlarıdır.”[6] Örgütlenen ve harekete geçmeye başlayanlar sadece aile hekimleri değildir. Yakın dönemlere kadar sendikalardan uzak duran hekimler bugün yeni sendikalar kurarak, eylemlere daha geniş katılım sergileyerek, aslında nesnelliğin yarattığı büyük bir değişim içinde olduklarını göstermektedirler. Meslek şovenizminin ve elitizmin gençlerde çok daha düşük yoğunlukta olması ve işçi olduğunun bilincine varanların sayısının giderek artması da bu nesnelliğin sonucudur.
Çoğu işsiz üniversite mezunlarından oluşan ve pandemi döneminde sayıları sıçramalı biçimde artan motokuryelerin mücadeleleri, sendikalaşma çabaları ve daha nice örnek, eğitimin getirdiği ayrıcalıkların nasıl tuzla buz olduğunu ortaya koyuyor. Nesnel koşullardaki değişim, yerleşik algıları kırarak, düşünce sistematiğini değiştirmeye zorlayarak, işçi sınıfının tüm kesimlerini farklı bir düzleme çekiyor. Rutinin kırıldığı, yeni arayışların hız kazandığı bu düzlem, sınıf hareketinin ve devrimci mücadelenin zeminini güçlendiriyor.
Marksizmin bilimsel temellere dayandırarak 1800’lerin ortalarında dillendirmeye başladığı öngörüleri bir bir doğrulanıyor. Burjuva ideolojisinin emekçileri bölmek için körüklediği ayrımlar, ayrıcalıklı hissetme halleri bizzat kapitalizm tarafından temelsiz hale getiriliyor. Sıkça tekrarlanan “işçiyle doktor aynı ücreti mi alacak” banal sorusunun (ya da itirazının) yanıtını sosyalizme varmadan bizzat kapitalizm, doktoru da, mühendisi de, akademisyeni de çoktan işçileştirerek ve ücretlerini asgariye doğru çekip eşitlemeye başlayarak veriyor. İşçiler arasındaki bu tür ayrımlar ortadan kalktıkça sınıfsal ayrım daha çok görünür oluyor ve asıl hedef daha net hale geliyor: Bu sömürü sistemini yıkarak, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı inşa etmek! İnsanların mahkûm oldukları için değil zevk aldıkları için çalıştıkları, sermayenin çıkarlarına endeksli bir vasıflaşmanın, uzmanlaşmanın, meslekleşmenin değil, pek çok ilgi alanının söz konusu olacağı, özgür üreticilerin bunlarla dilediği derinlikte ilgilenebilecekleri, gerçek anlamda eşit ve özgür olduğu bir dünya! Kapitalizm böyle bir dünyanın yani sosyalizmin maddi temellerini alabildiğine geliştirmiş ve artık gerçekten de tarihsel sınırlarına dayanmıştır. Bundan sonrası bilinçli ve örgütlü bir müdahaleyle onu yıkacak devrimci işçi sınıfının işidir. Bu büyük eylem ne kadar kısa sürede gerçekleşirse insanlık binlerce yıllık eşitlik, özgürlük ve bolluk düşüne o kadar çabuk kavuşacaktır.
[1] Türkiye’de 25 yaş ve üzerindeki ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora mezunlarının bu yaş aralığındaki toplam nüfusa oranı 2008 yılında %10 sınırına yaklaşırken, 2022 yılında bu oran %24’e çıkmıştır. 25-34 yaş aralığındaki yükseköğretim mezunlarının oranı %40’a ulaşırken, istihdamdaki her üç kişiden yaklaşık birini de yükseköğretim mezunları oluşturmaktadır. Fakat işsizlerin üçte birini de yine bu diplomalı kesim oluşturmaktadır (https://www.dunya.com/kose-yazisi/uc-issizden-biri-universite-diplomali/...).
[2] “… AFL içinde doğan CIO, 1935’te Sınai Örgütlenme Komitesi adıyla kurulmuştu. Çoğu 1934’teki grev dalgasında aktif olarak rol alan komünist işçi önderlerinin öncülüğünde bir örgütlenme atılımı başlatan bu komite, bir yıl sonra AFL’den ihraç edilmişti. Bu yapı, maden, lastik, çelik ve otomobil sektörü başta olmak üzere çeşitli sanayi sektörlerinde örgütlediği işçilerle 1937’de Sınai Örgütlenme Kongresi (CIO) adıyla bir sendikal federasyona dönüştü. … 1930’ların sonuna gelindiğinde CIO, 3 milyon sanayi işçisinin örgütlendiği bir sendika haline gelmişti.” (İlkay Meriç, 1929 Krizinde Amerikan İşçi Sınıfı: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme” /2, 14 Kasım 2018, marksist.net)
[3] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay.
[6] D. E., Sağlık Alanındaki İşçi Hareketine Bir Bakış, 13 Haziran 2022, marksist.net/node/7668
link: İlkay Meriç, Vasfın Değersizleşmesi ve Yükselen Mücadele Dinamikleri, 17 Şubat 2024, https://en.marksist.net/node/8194
İliç’te Sermaye-Rejim İşbirliğiyle İşçi ve Çevre Katliamı!
Ortadoğu’da Savaş ve Kaos Büyüyor