15 milyondan fazla insanın yaşadığı 11 ilde büyük bir yıkıma ve can kaybına yol açan Maraş merkezli depremlerin üzerinden tam bir yıl geçti. Resmi rakamlar 53 bin diyerek gerçeği gizlese de 100 binin üzerinde insanımızın hayatını kaybettiği, bunun iki katından daha fazla sayıda insanın yaralandığı, yüz binlerce binanın kullanılamaz hale geldiği[*] bu depremler, milyonlarca insanın yaşamını doğrudan etkileyen psikolojik, sosyolojik ve ekonomik sonuçlara yol açtı. Emekçiler için büyük kayıpları ve sıkıntıları ifade eden bu sonuçların depremin boyutları itibarıyla uzun yıllar boyunca etkili olacağı açık.
Bu etkiler sadece depremin yaşandığı illerle de sınırlı değil üstelik. Deprem sonrası oluşan koşullar nedeniyle başka şehirlere göç etmek zorunda kalan çok büyük sayılardaki depremzede nedeniyle, yoğun göç alan şehirlerde de sorunlar büyüdü. Kiraların yükselmesinden eğitim gibi çeşitli alanlardaki kapasite yetersizliklerinin neden olduğu sorunlara dek pek çok konuda emekçileri zorlayan şartlar oluştu. Bunların yanı sıra deprem harcamaları nedeniyle bütçeye eklenen devasa miktarı da hükümet, vergiler yoluyla sırtına yüklediği için zaten büyük bir yoksullaşma yaşayan emekçilerin ekonomik sıkıntısı arttı, daha da artacak. Yani hem depremi doğrudan yaşayıp yakınlarını, sınırlı birikimlerini, işlerini kaybeden emekçiler hem de kendilerinin sorumluluğu olmadığı halde depremin ortaya çıkardığı faturayı ödemek durumunda kalan emekçiler için sorunlar devam ediyor.
Türkiye sürekli deprem üreten bir coğrafyaya sahip. İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bursa, İzmir gibi büyük nüfuslar barındıran şehirler de dâhil olmak üzere 24 şehri ve pek çok kalabalık ilçesi aktif fay hatları üzerinde ve etrafında kurulu durumda. Son 122 yıllık deprem istatistiğine bakıldığında Türkiye’de ortalama her 6,5 yılda bir kez 7 ve üzerinde büyüklükte bir deprem meydana geldiği görülüyor. Büyük depremler gibi doğa olaylarını durdurmak elbette mümkün değildir. Fakat bu tür afetlerin bir felâkete dönüşmesinin önüne geçmek, bugün ulaşılan bilimsel ve teknolojik düzey göz önüne alındığında pekâlâ mümkündür. Ne var ki buna rağmen, bundan sorumlu hükümetler ve devlet kurumları tarafından ne bu durumun gereği olan önlemler alınıyor ne de deprem esnası ve sonrası için hayati önemde olan hazırlıklar yapılıyor. Aksine depremin ve benzer biçimde yıkıcı etkilere yol açan diğer doğal afetlerin sonuçlarını ağırlaştıracak politikalar ve uygulamalar büyük bir vurdumduymazlıkla hayata geçiriliyor.
Özellikle son yirmi yılda sermayeyi alabildiğine semirtmek için yağma, talan olanakları dışında gözü hiçbir şey görmeyen, bunu sekteye uğratacak çözüm önerilerini elinin tersiyle bir kenara iten burjuva iktidar bu hazırlıklarla ilgili olarak üzerine düşen görevleri hiçbir biçimde yerine getirmemiştir. Sermayesiyle siyasi iktidarıyla burjuvazi, hızlı sermaye birikimi için emekçileri ucuz işgücü, kentleri rant üretme sahası haline getirmiş ve açgözlü bir saldırganlıkla hem işçi sınıfını hem de yaşam alanlarını talan etmiştir.
6 Şubat depremlerinin ağır biçimde etkilediği kentler aslında tarımsal üretimin yapılmasına uygun alüvyonlu topraklar yakınında kurulmuş, tarım sayesinde gelişmiş yerlerdir. Bu kentlerin tarihsel merkezleri yapılaşmaya kısmen uygun az katlı yapılarla geniş olmayan alanlarda kuruludur. Kırın hızlı çözülmesi, kentlerin sanayileşmesi ve kapitalist üretim ve dolaşım ağına dâhil olma süreçlerinde bu kentler de çok sayıda emekçiyi kendisine doğru çekmiş ama kapitalistlerin işyerlerinde çalışacak işçiler haline dönüşecek bu emekçilerin sağlıklı konutlarda oturmasının maliyetini burjuvazi hiçbir biçimde üstlenmemiştir. Kentlerin çeperlerinden başlayarak tarım arazilerine doğru altyapı imkânlarından neredeyse tümüyle mahrum biçimde kurulan derme çatma evler emekçilerin yaşam alanları olmuştur. Zamanla da şehirleri rant üretmenin kaynağı olarak gören kapitalistler tarafından buralarda yani aslında tarım arazisi olan topraklar üzerinde depreme karşı dayanıklı olması mümkün olmayan yüksek katlı yapılar inşa edilmiştir. Şehirler, temel inşa kriterleri çoğunlukla gözetilmeden dikilen bu türden yüksek katlı binalarla daha fazla tarım arazisini, dolayısıyla alüvyonlu toprakları içine alarak büyümüştür. Bu kentler, kırın çözülüşünün büyük bir hıza kavuştuğu 90’lı yıllardan itibaren ama en çok da inşaata dayalı büyüme modelinin büyük bir şevkle uygulandığı son yirmi yıldır inşa edilen depreme dayanıksız çok sayıdaki yüksek katlı binayla ve berbat bir şehirleşme anlayışıyla büyük bir yıkıma adeta hazır hale getirilmiştir. Depremin şiddetini arttıran esas faktör de böylesi bir zemin yapısı üzerinde haddinden fazla büyüyen şehirlerin bu dayanıksız binalarıdır.
Burjuvazi, yığınlar halinde şehirlerde topladığı emekçileri, kalitesiz ve dayanıklı olmayan malzemelerle inşa edilmiş, zemin etütlerine uygun imarlaşmamış, sağlıklı biçimde denetlenmeyen binalara ve yetersiz bir kentsel altyapıya mahkûm ederek, başta depremler olmak üzere doğal afetlerin potansiyel kurbanları haline getirmiştir. Ne yazık ki bu potansiyel durum sıklıkla gerçekleşmektedir. Bu durumun son büyük örneği de 6 Şubat depremleridir.
Bir yıldır soruluyor, sorulmaya da devam edilecek. Namuslu bilim insanları yıllar öncesinden başlayarak sürekli uyarmasına, önlem alınması çağrısını defalarca tekrarlamasına rağmen neden hiçbir önlem alınmadı? Maraş merkezli depremlerde bu denli büyük bir yıkım neden gerçekleşti? Neden günlerce doğru düzgün arama kurtarma çalışmaları yapılamadı? Enkaz altında kalan binlerce can, neden yıkılan binaların etrafında onları kurtarmak için ellerinden hiçbir şey gelmeyen yakınlarının çaresiz çırpınışları, yakarışları arasında göz göre göre son nefeslerini verdiler? Depremden etkilenenlerin acil ihtiyaçları dahi neden yeterli düzeyde karşılanamadı? Neden pek çoğu aylarca berbat koşullar altında yaşamak zorunda kaldı, kalmaya devam ediyor?
Doğru yanıtlara ulaşabilmek için yaşanan her durumu sınıfsal perspektiften bakarak değerlendirmek gerekir. Kapitalistler bunu her zaman yaparlar. İşçilerin ise olan biteni sınıf gözüyle görmemesi için büyük çaba gösterirler. Nitekim burjuvazi de, burjuva iktidar da ortaya çıkan korkunç tabloda hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi davrandı. Sorunların üstesinden de toplumun ortak çabasıyla gelineceğini söyledi. Erdoğan rejimi, bu sorulara yanıt vermediği gibi yaşananı “asrın felâketi” olarak tanımlayarak, böyle büyük bir felâket karşısında zaten kimsenin yapabileceği bir şey olamaz deyip, işi Allaha havale etti. Böylece sorumluluğunun üzerini örtmeye, görünmez kılmaya çalıştı. Ülkedeki tüm imar ve inşaat planlarının oluşturulmasında, onaylanmasında, uygulanmasında sorumluluğu olan siyasetçilerin, yani cumhurbaşkanının, bakanların, belediye başkanlarının ve onların doğrudan uzantısı olan kamudaki yöneticilerin hiçbiri hesap vermeye yanaşmadı. Kapitalistler bu yağma ve talan düzeninden yararlanmamış, oluşturulan düzen sayesinde vurgunu onlar yapmamışlar gibi sorumluluklarına dair tek kelime etmediler. Oysa bu kapitalistler, siyasetçiler ve onlara bağlı bürokratlar depreme karşı ciddi hiçbir önlem alınmamasının gerçek sorumlularıdırlar.
Rejim güçleri “asrın felâketi” savunusuyla emekçilerin algısını yönetmeye giriştiler ve bunu tam bir pervasızlıkla yürüttüler. Yalan makinelerini tam kapasite çalıştırıp dünyada gerçekleşmiş en büyük depremlerin bunlar olduğunu dahi iddia ettiler. Dünyanın çeşitli ülkelerinde benzer büyüklükteki depremlerde gerçekleşen yıkımların çok çok daha az olabileceğinin onlarca örneği varken insanların gözlerinin içine baka baka bu ve benzeri yalanları utanmadan, çekinmeden söylediler. Depremin yıkımından tüm “Türkiye” olarak etkilenildiğini, hep birlikte bu zorluğun altından kalkılacağını anlatıp durdular. Oysa enkazın altında kalan emekçiler kaderleri ile baş başa bırakılırken, fabrikaların, büyük işyerlerinin bir an önce çalışmaya başlaması için burjuvalara hem destek yağdı, eldeki imkânlar onlar için seferber edildi hem de depremin yarattığı yıkımı fırsata çevirme olanaklarının kapısı ardına kadar onlara açıldı.
Kapitalistler için deprem fırsat demek
Kapitalizm yapısı gereği hem kendisi felâketlere yol açar hem de doğal afetlerin bile felâketlere dönüşmesinin koşullarını hazırlar. Etraflarındaki her şeye sermayelerinin büyümesine hizmet edip etmeyeceğine göre değer biçen kapitalistler de ortaya çıkan felâketleri kendileri için fırsata, kâra dönüştürmeye hızla girişirler. Erdoğan da, özellikle kendisine yakın sermaye grupları için bölgeyi ekonomik rant alanına dönüştürmekte hiç zaman kaybetmedi. Bugün depremin yaşandığı bölgeye bakıldığında kepçelerin, dozerlerin plansız, denetimsiz bir biçimde cirit attığı dev bir şantiye sahası görülüyor.
Deprem bölgesinin mümkün olduğunca hızlı biçimde yeniden inşa edilmesi yoluyla bu sermaye gruplarına yeni imkânlar oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun için de tarım alanı mahiyetindeki topraklar, orman ve otlaklar, zeytinlikler deprem bahanesiyle imara açılıyor, depremzedelerin mülkleri gasp ediliyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, deprem bölgesinde neredeyse sınırsız denebilecek yetkilerle donatılmış, diğer tüm resmi kurum ve kuruluşların yanı sıra meslek örgütlerinin, yerel yönetimlerin söz hakkı ve yetkileri de devreden çıkarılmış, bakanlığa çok geniş kapsamlı acele kamulaştırma yetkileri tanınmıştır. Böylelikle, yıllardır kentsel dönüşüm olarak ifade ettikleri ama aslında “rantsal dönüşüm”le büyük gelirler sağlamaktan başka bir anlama gelmeyen politika daha geniş ölçekte uygulamaya sokulmuştur.
Geniş ölçekli inşa faaliyetleri sayesinde burjuvazi için oluşan yeni vurgun ve talan imkânlarıyla birlikte açılan başka fırsat kapıları da vardır. Türkiye burjuvazisi bir süredir, kapitalizmin küresel üretim ve tedarik zincirinde son yıllarda yaşanmaya başlayan değişimleri kendisi için fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Gerek patron örgütleri gerekse de rejimin lideri Erdoğan bu yöndeki çabaları sıklıkla dile getiriyorlar. Coğrafi konum avantajını son yıllarda otoyollar, havaalanları gibi büyük çaplı altyapı projeleriyle besleyen Türkiye’yi, planlı bir biçimde iyice düşürülen işçi ücretleri sayesinde dünyanın yeni üretim ve tedarik üslerinden biri haline getirmeye çalışıyorlar. Bu noktada 6 Şubat depremleri de burjuvazinin bu yönde adımlar atması için fırsata dönüştürülmek isteniyor. İktidar, depremin hemen ardından ilan edilen OHAL ile birlikte ardı ardına çıkarılan cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle bölgeyi üretim ve tedarik merkezi olarak istediği gibi şekillendiriyor, düzenliyor.
Gaziantep, Kahramanmaraş gibi sanayinin epeyce yol aldığı kentler ve bunların çevresinde oluşan lojistik merkezler sermayenin bu konudaki umutlarını arttıran etkenler. Bunların yanı sıra çok sayıdaki organize sanayi bölgesinde en kötü koşullarda örgütsüz olarak çalışan yerli ve göçmen işçiler, ayrıca depremden sonra küçük işletmelerdeki işlerini kaybettikleri veya tarımdaki üretimden koptukları için bunlara eklenecek yeni işçilerle ucuz emek gücünün sağlayacağı avantajlar da burjuvazinin heveslerini kabartıyor.
Bütün bunlar, burjuvazinin ve onun en has çıkarlarının gözeticisi ve uygulayıcısı olan rejimin esas derdinin, enkaz altında kalan, yaşamı bir anda kararan, geleceği daha da belirsizleşen emekçiler değil kendi çıkarları ve sermayenin bekası olduğunu, düzenin sahiplerinin emekçileri zerre umursamadığını gösteriyor. Kapitalizmde felâketleri yaratıp emekçileri korkunç yıkımlara maruz bırakan da, bu felâketlerden beslenip daha da semirmeyi beceren de yine burjuvalar oluyor yani.
Örgütlü mücadele hayat kurtarır
Tüm bu tabloya, yaşananların kahredici ağırlığına rağmen emekçiler bu felâketin sorumlularından ne hesap sorabildi ne de bundan sonra yaşanacak olası felâketlere karşı önlemler alınmasını, gerçekten işe yarayacak hazırlıklara girişilmesini sağlayabildi. Rejim bildiğini okudu ve depremin yol açtığı büyük yıkımı fırsata dönüştürmeyi becerdi. 6 Şubat depremleri aslında özel bir dönemde, rejimin çeşitli boyutlarda sarsıntılar yaşadığı bir süreçte meydana gelmişti. Felâketin boyutları ortaya çıktığında hem depremi yaşayan hem de yaşananlardan kahrolan milyonlarca emekçinin yürekleri, zihinleri tepkiyle dolmuştu. Ne var ki tepkiler ne denli büyük olurlarsa olsunlar, toplumsal talepler haline getirilip örgütlenmediği, kuvvetli eylemlerle hedefine yöneltilmediği sürece iktidarlara zarar vermezler. Bu durum 6 Şubat depremlerinin ardından yaşanan süreçte de apaçık görüldü. İlk anda yükselen öfkenin kendi başına rejimi de enkaz altında bırakacağını zannedenler hayal kırıklığına uğradılar. Ne yazık ki egemenleri alt etmenin, hak ettiklerini onlara yaşatmanın böyle kendiliğinden gerçekleşen bir yolu yok.
Elbette bu süreçte olup bitenlerin kepazeliği her şeye rağmen emekçilerin hafızasında yer etti. Şimdilerde tantanası pek azalsa da deprem öncesinde rejim sözcüleri “Büyük Türkiye” söylemi üzerinden şişiniyor, caka satıyorlardı. Enkaz altında günlerce kurtarılmayı bekleyenler, enkazdan çıkabilip hiç olmazsa bir çadıra sığınmak isteyenler soğukta, yağmurda çaresizce eli boş beklerlerken Kızılay’ın çadırları sattığını, çadırı bırak günlerce tuvalet sorununu bile çözemeyecek bir acizlikle malul olduğunu gördüler “Büyük Türkiye”de. Yıkılmayan, çökmeyen şeyinse jandarma, polis baskısı, devlet bürokrasisinin zorbalığı, emekçilerin sorunlarına kayıtsızlığı olduğunu gördüler. Emekçiler enkaz altında kaldı, toplu bir kıyıma uğradı. Ancak “Büyük Türkiye” lafazanlığının hükmü de pek kalmadı zihinlerde. Birileri için hayat “normale” döndü ve her şey “eskisi gibi” oldu belki. Ama yaşananlar da öyle ya da böyle emekçilerin belleğinde derin izler bıraktı.
Belleklerde birikenler önemli şüphesiz. Ancak bu birikimlerin işe yaraması için örgütlenmek ve harekete geçmek gerekiyor. Büyük depremler bu toprakların gerçeği ve Maraş depremlerinde yaşananlardan gördüğümüz gibi egemen sınıf bu türden doğal afetleri daha büyük felâketlere dönüştüren politikalardan vazgeçmiyor, vazgeçemiyor. Rant şehveti gözünü bürüdüğünde emekçilerin yaşamlarının zerre önemi olmuyor burjuvazi için. Emekçilere reva görülen yaşam alanları, şehirlerin mevcut hali, hiçbir hazırlığın yapılmaması yaklaşan felâketlerde nelerin yaşanabileceğini şimdiden anlatmıyor mu bize?
İşçi sınıfı bu gerçekleri görüp ona göre hareket etmelidir. Bilim insanları ve meslek örgütlerinin tıpkı Maraş depremleri öncesinde olduğu gibi canhıraş uyarılar yaptıkları İstanbul/Marmara, Bingöl, İzmir depremleri için burjuvazi gerekli hazırlıkları yapmamaktadır. Burjuvalar kendileri için bir tehlike görmedikleri için kayıtsız olabilirler ancak milyonlarca emekçinin hiçbir güvencesi olmadığı için kayıtsızlık gibi bir lüksü de yoktur. Örgütlenmek her konuda olduğu gibi depreme karşı hazırlıkta da hayati önemdedir. Özellikle sendikalı işçilerin sendikalarına basınç bindirerek “depreme hazırlık komiteleri”nin oluşturulmasını sağlamaları ve bu komitelerin kendini işyerleri ile sınırlamadan işçi ailelerini de kapsayacak biçimde çalışmalar yapması çok önemli bir başlangıç noktası olabilir. Bu komiteler deprem sonrasında da işçi sınıfının dayanışmasının örgütlenmesinde çok hayati bir rol oynayabilirler. Burjuvazinin böylesi felâketlerde ne yaptığını Maraş depremleri bize bir kez daha göstermedi mi? Öyleyse işçi sınıfının öncüleri bunu gözetecek biçimde hazırlığa bir an önce girişmelidir.
Emekçiler, Maraş depremlerinin en başta gelen sorumlusu olan rejimi yarattığı enkazın altında bırakmak, hesap sormak için ayağa kalkmalıdır. Bu tür felâketlerin bir daha yaşanmaması için, asıl yapılması gereken sorunun kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Emekçiler sermaye düzenini tarihin çöp sepetine göndermedikçe benzer acıları defalarca yaşamaktan kaçınamayacaktır. Unutmayalım, emekçiler yıkmazsa, kapitalizm yıkmaya devam edecek!
[*] Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının açıklamalarına göre Hatay’da 13 bin 883, Kahramanmaraş’ta 7 bin 295, Adıyaman’da 5 bin 826, Malatya’da 4 bin 197, Gaziantep’te ise 3 bin 805 olmak üzere bölgede 36 bin 932 bina deprem anında yıkılmıştır. Toplam 872 bin bağımsız bölümden oluşan 311 bin bina ise aldıkları hasarlar nedeniyle kullanılamaz hale gelmiştir.
link: Selim Fuat, Birinci Yıldönümünde 6 Şubat: Deprem Değil Kapitalizm Öldürdü! , 6 Şubat 2024, https://en.marksist.net/node/8185
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /6
Okurlarımızdan: Yeni 6 Şubatlar Yaşanmasın Diye Mücadeleye!