İnsanın kendini tanıma ve anlamlandırma arayışı binlerce yıl gerilere uzanacak denli eskidir ve bu arayış bazı soruları da beraberinde getirmiştir: “Ben neyim? Kimim? Bu hayatı neden ve nasıl yaşıyorum?...” Felsefede de köklü bir yeri olan bu sorular bugün çeşitli biçimlerde yeniden soruluyor. Çünkü dünya büyük bir üretkenlik potansiyeline sahip gelişmişlik düzeyindeyken, tarihsel miadını doldurmuş kapitalizm altında toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı her anlamda yoksunluğun içine itilmiş durumda. Bir tarafta muazzam bir servet birikirken diğer tarafta sefalet hızla artıyor. Böylesi çelişkilerle dolu bir sistemde yaşayan insan doğal olarak yaşadığı toplumu ve kendini anlamlandırma ihtiyacı hissediyor. Öyle ya yanlış giden bir şeyler var…
Kapitalizmin bugün geldiği hal insan öğütücü dev bir değirmen taşına benziyor. Bir yandan ekonomik krizin getirdiği büyük çaresizlikler, geçim sıkıntısı, işsizlik, güvencesizlik, diğer yandan emperyalist savaşların yarattığı korkunç acılar, kaos ve belirsizlikler… Şiddet sarmalının büyüyerek genişlediği dünyamızda bir de büyük kayıplar yaratan afetler, iklim krizi, göç krizi gibi can alıcı sorunlar her geçen gün daha da katmerleniyor. Artık krizler yumağına dönüşmüş bu sistemde sorunların şiddeti bölgesel farklılıklar gösterse de dünyanın her yerinde tek tek insanları boğuyor, tüketiyor. Kapitalizm değirmeninde un ufak edilen insan karakteri her anlamda bir acizliğin pençesinde kıvranıyor.
Bugün ortada hayatını çalışarak dahi sürdürmekte zorlanan bir işçi sınıfı var. İster fabrikalarda olsun ister plazalarda, her işçi yoğun çalışmanın, rekabetin, mobbingin, düşük ücretlerin getirdiği yükün altında eziliyor. Yıllar yılı “okuyup büyük adam olacaksın” diye sırtı sıvazlanan gençler diplomalı işsizlik ile öğrenimini gördüğü alandan farklı bir işte asgari ücretle çalışmak arasında sıkışıp kalıyor. Pek çoğu ailelerinin verdiği harçlıkla idare ederken kimileri de geçici olduğuna kendini ikna ederek asgari ücretle herhangi bir işte çalışmaya başlıyor. Büyük pembe hayallerle yetiştirilen bu insanlar hem kendilerini gerçekleştiremediklerini hissediyor, içten içe eziklik duygusuna kapılıyor, hem de her halükârda bir işçi olduğunu kabullenemiyor, kendinin diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyor. Nesnel olarak hangi işte çalışırsa çalışsın işçi olan bu kişiler küçük-burjuva zihniyetle hareket ediyor, yaşadığı koşulları kendisiyle aynı kaderi yaşayan iş arkadaşlarıyla birlikte aşmak yerine kendisini ezen müdürün vb. yerine geçmeyi hayal ediyor. Kısacası bu iç çatışma hali zamanla insanı yıpratıyor, zihinsel ve ruhsal hastalıklar yaratıyor. Bu sırada boş durmayan burjuva ideologlar özellikle “beyaz yakalı” işçilerin kendilerini diğer işçilerden farklı görmeleri, “okumuş” oldukları için isterlerse sınıf atlayabilecekleri yalanına inanmaları için her türlü yöntemi devreye sokuyor.
Kapitalizm dünyanın her bir zerresine sirayet ederek kendi mezarını kazacak potansiyele sahip işçi sınıfını çoğalttı. Bunun bilincinde olan burjuvazi işçi sınıfını iliklerine kadar bölüp parçalayacak zemini döşemeyi elden hiç bırakmadı. Divide et impera! Yani, “böl ve yönet!” stratejisi egemen sınıfta hiç eskimeyen bir yöntem olarak yerini korurken, kitlelerin bilincini bulandırmak için keşfedilmiş ideoloji üretimi de devam etti. Özellikle 1980 dönemeciyle birlikte ve SSCB’nin yıkılışının ardından toplumcu düşünce tu kaka ilan edilerek bireyi yüceltme furyası yaşandı. Çünkü birlik ve dayanışma gibi değerleri yitiren, kişisel çıkarlar ya da bireysel kurtuluş sevdasına tutulan bir insan kapitalizm için bir tehdit unsuru olmaktan çıkar, egemen fikirlerin yarattığı sözde mutlu yaşam algısına hapsolarak tüketir ömrünü. İşte tam da bu gayeye istinaden sistemin boğucu atmosferiyle başa çıkmaya çalışan birey kendisine bir kılavuz arayışına girdiğinde karşısına “kişisel gelişim” diye bir mefhum çıkıverdi.
“Kişisel gelişim” söylemi
Kişisel gelişim kavramının piyasaya girişi ilk olarak kitaplarla oldu. Bu kitaplarda farklı biçim ve tekniklerle kitlelere anlatılmaya çalışılan şey ise yaşanan tüm sorunların kaynağının “sen” olduğu. Kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin pek de öneminin olmadığını, kişinin isterse en alt basamaklardan en üst basamaklara çıkabileceğini ifade eden bu kitaplar başarının anahtarı olarak milyonlara pazarlandı. Yayınlandıkları tarihten itibaren onlarca dile çevrilerek dünyanın her yerine servis edilen bu türden kitaplar çok satanlar listesinin üst sıralarına çıktılar. Günümüzde ise sosyal medya mecrasında terapistler, yaşam koçları, influencerlar burjuva ideologların kişisel gelişim söylemini içeren kitapları destekleyen video yayınları yapıyorlar. Kişisel gelişim kitapları satış rekorları kırarken haliyle yayınlanan videolar da tıklanma rekorları kırıyor.
Gerek kitaplarda gerekse videolarda vurgulanan temel şeylerden biri kariyer, para, mutluluk, sağlık vb. kişinin bireysel çabası sayesinde kazanılabilir ya da kişi safi kendi başarısızlıkları nedeniyle bu değerlerden mahrum kalabilir. Çürümüş ve insanlığa kötülükten başka hiçbir şey vadetmeyen bir sistem altında bireylere “sorunların kaynağı da çözümü de sensin” algısı yerleştirilir. “Senin beceriksizliğin, senin cahilliğin, senin utangaçlığın, senin ataletin” diye uzayan liste sanki kapitalizmden azade bir “sen” ya da “ben” varmış gibi hayattaki yoksunlukların sebebini bireyin sırtına yükler. Sonra “bu yüklerden kurtulmak istiyorsan yeni bir sen yaratman gerekir” diyerek yine aslında mümkün olmayan çözüm için bireyin şahsi gelişimini dayanak gösterir. Hal böyle olunca da kişi kendine kişisel gelişim kitaplarını kılavuz edinir ve kısa zamanda, hap bilgilerle istediği hayata kavuşabileceğini zanneder.
“Benim diğerlerinden neyim eksik? En iyisini ben hak ediyorum. Zirveye tırmanabilirim. Zengin olabilirim” gibi cümleler bireyselliğin, bencilliğin ve rekabetin körüklendiği bir atmosferde yalnız kalmış beyinlerin içinde dolanır durur. Özellikle gençlere örnek ve hedef gösterilen dünyanın en zenginleri, Mark Zuckerberg, Elon Musk, Jeff Bezos gibi milyarderlerin bulunduğu konum ulaşılması gereken bir zirvedir. Onlar da sözde sıfırdan başlamış, akıllarını kullanarak köşeyi dönmüşlerdir! Dolayısıyla “zirvede herkese yer var, ama siz ulaşmayı bilmiyorsunuz” diyerek sınıf atlama umudunu perçinleyen bir işlev görürler. Üstelik zirveye ulaşmak öyle çok uzun vadeli ya da zor bir şey değildir kişisel gelişim anlatısına göre; 3 adımda, 3 altın kuralla ya da 3 ayda gibi başlıklarla tez vakitte çok da emek sarf etmeden istediğiniz kişi olabilirsiniz mesela. Yani bilgi birikimi, derinlemesine düşünme, analiz etme, deneyleme gibi nitelikli faaliyetlerin üzerinden atlayarak bir çırpıda yapılacak pratik faaliyetler öne çıkarılır. Gerçek değişimlerin emek gerektirdiği, uygun koşulların oluşmasıyla ve sabırla gerçekleşeceği gibi bir tarihsel gerçeklik yok sayılır. Tıpkı sistemin doğasının yok sayılması gibi…
Kişisel gelişim kitaplarının insanları nasıl bir söylemle çektiğini anlamak açısından çok satanlar listesindeki kitaplardan birine bakalım: Yazarı Timothy Ferriss olan “4 Saatlik Hafta” kitabının alt başlığı “Az Çalış, Çok Kazan, İyi Yaşa”. Herhalde okuyanların çoğu bu slogan için olumsuz bir düşünceye kapılmaz, tersine “keşke” diye geçirir içinden. Kitabın palmiye ağaçları arasında hamakta uzanan bir insanı tasvir ettiği kapak sayfasını geçip tanıtımına gelince daha da merak uyandıran bir metin çıkıyor karşımıza: “Eski tarz emeklilik kavramını ve ertelenmiş yaşam planlarını unutun. Beklemeye hiç gerek yok, beklememek içinse her türlü sebep çok. Hayaliniz, yaşam mücadelesinden kaçmak, dünya seyahatine çıkmak, sıfır yönetim ile yüksek bir gelire sahip olmak ya da sadece daha çok yaşayıp daha az çalışmak ise bu kitap tam size göre. Bu kitabı okuyanlar, haftada yalnızca 4 saat çalışarak zenginliğe ulaşabilir, geri kalan zamanını istedikleri gibi geçirebilirler.”[1]
“Mutluluk Bir Alışkanlıktır”, “İçindeki Devi Uyandır”, “59 Saniye: Azıcık Düşünün Çok Şeyi Değiştirin”, “Olumlu Düşünmenin Gücü” gibi başlıklar çok satan kişisel gelişim kitaplarından bazıları sadece. Bu kitaplar içerisinde “başarıya giden yolu” gösteren çeşitli formüller, ipuçları, örnekler bulunur. Mesela sadece “en zenginlerin ve güçlülerin bildiği birtakım sırlar”dan söz edilir ve okuyucuya yapması gereken ritüeller, meditasyonlar vb. “ödevler” verilir. Denilenleri yapıp bu “ödevleri” yerine getiren kişinin hayatında bir değişiklik olmaması yazarı hiç ilgilendirmemektedir. Çünkü belirtildiği gibi başarısız olmuşsa sorumlusu zaten kendisidir. Burada önemli olan sistemin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu algılatmak ve kişiyi toplumsal sorunlardan soyutlayarak, hareket edecekse bireysel hareket etmesini sağlamaktır.
“Farkındalık” mı, görmezden gelme mi?
Elbette kişisel gelişim anlatısı sadece kariyer odaklı değil. Daha geniş bir kitleye hitap etmek ve etki alanını arttırmak açısından aile hayatından arkadaşlık ilişkilerine, dış görünüşten iletişim tekniklerine, sağlıktan spiritüel gelişime kadar geniş bir kapsama sahip. Öte yandan sistem ideologları kişisel gelişim endüstrisinin zirveye tırmanmaya artık ikna edemediği kişilere yeni kavramlarla ulaşmayı deniyorlar. Parlak ambalajlarla pazarladıkları kişisel gelişim safsataları kuşkusuz işçi sınıfının çoğunluğuna bir şey ifade etmediği gibi, ilgisini de çekmiyor. Bunlar daha çok orta sınıf ve “beyaz yakalı” işçilere çekici geliyor ve yeni yeni terimler, akımlar popüler hale geliyor. Mesela son dönemlerde daha da popüler olan “mindfulness” ya da “wellness” gibi kavramlar bunlardan bazıları.
“Mindfulness” kavramı sözlükte farkındalık olarak tanımlanırken, “wellness “ise Dünya Sağlık Örgütü tarafından “sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunmak değil, bir bütün olarak kişinin bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyi olma hali” olarak tanımlanıyor. Her iki kavram da özünde bedeni ve ruhu arındırarak içinde yaşanılan dünyanın tüm kötücül durumlarından azade olabilirliği pazarlama aracı olarak kullanılıyor. “Mindfulness”ın asıl öğretisi ise memnun olmayışların, kabullenmeyişlerin esas kaynağının zihinlerin içi olduğudur. Yapılması gereken gözleri kapatarak dinginleşmek, derin bir nefes almak ve yargısız bir şekilde maddenin özüne odaklanmaktır! Nasıl ama! Hem maliyetsiz bir aktivite hem de bireyin sorunların asıl kaynağını görüp buna karşı toplumsal bir itirazın parçası olmasının da önüne geçecek olan mükemmel bir illüzyon! Üstelik cep telefonuyla birlikte neredeyse herkesin hayatına giren sosyal medya vesilesiyle bu safsatalar işten arta kalan boş zamanı çalmak ve zihinleri çöp yapmak için son derece işlevli.
Kendini bulma ya da öze dönüş diye ifade edilen bu akıma göre kişi dış etkenlerden sıyrılıp kendi benliğinin derinliklerini keşfedebilirse sorunlarından arınabilir. Kişisel gelişim endüstrisinin bu mindfulness meditasyon vb. tekniklerini pazarlarken kullandığı çarpıcı metafora göre, dünya yüzünde gerçekleşen irili ufaklı fırtınalar vardır. Bu fırtınaların şiddeti büyük de olsa küçük de, gökyüzü bu fırtınaların hiçbirinden etkilenmez, çünkü gökyüzü erdemlidir ve çok geniş bir bakış açısına sahiptir. İşte mindfulness’la böyle geniş bir içsel rahatlamaya kavuşabilir, dışarıda kasırgalar kopsa da siz zihinsel özgürlüğünüzün tadını çıkarabilirsiniz… Yani bu teoriye göre borç batağında olmanız, ev sahibinin ay sonunda sizi evden çıkaracak olması, işsiz kalmanız ya da yarın bir savaşın ortasında olma ihtimaliniz ve bunlardan doğan mutsuzluğunuz, stresiniz, tasanız vb. hep sizin sorumluluğunuzda. İçe dönerek, benliğinizi bularak ve evrene tüm odaklanmanızla bir mesaj göndererek tüm bu sorunların üstesinden gelebilirsiniz! Wellness akımına göre ise, güne derin nefesler alarak, avokadolu detoks suları içerek, meditasyon yaparak başlarsanız hayatı daha kolaylaştırabilirsiniz. Hatta hayat aslında zor değil, onu zorlaştıran kişilerin düşünme ve yaşama biçimi! Fiziksel ve mental sağlığa önem vermeye başladığınız an bir bakmışsınız mükemmel bir hayata sahipsiniz vb.
Sormak lazım, milyonların açlıkla kıvrandığı bu sistemde değil insanlık, gökyüzü bile özgür kalamazken, kapitalistlerin kâr hırsı yüzünden atmosfer zehirlenirken, hâlâ açlıktan ve temiz suya erişemediği için insanlar ölürken, market rafları ağzına kadar kanserojen gıdalarla doluyken, tüm hastalıkları kapitalizmin bizzat kendisi üretirken, zihin dinleyerek, minimal yaşayarak veya sağlıklı beslenerek sorunların aşılacağını öğütleyen burjuva ideologların yaptığı şey şarlatanlık değil de nedir?
Tüm zenginlik ve ihtişam dünyanın gözü önünde yaşanırken, yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşayan milyonlara kanıksatılmak istenen şey; her zamanki gibi aza kanaat et, şikâyet etme, şükret, yaşanan acılara gözünü kapat ve tüm bu yaşananların değişmez olduğunu kabullenerek yaşa. Toplumda kader inancıyla gerçekleşen kabulleniş ve iç rahatlatma, şimdi modern bir forma sokularak kitlelerin önüne sunuluyor. Maddi olarak hiçbir zaman zenginleşemeyeceğinin farkında olanlara mevcut durumuyla “barışması” için metotlar öneriliyor, kişinin yoksulluğunu bir espri malzemesi haline getirerek meşrulaştırması, pasif bir konumda apolitik bir zeminde kalması teşvik ediliyor. Diğer taraftan da sınıfsal konumunu kabul etse de burjuva “fenomenlere” özenen, kendisiyle, özellikle dış görünüşüyle meşgul hale getirilen bir kitle yaratılıyor. Geçinemeyen ama buna rağmen yüzünün her bir köşesini gerdirirse mutlu olacağına inanarak kredi borçlarına yüklenen işçilerin sayısı giderek artıyor. Ne yazık ki kapitalist sistemin bir taraftan azla yetinmeyi, diğer taraftan tüketmeyi salık verdiği çelişkili doğası insanın da doğasını bozuyor, hastalıklı bir ruh haline bürünmüş, yalnızlaşmış bireyler yaratıyor. Kör gözlere parmak sokarcasına büyüyen bu çelişkiler, tek tek bireylerin fark edemediği, fark etse bile bireysel kurtuluş hayallerinin ötesinde bir şeyler yapacak adımları atamadığı bir sorunlar yumağı oluşturuyor. Dolayısıyla bu çelişkileri görmek ve göstermek büyük önem taşıyor.
“İşçi sınıfının yaşam pınarı toplumsallıktır”
Çalışmak, üretmek, bilgi ve becerilerini geliştirebilmek çabası insanın doğasından kaynaklanır. Dolayısıyla derdimiz insanların birey olarak gelişiminin karşısında olmak değildir. Aksine tarih boyunca insan durduğu noktadan ileriye gitmek için her zaman bir uğraş içinde olmuştur, olmaya da devam edecektir. İnsanlığın uzun yürüyüşünde toplumun ilerlemesine hizmet eden fikirleri, keşifleri, icatları ortaya çıkaranlar, bireysel olarak da gelişen insanlardır aynı zamanda. Fakat bu insanlar düşünsel zenginliklerini kıt olanaklarla yaptıkları araştırmalar, bıkmadan usanmadan yaptıkları deneyler ve toplumun kendilerinden önceki ortak birikiminden yararlanarak kazanmışlardı Ve her şeyden de önemlisi insanlığa katkıda bulunmak amacıyla dönemin egemen anlayışına da göğüs germiş, hatta kimileri ölümü göze almıştı. Daha yakın tarihlerde kendilerini insanlığın kurtuluşuna adayan Marx ve Engels’i düşünelim. Onlar ömürlerini adadıkları davada yol alırken, birey olarak da müthiş donanımlı ve zengin birer hazine gibiydiler. Üstelik dönemin koşullarında sistemin değer ve ölçüleri açısından pekâlâ zirveye ulaşabilecek nesnel olanaklara ve becerilere sahipken, böylesi bir konumu da serveti de ellerinin tersiyle itmeyi seçtiler. Tüm bunları yaparken bugünün bencil anlayışlarından, kendini gösterme, böbürlenme gibi tutumlarından da uzaktılar. Zira Marx, toplumun insanın ikinci doğası olduğunu, doğayla organik bir bağ kuran insanın topluma da aynı şekilde bağlı olduğunu ortaya koyuyordu. Ve insanın birey olarak kendisini gerçekleştirebilmesi ve gelişebilmesinin ancak toplumsal bir değişim ve gelişimle mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Oysa bugün burjuvazinin parlattığı kişisel gelişim anlayışı, toplumu yok sayan bireyin kendi amaçları doğrultusunda diğerlerinin de üzerine basarak sözümona başarı elde edebileceğini vaaz etmektedir. Toplumun sınıf atlama hayalleriyle kuşatılmış unsurlarının aptallaştırıldığı bir endüstridir. Tıpkı endüstriyel futbol, bilgisayar oyunları, sosyal medya vb. gibi kitleleri manipüle etmenin güçlü araçlarından biridir ve sermaye için kâr kapısıdır.
Burjuvazinin tüm ideolojik propagandasına rağmen bugün işçi sınıfının genç kuşakları arasında bu keşmekeşte yaşamak istemediklerini ifade edenlerin ve başka bir yaşamın mümkün olup olmadığını sorgulayanların oranı yükseliyor. Örneğin ofis çalışanı olduğunu belirten genç bir kadın işçi sosyal medyada paylaştığı bir videoda uzun çalışma saatlerinden bıktığını söyleyerek isyan ediyor. Sabah 7:00’da evden çıkıp akşam en erken 20:30’da eve geldiğini, yönetim kurulu gelirse eve gelişinin 22:00’ı bulduğunu anlatıyor. “Bu insanlık değil, bu yaşamak da değil… Bu modern kölelik. Gerçekten iğrenç bir düzen... Ben bu düzene karşıyım ve bu düzenden nefret ediyorum!” diyerek tepkisini dile getiriyor. Bu ifadeler aslında çoğunluğun hissettiği fakat henüz dışarı yansıtamadığı gerçekliği göstermesi açısından çarpıcıdır.
Elif Çağlı, Zamanın Ruhu başlıklı yazısında şöyle diyordu: “…toplumun işçi ve emekçi kesimlerinin genç kuşakları arasında kapitalizm altında daha iyi bir gelecek olmayacağına dair duyguların gelişmesi çok önemli bir belirtidir. Unutulmasın ki büyük toplumsal devrimlerin mayalanma dönemlerine, mevcut düzenden umudu kesme temelinde gelişen bir toplumsal huzursuzluk hali damgasını basar. Nitekim dünyanın dört bir köşesinde art arda patlak veren toplumsal protestolar, işçi eylemleri, sokak gösterileri ve kitlesel ayaklanmalar bu durumun göstergesidir.”[2]Son dönemde dünya meydanlarında emperyalist savaş karşıtı yürüyüşler, hükümetlerin hak gasplarına karşı yapılan protestolar, işçi grevleri artarak devam ediyor. Bu eylemlerde işçi sınıfının genç kuşakları daha fazla yer alarak, sisteme karşı öfkelerini haykırıyorlar. Fakat toplumda bu eylemlerin daha da ötesinde bir mayalanma söz konusudur ve işçi sınıfının potansiyeli er ya da geç açığa çıkacaktır.
Öyleyse kendi paçanı kurtarmanın olanaksızlığını görmek ve her şeyden önce insanlaşma mücadelesinin bir gereği olarak toplumsal mücadelenin bir neferi olabilmek, bu neferleri bugünden çoğaltabilmek büyük önem taşıyor. Çağlı’nın ifade ettiği gibi: “Burjuva varoluşa bireysellik damgasını basarken, işçi sınıfının yaşam pınarı toplumsallıktır. İşçi sınıfı kapitalizmin çöküş çağında insanlığı çürüten zamanın ruhuna karşı, insan toplumunu adil ve eşitlikçi bir dünyaya yükseltecek olan yegâne devrimci potansiyele sahiptir. Kapitalizmin zalim ruhunu altedecek olan da, proletaryanın devrimci örgütlülük ve mücadelesi sayesinde var edeceği paylaşımcı ve dayanışmacı yeni bir toplumsal ruh hali olacaktır.”[3]
link: Başak Güler, Kişisel Gelişim Endüstrisinin Safsataları, 5 Kasım 2023, https://en.marksist.net/node/8108
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /3
Emperyalist Savaş Büyüyor, Ekim Devrimi Çıkış Yolunu Gösteriyor