Maraş merkezli iki büyük depremin üzerinden yedi ay geçerken, bölgede yaşamaya çalışanlar açısından sorunlar çözülmüş değil ve giderek kalıcı bir hal alıyor. Seçim öncesi gerçekleşen bu büyük depremler siyasi iktidarın hiç beklemediği bir olaydı ve ardından alınan tutumlar, yapılan saldırgan açıklamalar, yoğun bir şekilde gerçekleştirilen manipülasyon bombardımanı rejimin nasıl sıkıştığını gösteriyordu. 6 Şubatta gerçekleşen depremlerin ilk üç gününde kılını kıpırdatamayan siyasi iktidar, bir süre sonra seçim sürecini göz önüne alarak göstermelik attığı adımları sanki büyük bir iş başarıyormuş gibi sunmasıyla, televizyon ekranlarından büyük şovlar eşliğinde yardım kampanyalarının gösterilmesi gibi taktiklerle depremin yaralarını sarmaya çalıştığı algısı yaratmaya çabaladı. Gelinen noktada apaçık görülüyor ki depremin yaraları sarılmak bir yana bölgedeki insanlar yaralarına tuz basılırcasına zor koşullarda yaşamaya mahkûm ediliyor.
“Ayînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” sözü siyasi iktidarın dünden bugüne sermaye için yaptıkları ve yapacakları hakkında çok şey anlatır. AKP iktidara geldiği andan itibaren sermayenin, özellikle de kendi etrafındaki sermaye kesimlerinin (inşaat, enerji, madencilik, silah sanayii …) palazlanmasına hizmet etti. Sonradan görme burjuvalar kâra doymaz bir iştahla her fırsatı değerlendirdi, neredeyse rant alanı olarak görülmeyen bir karış toprak kalmadı ülkede. Deprem, sel, yangın gibi felâkete dönüşen, insanları acılara boğan olayların ardından bile ellerini ovuşturan bu sermaye grupları rant pastasından pay kapmak için her seferinde yarışa girdiler. Sözde bu felâketlerden doğan yaraları saracak olan Erdoğan rejimi, yaraları sarmak bir yana, yeni yaraların yolunu döşeyen projeleri teşvik etmekten de geri durmadı.
6 Şubat depremleriyle büyük bir yıkım yaşamış olan 11 il üzerinden konuşulacak olursa; rejimin talimatı doğrultusunda canhıraş bir şekilde binalar yıkılmaya, ağır hasarlılar az hasarlı, az hasarlılar ya da hasarsızlar ağır hasarlı gösterilerek yeni projeler hayata geçirilmeye başlandı. Depremden etkilenen bütün illerde, yani zeminin yorgun olduğu bölgelerde depremden sadece altı ay sonra çok katlı (20 üzeri) otel projelerinde, kaymakamlık kararıyla “ÇED raporuna gerek yoktur” yazılarıyla şantiyeler kurulmaya başlandı bile. Yeni yıkımlar, yeni ölümler için çalışmalar hız kesmeden devam ediyor! Zemin etüdünün uygun olup olmadığına bakılmıyor, kepçelerle dozerlerle girişerek plansız, denetimsiz dev bir şantiye sahası yaratılıyor. Gözü dönmüş sermayenin hırsı vakit kaybetmeden yeni Maraşların davetiyesini basıyor! Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının depremden bu yana 350 projeye onay verdiği biliniyor. Ormanlık alanları, bölge halkının geçim kaynağı olan tarım arazilerini, zeytinlikleri, meraları tehdit eden maden ve enerji şirketlerine kapılar sonuna kadar açılmış durumda. Bu kapsamda toplamda 112 maden projesine ÇED onayı verilirken, bölge halkının ihtiyaçları sermayenin ve iktidarın zerre umurunda değil. Kısacası devasa rant projeleriyle ihya edilen, doğa ve tarih talanlarıyla semirdikçe semiren sermaye doymuyor. Deprem bölgesindeki insanlar en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken, sermayenin değmeyin keyfine!
Üstelik deprem iktidarın ekonomik krizin yükünü emekçilere yıkabilmek üzere ortaya attığı gerekçelerden biri haline getirildi. Sanki “deprem vergisi” diye on milyarlarca lira emekçilerin cebinden alınmamış gibi, ekonomik yıkımın faturasını emekçilere kesmek için hazırlanan torba yasaya “Milli Dayanışma Paketi” adı verilerek vergi artışlarının ve zamların nedeni deprem bölgesini ayağa kaldırmak olarak gösterildi. Asgari ücretin ve emekli maaşlarının düşük olmasının nedenini depreme bağlayan Erdoğan bir konuşmasında şöyle diyordu: “Ek bütçede önceliğimizi, zorunlu olarak deprem bölgesinin hızla ayağa kaldırılmasını sağlayacak projelere verdik. Yaptığımız vergi artışlarından elde edeceğimiz geliri, şu aşamada başka yerlere aktarmayı vicdani olarak kabul edemeyiz.”
İktidarın “güvenli yarın” inşası
Alman şair ve oyun yazarı Bertolt Brecht’in “Me-Ti Tarihte Diyalektik” adlı kitabında, “Birini öldürmenin çeşitli yolları vardır; karnına bir bıçak saplarsınız, ekmeğini çalarsınız, hastalığını sağaltmazsınız, berbat bir evde yaşatırsınız, ölümüne çalıştırırsınız, intihara sürüklersiniz, savaşa yollarsınız vb. memleketimizde bunların çok azı yasaktır” der. Bundan on yıllar önce Almanya için sarf edilen bu sözler, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu anlatıyor adeta. Aslında kapitalist sistemin özünü anlatan bu durum otoriter rejimlerin politikalarıyla da birleşince emekçi kitleler için her geçen gün ölüme olan mesafe biraz daha azalıyor.
Ekonomik krizle birlikte derinleşen yoksulluğun üzerine bir de deprem gibi bir faktör binince emekçiler için yaşam çekilmez bir hal alıyor. Hâlbuki tek tek insanlarımızın ölümünden öte kelimenin gerçek anlamıyla bir katliama dönüşen depremin neden bu kadar insanın canına mal olduğu uzun yıllardır konuşuluyor. Özellikle 24 yıl önce gerçekleşen Gölcük (Marmara) depreminin ardından depremler ve buna karşı hazırlıklı olma meselesi sıkça tartışıldı, raporlar hazırlandı, her depremde ciddi bir şekilde gündeme sokuldu. Hatta bugünün iktidarı olan Erdoğan, o dönemin hükümetini eleştiriyor, gerekli önlemleri almamakla suçluyordu. Peki, 20 yılı aşkın bir zamandır iktidar koltuğunda olan AKP bunca yıl neden gerekli adımları atmadı?
Türkiye gibi bir ülkede nüfusun %90’dan fazlasının deprem bölgelerinde ve hatta %40’tan fazlasının aktif fay hatlarının bulunduğu bölgelerde yaşadığı bir sır değil. Böylesi bir durumda, yaşanan onca acı deneyime rağmen hiçbir önlem alınmaması, hatta tersine boş görülen her yere binalar dikilmesi nasıl bir zihniyetin insafına kaldığımızı gösteriyor. TMMOB’a göre son 20 yılda 2,7 milyar metrekare alan için inşaat izni verilerek 2 milyon 144 bin 656 yeni yapı ruhsatı düzenlendi; 13 milyon 348 bin 492 konut üretildi. Bunlardan kaçının doğru zemin etütleri, uygun mimarlık ve mühendislik proje süreçleri, en nihayetinde de gerekli denetimlere tâbi tutulduğu ise belli değil.
Hatırlanacak olursa 1999 depremi ve 2011 Van depreminin ardından, imar affına uğrayan kaçak yapıların yıkılması sonucu çok sayıda can kaybı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu su götürmez bir gerçekken AKP eliyle 2018 yılında ve yine büyük bir marifet gibi sunularak “imar barışı” adı altında kaçak yapılara onay verildi. Peki şimdi? 1999 depreminin neredeyse üç katı bir yıkımın yaşandığı söylenen Maraş depremlerinin ardından ne yapılıyor? İktidar cenahına sorulursa elbette her şey güllük gülistanlık. AFAD’ın açıklamasına bakarsak ilk günden beri gece gündüz çalışan devlet tüm imkânlarını güçlü binalar ve güvenli yarınlar inşa etmek için kullanıyor! Mesela Amik Ovasına yapılan Hatay havalimanı örneğine bakalım. Bu havalimanı yapılmadan önce uzmanlar önemli uyarılarda bulunmuş, zeminin uygun olmadığını söylemişlerdi. Deprem bu uyarıların ne kadar yerinde olduğunu kanıtlamış, havalimanı zeminde oluşan çatlaklar nedeniyle kullanılamaz duruma gelmişti. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı ise yaptığı son açıklamada yeni havalimanının yine Amik Ovasına yapılacağının “müjdesini” verdi. Gerekçe olarak da “maalesef başka bir yer yok” dedi. Hatay’da, Adana’da gerçekleşecek olası bir depremde yaşanacak manzaranın sorumlusu şimdiden belli. Tek bir örnekle rejimin nasıl “güvenli bir yarın” inşa ettiği ortada! Dolayısıyla depremin ardından helallik isteyen Erdoğan’a o zaman verilen cevap da güncelliğini koruyor: Unutmak yok, affetmek yok, helalleşmek yok!
Sorunlar acil çözüm bekliyor
Deprem bölgelerindeki insanlar aşırı sıcaktan kaynaklı ciddi sağlık sorunları yaşıyorlar. Hâlâ su sorunu çözülmüş değil, örneğin Hatay’da su kuyruklarının uzayıp gittiği görülüyor. Sağlık ve barınma sorunları çözülmek bir yana katlanarak büyüyor. İçinde yaşamaya çalışılan çadırlar ne yazın kavurucu sıcağına ne de önümüzdeki kış şartlarına uygun. Fakat buna rağmen depremzedeler için sağlıklı bir şekilde barınabilecekleri imkânlar yaratılmıyor. İktidarın depremzede emekçileri taşımak istediği konteynır kentler onları yaşadıkları mahalleden, komşularından, dayanışmadan kopartmak pahasına şehrin dışına konuşlandırılmış durumda. Buralarda yaşayan insanların ulaşımını sağlayacakları bir toplu taşıma olanağı yok, zaten ailelerini, evlerini kaybetmiş insanlar bir de işlerini kaybetme korkusu içinde yaşıyorlar. Konteynır evlere zorla sürülmeye çalışılan insanlar bir arada yaşamanın verdiği dayanışmadan, komşularından kopmak istemiyorlar. Fakat insaniyet duyguları olmayan, vicdanı taşlaşmış, her şeye para olarak bakan egemenler çadır kentlerde dayanışma ile ayakta kalan insanlara buraların boşaltılması için mühlet veriyor, elektrik, su gibi temel ihtiyaçlarını kesmekle tehdit ediyorlar.
Yeterli sağlık hizmeti olmaması ve yıkımların minimum maliyetle gelişigüzel yapılması nedeniyle, molozlardan, asbestten kaynaklı ciddi solunum yolu enfeksiyonları, astım gibi vakalar artıyor. Hijyen koşullarının hâlâ sağlanamamış olması özellikle kadınlarda sistit gibi enfeksiyon hastalıklarını çok yaygın hale getirmiş durumda. Bunların ötesinde psikolojik sorunların boyutları da her geçen gün ağırlaşıyor.
Tüm bu yaşananlar, ders çıkarmayı değil, felâketlerden nemalanmayı motto haline getiren bir siyasal rejimin ürünüdür. Depremler, seller, orman yangınları gösterdi ki her defasında rejim kendi çıkarına nasıl geliyorsa öyle hareket etmiştir. Bu tamamen sınıfsal bir yaklaşımdır ve milyonların canını hiçe sayan, dünyayı yok oluşa sürüklemek pahasına kârlarından, sermayelerini büyütmekten vazgeçmeyen kapitalistlerin ortak zihniyetini yansıtır ve değişmez. Çünkü eğer bir ceset torbası üreticisiyseniz satışlarınızın artması için çok sayıda insanın ölmesi gerekir. İşte bu sistem tam da bu anlayışla sermayeyi beslemeye devam ediyor.
Sözün özü Marmara depreminin olası sonuçlarının çok vahim tablolar yaratabileceğine dikkat çekildiği bugünlerde işçi sınıfının mücadelesinin ne kadar acil olduğu bir kez daha hatırlanmalıdır. Halihazırda var olan sorunların, hem deprem bölgesinde yaşayan emekçilerin sorunlarının hem de genel olarak işçilerin içinde bulunduğu derin yoksullaşma sorununun güçlü bir mücadele hattı örülmeden aşılamayacağı gerçeği her geçen gün daha da netleşiyor. Dolayısıyla kaybedecek vakit yok, iktidarın ve sermayenin saldırıları karşısında güçlü birlikler oluşturmak için mücadeleye asılmak yaşamsal önem taşıyor.
link: Başak Güler, Depremin Yedi Ayı ve İktidarın Fırsatçılığı, 7 Eylül 2023, https://en.marksist.net/node/8057
Rejimin Biat Aracı Olarak “Sosyal Yardım” Mekanizması
Kapitalizm Dünyayı Cehenneme Çeviriyor