Dehşetli Asur ordularının düzenli aralıklarla sefere çıktığı Urartu Ülkesinin Kralı, “ben” diye yazdırmıştı taştan tablete, “Büyük Kral Lutipri’nin oğlu, kudretli kral, dünyanın kralı, Nairi ülkelerinin kralı, eşi olmayan kral, savaştan korkmayan dehşet verici çoban, kendine boyun eğmeyenleri mahveden kral Sarduri’nin yazıtı; ben Lutipri’nin oğlu, krallar kralı, bütün krallardan vergi kabul eden Sarduri’yim. Ben bu taş blokları Alniunu şehrinden getirdim; ben bu suru inşa ettim”. Bu yazıt, haşmetliden bizlere naçizane işçilerin yaptıkları kazılar sonucu ulaştı.
Gördüğümüz gibi burada dünyayı kendisinden ibaret sanan ve insanları, savaşlarla, talanlarla yöneten krallardan bir kralın ruh dünyası var. İstedim ki “tek adamlardan” biriyle başlayayım meramıma. Fakat takılı kalmayalım zamana, mekâna. Gelin atlayalım zamanlardan zamana. Geçelim kör kuyulardan, rengârenk alkımlardan. Görelim Dehakları, Nemrutları, Sultan Süleymanları, Sezarları, Deli Petroları. Anlayalım Spartaküsleri, Bedrettinleri, Rosaları, Suphileri ve nicelerini. Dinleyelim çakmak taşlarının yankılarını, ok vınlamalarını, kılıç şakırtılarını, atın toprağı döven toynağını, motorların piston sesini... Koklayalım küfünü kadırgaların, aşalım denizleri, aşalım zamanı, dönelim gelelim bugüne.
Tarihin tozlu sayfaları insanlığın türlü maceralarıyla doludur. Dalgalara benzeyen bu maceraların insanlığı getirdiği yeri gerçekten görebiliyor muyuz? Kral Sarduri’nin kendisini kralı olarak ilan ettiği ve dünya bildiği bölge bizim bugün bildiklerimizin ne kadarı edebilir ki! Devede kulak bile etmez. Onun ve haraca bağladığı diğer kralların insanlardan gasp ettiği zenginlik bugünün dünyasının işçilerinden çalınanların kaçta kaçı eder? Sanırım milyonda biri bile etmez. Bugün dünyanın yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklerini biliyoruz. Geçmişteki kralların hayal bile edemeyeceği zenginlikleri biz üretiyoruz. Küçücük tarlalardan tonlarca ürün alabiliyoruz. Devasa gökdelenler dikiyoruz. Her türlü hastalığa milyonlarca ilaç üretebiliyoruz. Çok kısa sürede kilometrelerce uzaklara gidebiliyoruz. Bunları görmemek mümkün mü? İnsanlık bugün devasa bir zenginliğin kıyısında. Gel gör ki çok acayip bir çelişkinin de orta yerindeyiz. Bütün bu zenginliğimize, insanlığın gelişkinliğine rağmen resmi rakamlara göre 50 binden fazla insanımızı beklenen bir depremde yitirdik. Teknolojisiyle övündüğümüz telefonlarımız çalışmadı, uçaklarımız inemedi, yollarımızı kullanıp canlarımızı çıkaramadık. Emekçiler kolilere doldurduğu birkaç öğünlük rızkıyla dayanışmaya koştu. Kıyıda köşede bulunan üç beş kuruşunu bağışladı. Ne oldu binlerce yılın birikimine? Ürettiğimiz zenginliklere ne oldu? Neden “bizim” zenginliğimiz bize yaramadı?
Elbette bu tür sorulara türlü türlü cevaplar verilebilir. Muhakkak her cevap, hakikatin az ya da çok izlerini taşır. Kimisi liyakat der ve sorumluların yetersiz olduğunu düşünür. Kimisi afet alanının çok geniş olduğunu söyler. Kimisi hava koşullarını suçlar. Kimisi depremin büyüklüğünü, kimisi müteahhitleri suçlamakla yetinir. Doğrusunu isterseniz şunun dedikleri doğru, şunun dedikleri yanlış demenin ötesinde, bir başka konuya dikkat çekmek istiyorum.
Soruya gelelim, neden “bizim” zenginliğimiz bize yar olamadı? Gerçekçi olalım. İnsanlığın biriktirdiği onca bilgi, teknoloji, kolaylık, ferahlık, hız, güvenlik, sağlık yani tüm bu zenginlikler hiçbir zaman bizim olmadı ki. Evet, ne varsa zenginliğe dair hepsini işçi ve emekçiler yaratıyor. Ama tüm bu zenginlikleri çeşitli kurumlarıyla patronlar sınıfı, yani bir avuç asalak gasp ediyor. İşte o yüzden insanlığın geldiği muazzam zenginlik ile ölümlerimizin sefaleti kocaman bir çelişki olarak karşımızda duruyor. Oysa ellerimiz ne zenginlikler yaratıyor. Kararımızı vermeliyiz. Yoksulluğu kabul etmemeliyiz. Bizim olana sahip çıkmalıyız. Bir araya gelip tüm muktedirlerden yönetme hakkımızı almalıyız. Üretenler yönetmeli demeliyiz. Sermayenin kâr hırsına değil, insanlığın ortak çıkarlarına hizmet eden bir toplumu kurabiliriz. Bizim ne kendini tanrıların gölgesi sanan Kral Sardurilere, ne kendini kral sanan reislere, ne de asalak patronlara ihtiyacımız yok. Ozanımız Ruhi Su’nun dediği gibi;
Dostlarım, Kardeşlerim, Canlarım
Kaldırın Başlarınızı
Suçlular Gibi Yüzümüz Yerde
Özümüz Darda Durup Dururuz
Kaldırın Başlarınızı Yukarı
Bize Göz Verildi, Gözleyin Diye
Dil Verildi, Söyleyin Diye
Kulak Verildi, Dinleyin Diye
El, Gövdede Kaşınan Yeri Bilir
Dert Bizde, Derman Ellerimizdedir.
Ararsan Bulursun
Verirsen, Alırsın
İnanmazsan, Gelir Görürsün
link: İstanbul’dan MT okuru bir öğretmen, Sarduri’den Reis’e, Dünden Bugüne, 6 Nisan 2023, https://en.marksist.net/node/7950
Molla Rejiminin İsyana Karşı Çıkışsız Saldırıları
Türkiye Tarihsel Bir Kırılma Noktasında