Tarih boyunca insan yaşama tutunmak için emek gücüyle doğaya meydan okumuş ve on binlerce yıl süren savaşımın sonunda belli ölçüde onunla başa çıkmayı öğrenmiştir. İnsanlık kültür ve zenginlikleri de aynı şekilde emekle var etmiştir. Emeğiyle yaratan ve üreten insan toplumsal olarak gelişmiş, dönüşmüş ve neticesinde medeniyetler ortaya çıkmıştır. İnsanlığın gelişimi kesintisiz düz bir çizgi izlememiştir. Bu uzun ve meşakkatli yolda pek çok engel çıkmıştır insanlığın karşısına. Bir taraftan doğanın getirdiği depremler, volkanik patlamalar, kuraklıklar, seller, tsunamiler vb, diğer taraftan egemenlik mücadelesinin yarattığı savaşlar, istilalar nedeniyle pek çok kez yıkımlar yaşanmıştır. Bugün de yaşlı dünyamızda kapitalizmin hem doğaya, hem insanlığa açtığı savaş nedeniyle büyük yıkımlar yaşanmaya devam ediyor. Gün geçmiyor ki dünyanın şu ya da bu köşesinde emekçiler acılı feryatlarla uyanmasın.
6 Şubat Maraş depremleri dünya halklarının biriken acılarına bir yenisini daha ekledi. Her şeyden habersiz uyuyan milyonlar büyük bir uğultu ve sarsıntıyla uyandı, on binlercesi ise ne yazık ki uyanamadı. Birbirinden habersiz 10 kentin üstüne aynı anda toz duman çöktü. İnsanları, hayvanları, bitkileriyle 10 kent, evleri, sokakları, okulları, hastaneleri, marketleri, işyerleri, ibadethaneleri, müzeleri, kütüphaneleri, tarihi mekânlarıyla 10 kent, farklı dilleri, dinleri, müzikleri, dansları, mutfakları, kültürüyle 10 kent, dostlukları, arkadaşlıkları, yaşanmışlıkları, anıları, neşesi, kederi, yani ortak duygularıyla 10 kent yıkıldı Türkiye’de. Ve aynı depremle yıllardır bombaların, füzelerin, silahların yakıp yıktığı Suriye’de bir kez daha taş üstünde taş kalmadı. Yaşanan bu yıkım sadece bugünü öldürmekle kalmadı, geleceğin de eksik kalmasına neden oldu. Çünkü kültürel miras geçmiş, bugün ve gelecek arasında aktarılan bir hazinedir ve tarih boyunca insanlık biriktirilen bu miras üzerinden ilerleyebilmiştir.
Tarihi kentlerin yıkılmasının anlamı
İnsanın yerleşik hayata geçmesiyle birlikte zamanla kentler ortaya çıkmış ve kentler farklı toplumlarda ve farklı zamanlarda çeşitli biçimlerde adlandırılmıştır. Örneğin Yunancada “polis”, Arapçada “medine”, Fransızcada “cite” olarak adlandırılarak “uygarlık” kavramıyla eşdeğer tutulmuştur. Tarih boyunca kentlerde yaşam, ekonomik, politik, teknolojik ve sanatsal üretimle doğrudan bağlar kurmuş ve kent kavramı da bu esasların birliği üzerinden tasavvur edilmiştir. İnsanlık tarihinde sosyoloji, ekonomi, mimari, arkeoloji, antropoloji, coğrafya ve tarihiyle bir bütün olarak kent, gelişimi yani medeniyeti temsil eder. İşte depremle birlikte yıkılan her bir kent de yüzyılların, hatta binyılların biriken emeğini temsil ediyordu.
Özellikle o coğrafyada tarihi bir yolculuğa çıkmak mümkün olsaydı, en azından M.Ö. 10.000’lere kadar gitmek gerekirdi. O coğrafya ki, Göbekli Tepe’nin bulunduğu Urfa’dan Helenistik dönemin eserlerinin bulunduğu Adıyaman’a, tarihin ilk ışıklı caddelerine sahip Antakya’dan Zeugma antik kentine ev sahipliği yapan Antep’e, surlarıyla Diyarbakır’a, kaleleriyle Malatya’ya kadar pek çok medeniyetin izlerini taşır. Her medeniyetin kendi özgünlükleriyle kalıntılar bıraktığı bu kadim coğrafya Hititlerden Asurlulara, Friglerden Perslere, Kommagene Krallığı’ndan Roma İmparatorluğu’na, Selçuklulardan Osmanlı’ya kadar daha pek çok kültüre ev sahipliği yapmıştır. Tüm bu farklı medeniyetlerin taşıyıcısı olduğu birikim, bugünkü toplumu şekillendirmede çok büyük bir öneme sahiptir. Fakat bu birikimin tarihsel değerini kavrayabilmek, insanlık tarihinin paha biçilemez mirası olduğu gerçeğini görebilmek ancak tarih bilinciyle olur.
Tarihi sınıfsal çıkarları temelinde çarpıtarak yeniden kurgulayanlar, her şeye meta gözüyle bakanlar elbette bu toplumsal birikimi de sadece maddi kaygılarla değerlendirirler. Nitekim kadim halkların emekleri sonucu ortaya çıkan bu büyük kültürel miras hiçbir kıymet verilmediği için tarumar oldu. Sadece camileri, kiliseleri, sinagogları, hanları, hamamları, anıtsal yapıları değil, dili, geleneği, toplumsal ilişkileri, ritüelleriyle tarihi dokusu ve ruhu da derin bir yara aldı. Peki, ne uğruna?
Sonsuz şehrin faşizmle imtihanı
Roma tarihte Batı’nın en ileri kentlerinin temsilidir. La Citta Eterna (Sonsuz Şehir) denmiş Roma için. Roma’nın “sonsuzluk” olarak tasvir edilen kültürel birikimi köle emeği üzerinden yükselmiş olsa da bugün dönüp bakıldığında o tarihlerde eşi görülmemiş zenginlikte bir üretim söz konusudur. Tapınaklar, evler, yollar, köprüler, hamamlar, su kemerleri, depolar, amfi tiyatrolar, dönemin teknolojisine göre bugün hâlâ kendine hayran bırakan ölçütler olmaya devam ediyor. Roma güçlü ve ihtişamlı görünümüne rağmen tarihsel misyonunu yitirip yıkıldığında elbette yaratılan eserlerin bir kısmı da yok oldu. Seferler, savaşlar, depremler kenti belli ölçüde değişime uğrattı. Fakat yakın tarihe bakıldığında Roma’nın kültürel dokusunun bizzat egemen ideoloji eliyle nasıl değiştirilip tarumar edildiğini daha net görürüz.
1922 yılında İtalya’da iktidara gelen faşist rejim, Mussolini önderliğinde Roma’yı propaganda merkezi olarak belirlemiş ve kitlelere kudretini ispatlama aracı olarak bu kadim kent kullanılmıştı. İktidara gelişinden üç yıl sonra Roma’ya yeni valisini atayan Mussolini yaptığı konuşmada bu kenti adeta “ihya” edeceğini ilan ediyor ve Roma’nın ilk imparatoru Augustus Caesar’ın kentini dirilteceğini, “barış ve düzen” getireceğini vadediyordu. Roma’nın en görkemli yapılarından olan Kolezyum ve II. Vittorio Emanuele Abidesi arasında kalan Ortaçağdan kalma bütün yapılar yıkılarak İtalya Duçesi Mussolini’nin ve rejiminin boy göstermesi için yürüyüş yoluna çevrilmişti. Elinde kazmayla ilk vuruşu bizzat yapan Mussolini kitlelere hitap ettiği meşhur konuşmalarını da işte kendisi için yeniden biçimlendirdiği bu alandaki Palazzo Venezia’da yapar. Elbette faşist iktidarın amacı bu tarihsel yapıları yıkarak sadece mimari dokuyu öldürmek değildir. İktidarda kaldığı yaklaşık 20 yıl boyunca kendini ölümsüz kılmak için zehirli fikirleriyle kitlelerin ruhunu öldürmeye çalışmış, tarihi çarpıtarak, o güne kadarki toplumsal birikimi, kültürel zenginliği baltalayarak büyük bir çoraklaşma yaratmıştır. Tıpkı Ortaçağ Avrupa’sında ya da Arap coğrafyasında olduğu gibi, Mussolini ve Hitler gibi faşist diktatörlerin döneminde de insanlığın tarihsel bilgi birikimi değersizleştirilmiş, büyük kütüphaneler yakılıp yıkılmış, toplumsal emek katledilmiştir.
Tarih tekerrürden ibaret olmasa da faşist rejimlerin yarattığı tahribat benzer sonuçları doğuruyor. Nitekim Türkiye’de iktidarın izlediği politikaların yarattığı kültürel çölleşme bunun en somut örneklerinden biridir. 6 Şubat’ın ardından yerle bir olan tarihsel zenginliğe Erdoğan ve rejim sözcülerinin bakış açısı ve söylemleri bu gerçekliği bir kez daha gözler önüne serdi. 10 ilde yaşanan yıkımın boyutları göz ardı edilerek 1 sene müsaade istenmesi, sadece 1 sene içinde şehri yeniden kurulacağının dahası “ihya” edileceğinin döne döne tekrarlanması her anlamıyla çürümüş bir sistemi temsil ediyor. Yüzyıllar boyunca, kimi zaman canı pahasına çalışanların, nasırlı, hünerli elleriyle, emekleriyle inşa ettikleri koskoca tarihi bir coğrafya, simsar müteahhitlerin, görgüsüz yandaş sermayenin eline teslim edilmek isteniyor. Depremin ardından her şeyini kaybetse de hatıralarını, yaşanmışlıklarını, komşularını, şehirlerini terk etmeyip bölgede kalmaya devam eden halklar köklerinden kopartılmak isteniyor. Daha ölenlerin cenazeleri bile enkaz altından çıkarılmamışken inşaat kapitalizminin medar-ı iftiharı siyasi iktidar hemen kentsel dönüşüm için kolları sıvadıklarını açıklıyor. Bu iktidar hırsından, güç zehirlenmesinden gözü dönmüş bir zihniyetin açıklamalarıdır. Yapılmak istenen yaşanan acıların, kanayan yaraların üstüne çimento döküp hafızaları dondurmaktır. Yaşanan felâketten inşaat sermayesini nemalandırmaktır. Meşhur “yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” sözünden hareketle iktidarın icraatlarını kısaca hatırlamakta yarar var.
Erdoğan 2017 yılında Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi konuşmasında bir itirafta bulunuyordu. İstanbul’a ithafen yaptığı konuşmada “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” diyor ve İstanbul’un estetik olmayan taş yığınlarına dönüştüğünü sözümona üzüntüyle ifade ediyordu. Peki, sonra ne oldu? “Durmak yok yola devam” şiarıyla başta İstanbul olmak üzere pek çok kentte rant politikaları hız kesmeden devam etti. Gökdelenler dikilirken temellerinde rastlanan tarihi eserler “taş parçası, çanak çömlek” denilerek beton dökülmeye devam edildi. 12 bin yıllık Hasankeyf yine rant sevdasının kurbanı oldu ve baraj gölüyle tarih sulara gömüldü. Sümela Manastırını restore etmeye kalkışan iktidar TOKİ konutlarıyla karıştırmış olacak ki eşsiz güzellikteki tarihi manastıra kaçak kat çıkmayı uygun gördü. Tek adam rejimi her şeyi tekleştirme politikasıyla hareket etti. Tarihi gerçekliğe savaş açarak “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” söylemlerini ortaya atacak kadar küçüldü. Ya da sırf barış ve kardeşliği temsil ettiği için Kars’taki İnsanlık Anıtını “ucube” diye aşağıladı ve Ermenilere karşı düşmanlığını anıtı yıktırarak gösterdi. İstanbul’da kendi imzası olsun diye güzelim ormanları katlederek, yaşam alanlarını tahrip ederek, Çamlıca Tepesine 6 minareli cami inşa ettirip, Ankara’da şatafatlı bin odalı saray yaptıran da bu iktidardı. Tarihle birlikte doğayı da zerre önemsemeyen iktidar Kaz Dağlarından Salda Gölüne, Akkuyu’dan Ayder Yaylasına kadar doğal yaşam alanlarına zarar veren icraatlarına devam etti. Bu kâr hırsına karşı çıkanlar ise karşılarında polisi, jandarmayı buldu.
Bugün de aynı pervasızlıkla, daha deprem bölgesindeki insanlarımızın su, tuvalet ve çadır gibi temel ihtiyaçları bile karşılanmamışken Antalya’da Phaselis Antik Kenti yapılaşmaya açılarak plaj işletmeleri için ihale verildi. Hem birinci dereceden arkeolojik SİT alanı statüsünde olan hem de doğal bir plaj olan bölgeye beton dökülmeye başlandı. Projede 1000 metreküpün üzerinde beton kullanılacağı hesaba katıldığında korkunç bir tahribat yaratılacağı aşikârdır.
Bu gerçekler eşliğinde bakıldığında tarihi dokusuyla birlikte yıkılan deprem bölgesiyle ilgili planlar içler acısı bir çürümüşlüğün göstergesidir. Tarihte kendi küçüklüklerini örtmek isteyen egemenler gerçek tarihi silerek, halkların birliktelik içinde yaşadığı mekânları bölüp parçalayarak, şatafatlı devasa yapılar inşa ettirerek sonsuza kadar yaşayacaklarını sanmışlardır ve bunun için çabalamışlardır. Halkına zulmedenler safi kibir ve güç gösterisiyle yaptıkları onca yanlışın üstünü kapatacaklarını sanmışlardır. Fakat dünkü gerçekler er ya da geç ortaya çıkmıştır, bugün de toplum üzerinde yapılmak istenen tahribat net bir biçimde görülmektedir.
Birikmiş kültürün tahribatı
Yıkılan kentlerin her biri çok çeşitli uygarlıkların izlerini taşımakla birlikte kültürel birikimin yoğunlaştığı, farklı milletlerin katkıları ve birlikteliğinden doğan bir ahenk de barındırıyordu. Bu kültürel çeşitliliğin ve gelişimin gerçekleşebilmesi her şeyden önce bilgi, toplumsal deneyim ve vasıflı emek gücünün kuşaktan kuşağa aktarımına bağlıdır. Anadolu coğrafyası bu anlamda tarihsel, kültürel ve toplumsal deneyimin biriktiği bir hazine deposudur. Eski çağlardan beri çok sayıda düşünür, âlim, tarihçi ve şaire ev sahipliği yapmış kavimler beşiği Antakya’yı düşünelim. Süryanilerin 4. yüzyılda kurdukları Antakya Akademisi zengin bir kütüphane ve birikimin temellerini atmış ve yıllar boyu kiliseler, camiler, eğitim merkezleri ve kütüphane olarak kullanılmıştır. Sadece Antakya’da değil bu topraklarda Süryanilerin, Ermenilerin, Rumların bilgi birikiminin, el zanaatlarının, ustalıklarının ortaya çıkardığı değerler paha biçilemez niteliktedir. İşte bu değerlerin çoğu yüz yıl öncesinde bu topraklardan sürülen, katledilen, yok edilen pek çok birikimli insanla birlikte yitip gitti.
Bu toprakların kadim halkları Ermeniler Anadolu’nun en iyi taş ustalarıydı. Onlar bu topraklardan kazınıp atılınca nitelikli işçilik de gitti, mühendislik de, deneyim de, bilgi birikimi de gitti. Toplumun zanaat ustaları, kültürlü ve nitelikli emek gücü olan gayrimüslimlerin ardından her anlamda fakirleşen, çoraklaşan bir Türkiye kaldı geriye. Sonrası malûm, her şey kâr ve yatırım odaklı yapılmaya, yapılan yapılarda malzemeden ve işçilikten çalınmaya başlandı. Yerli sermaye palazlansın diye evler, binalar denizden taşınan kumlarla, hurdaya çıkmış demirlerle yapılmaya başlandı. Bugünkü yıkımların ardı işte bu “yatırım” mantığına dayanır. Tarihin büyük bir cilvesidir ki yüz yıl önce bizzat yok edilen birikimin etkileri çok uzun yıllar sonra insanlığın karşısına dikiliveriyor. Geçmişte yapılan yanlışlar gelecek kuşakları etkiliyor. Ne yazık ki dünün hataları bugünün kuşaklarına ağır bir yük, acı bir tablo bıraktı. Nitekim milyonları acı ve gözyaşına boğan bu yıkımla birlikte her yaştan doktorlar, mühendisler, öğretmenler, akademisyenler, yazarlar, gazeteciler, sporcular, sanatçılar, tarihçiler ve o coğrafyadaki Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi kültürünün son temsilcileri enkaz altında kaldı. Toplumun kolektif emeğinin canlı temsilcileri, nitelikli ve üretken emek gücü bir gecede önemli ölçüde yok oldu. Bu durumun ne anlama geldiği ve etkilerinin boyutları da elbette zaman içinde daha da derinden kavranacaktır.
Fakat yıkımın böylesi devasa bir değer kaybına yol açması siyasi iktidar ve paydaşlarının umurunda değil. Kültürel mirasın ortadan kalkması, hafızanın, çeşitliliğin, duygudaşlığın, birliğin ortadan kalkması demektir. Zaten iktidarın hayata geçirmeye can attığı bu bileşik yıkım yıllardır hedefleniyordu. Nitekim kentlerde kurulan dayanışmaya saldırılması, bir an önce bölge halkının kent dışına çıkarılmak istenmesi ve uzmanların “zemin etüdü uygun değil” açıklamalarına rağmen bir yıl içinde kent inşa edeceğiz diye ısrar edilmesi gösteriyor ki rejim zaten hayallerinde olan tekleştirme ideolojisini fırsatını bulmuşken bu topraklarda hayata geçirme peşinde. Onların gözleri tarih, kültür, edebiyat, sanat, emek diye bir şey görmüyor. Onlar tarihten kurmaca ve fantastik Selçuklu-Osmanlı dizilerini, AFAD Daire Başkanının “Ya Hak!” diyerek ok fırlatmasını, kültürel mirasın korunmasından beton mikserleriyle çimento takviyesini anlıyorlar. Bunlar iktidarın içi kof, liyakatsiz kadrolarının zihniyetinin yansımalarıdır. Bir tarafta yıkılan, yitip giden, binyılların birikimiyle gerçekleşen deneyim ve bu deneyimle yoğrulan insanlar, diğer yanda ise çarpık, çürümüş bir bilinçle ve ilkel güdülerle yıkılıp gitmemek için direnen iktidar sahipleri. Elbette tarih “benden sonrası tufan” diyenleri affetmeyecek.
Kapitalizm yıkılmadıkça…
Bugün üretici güçler kapitalizmin esareti altında da olsa muazzam bir gelişmişlik içindedir. Yaşanan deprem bir kez daha gösterdi ki bilim doğayı dikkate alarak, insanlığın yararına kullanılmazsa bu katliam gibi ölümlerin sonu gelmeyecektir. İnsanlığın tarihsel mirasını yerle bir eden bu yıkım kapitalizmin eseridir. Çünkü yıllardır konunun uzmanı bilim insanlarının da söylediği gibi, sağlam malzemeyle, doğru bir zemine yapılan yapılar düzenli bakım gördüğü takdirde yüzyıllar boyunca ayakta kalabilirdi. Eski yapılar periyodik bakımları ve usulüne uygun sağlamlaştırma teknikleriyle güçlendirilebilirdi.
Deprem bölgesinde yapılan yapıların da yapılış tekniklerine göre kısa sürede yıkıldığı ya da büyük depremleri atlatıp hâlâ ayakta kaldığı görülüyor. Örneğin deprem kuşağında yer alan Peru’daki 1450 yılında inşa edilen İnka Antik Kenti çok sayıda deprem görmüş olmasına rağmen doğru bir tarzda inşa edildiği için bugün hâlâ 3000 merdiveninin iyi durumda olduğu görülüyor. Yapılışının üzerinden neredeyse 6 asır geçmiş olmasına karşın “depreme dayanıklı” diye pazarlanan binalar gibi tuzla buz olmaması gösteriyor ki mesele yapamamakta değil yapmamakta. Bugünün muazzam teknolojisi yeni binaların son derece dayanıklı yapılması bir kenara, tarihi yapıların da dokusunun bozulmayacak bir biçimde restore edilmesini ve sağlamlaştırılmasını mümkün kılmanın da ötesinde. Mesele şu ki; bu yapıları neredeyse Ay’da inşa etmeye başlayacak bir gelişmişlik söz konusuyken hâlâ en temel ihtiyaç olan barınma sorunu bile çözülemiyor. Hatta geçici barınma sağlayacak çadır kentler bile kurulamıyor. Çünkü ekonomik ve siyasi çıkarlar yani kapitalist emeller teknolojinin kimin hizmetine sunulacağına karar veriyor.
İnsanlığın gelişiminin önüne set çeken, yoz bir kültür dayatarak birikmiş tüm değerleri aşındıran ve yok eden çürümüş kapitalizmdir. Böyle bir sistem bıraktık içinde estetik barındıran tarihsel eserlere değer vermeyi, insanın en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan acizdir. Böyle bir sistem insanlığa hiçbir şey veremediği gibi onun bugünlere taşınan birikimini silip atmaktan da çekinmez. Dolayısıyla insanlığın kapitalizmi tarihin külleri gibi savuracağı günleri getirmek bugünkü ve gelecek kuşaklar için hayatidir.
link: Başak Güler, İnsanlığın Kültürel Birikimini Silen Kim?, 20 Mart 2023, https://en.marksist.net/node/7940
Toprağın Sancısı
Adaletsiz Düzende “Araf” Yoktur!