Geleceği yıllardır bilinen, söylenen, dürüst bilimciler tarafından son ana dek sürekli uyarısı yapılan Maraş-Antep-Hatay depremleri sonunda gerçekleşti ve sonuç Türkiye’nin en yoğun nüfuslu bölgelerinden birinin eşi görülmedik bir yıkıma maruz kalması oldu. Şimdi aynı bilimciler Adana bölgesinde yeni bir deprem uyarısında bulunup Marmara depreminin de eli kulağında olduğunu tekrar edip, tehlikenin son raddeye ulaştığını söylüyorlar.
Tıpkı öncekiler gibi bu uyarıların da görmezden gelineceğini öngörmek zor değil. Sonucun hele de Marmara depremiyle birlikte çok ağır bir yıkım olacağı besbelli olmasına rağmen, siyasi iktidar 20 yıldan uzun süredir bu doğrultuda ciddi bir adım atmadı, atacak gibi de görünmüyor. 20 yıldır kendi yağma, zenginleşme ve iktidarını koruma gündeminden başka her sorunu ya ikinci plana iten ya da hepten görmezden gelen bir iktidar söz konusudur.
Gerçekte bu süre, depreme karşı her türlü hazırlığın yapılabilmesi, kentlerin yeniden inşa edilerek depreme dayanıklı hale getirilebilmesi için yeterli bir süredir. Bilimcilerin söylediği budur, teknolojik imkânların gösterdiği budur. Buna rağmen İstanbul’daki konutların yalnızca %30’u güya yeni yönetmeliklere göre yapılmış yeni binalardan oluşuyorsa (ki bu talan düzeninde onların dahi güvenilirliği şüphelidir), en büyük sorumluluk bu süreyi har vurup harman savuran AKP iktidarlarının ve onun şefi Erdoğan’ın sırtındadır. Hiçbir gerekçe onları bu sorumluluktan kurtaramaz.
Tüm bu süre boyunca yapılması gerekenleri es geçtikleri gibi kendilerinden öncekilerin attığı kısmi ve cüzi adımları da yerle bir etmişlerdir. Yani depreme hazırlanmak ve kentleri güvenli hale getirmek adına ciddi bir şey yapmadıkları gibi yapılmış olanları da tarumar etmişler, kurulmuş olan yetersiz afet mekanizmalarını da bozmuşlar, yılların deneyim birikimini yok etmişler, liyakatsiz kadrolarla doldurarak bu kurum ve mekanizmaları da işleyemez hale getirmişlerdir. Kızılay son çarpıcı örnektir. İnsanlar günler boyunca ve kimi bölgelerde halen çadır diye feryat ederken, Kızılay, bu insanlara çadır ulaştırmak yerine, o çadırları yardım etmek isteyen kişi ve kuruluşlara üstelik de hayli yüklü fiyatlarla satıyor. Bu da yetmezmiş gibi, aynı Kızılay’ın insanlardan bedelsiz olarak, bağış olarak topladığı kanları, apaçık yasak olmasına ve organ ve doku kaçakçılığı suçu sayılmasına rağmen parayla, hem de devlet hastanelerine, hatta başka ülkelere sattığı ortaya çıkıyor. Yani kan emici vampirler benzetmesi artık bir mecaz olmaktan çıkmış, düpedüz gerçek haline gelmiştir. Toplumu iliklerine kadar sömürmekle kalmayıp onu kandırarak ondan topladığı kanları bile satan bir vampirler güruhuyla karşı karşıyayız. Bu egemen sınıf kesiminin açgözlülüğünün, yüzsüzlüğünün, utanmazlığının ve çürümüşlüğünün tarihte bir benzerini bulmak kolay iş değildir.
AKP iktidarlarının 2015’ten itibaren giderek güçlenerek kendisini gösteren tablosu budur. Pandemi sürecinde sergilenen beceriksizlik toplum sağlığı açısından büyük bir uyarıydı, geçen yılki orman yangınlarında görülen tablo alarm zilleri anlamına geliyordu ve orman varlığımızın büyük yıkımıyla sonuçlanmıştı. Bu depremlerle ortaya çıkan gerçek ise, artık bu iktidar altında geçen her günün bizzat insan hayatı için doğrudan bir tehdit haline geldiği gerçeğidir. Uzun bir süredir, bu tehdide dikkat çekip, yoksul emekçi kitlelerin dayanma gücünün kalmadığını, dayanacak lüksünün de olmadığını söylüyor; iktidara karşı mücadelenin seçim sandıklarına indirgenip ertelenmesinin ne denli tehlikeli olduğuna vurgu yapıyorduk. Artık doğa da aynı mesajı veriyor: Bu faşist iktidar yıkılmalıdır. Ama mesele basit bir iktidar değişikliği ve hatta köklü bir rejim değişikliğinden de ibaret değildir. İktisadi ve toplumsal gerçeklik kadar tabiat da, kurtuluşun tek bir yolu olduğunu haykırıyor: Emekçiler iktidarı kendi ellerine almalı ve kârdan başka bir güdü bilmeyen bu sömürü düzenini yok etmelidirler!
Suçlular listesi
Yalnızca alabildiğine kalabalık olan suçlular listesi bile, toplumun ihtiyaç duyduğu temizliğin hayli kapsamlı ve köklü bir temizlik olması gerektiğini, düzenin temellerine yönelmesi gerektiğini gösteriyor aslında. Son depremin ardından bir kez daha teyit oldu: Enkaz haline gelen binaları, üstelik de yepyeni binaları yapan müteahhitler arasında sayısız belediye meclis üyesi, belediye başkan adayı, belediye başkanı, yerel siyasetçi, milletvekili vb. bulunmaktadır. Bunların ağırlıkla iktidar partisinde olduğu da göze çarpan bir başka veridir. İnşaat işleriyle uğraşan orta büyüklükteki kapitalistlerin belediye başkanlıklarına ya da belediye meclis üyeliğine duydukları bu ilginin açıklanmaya ihtiyacı var mıdır gerçekten? Ve bu ilgi, kapitalist düzende, yerel ve merkezi yönetimlerin, yani devletin, gerçekte kimlerin çıkarlarına hizmet eden bir organizasyon olduğunu göstermiyor mu?
Normal kapitalist işleyiş zaten sermayenin büyüme hırsıyla milyonların emeğini her gün sömürmesine dayalıdır. Ama bir de arkadan gelip zenginleşmekte geç kalanların gözleri dönmüş açgözlülüğü söz konusudur ki, bugün iktidar dümenini elinde tutanlar tam da böyleleridirler. Onlarınki tam bir vurgunculuktur. Bu yağmacı, vurguncu kapitalistlerin zenginleşme hırsları on binlerce insanın can vermesinin temel nedenidir. Bu güruhun içerisinde, inşaatçıların, madencilerin ve enerji üreticilerinin ayrı bir yeri vardır. Emeğin ve doğanın talanında sınır tanımadıkları gibi insan hayatı dahi bunların umurlarında değildir. Peki depremde can vermemize yol açan binaların sorumlusu yalnızca inşaatçı kapitalistler midir? Ya onları yasalar karşısında koruyan avukatlar, onlara arpalıklar sunarak bundan nemalanan yerel idareci ve siyasetçiler? Göz göre göre malzemeden çalmalarına razı gelip kendi çıkarı için sesini çıkarmayan mimarlar, mühendisler, proje şefleri? Projelerini denetlemekle sorumlu olup uygun bir rüşvet karşılığında eksiklikleri görmezden gelen denetmenler? Bunlara imar ve iskân izni ve onayı verenler? Yerel mülki amirler, kaymakamlar, valiler? Büyük projelerde belirleyici olan tüm üst düzey bürokratlar? Ve elbette ki en tepedeki cumhurbaşkanından başlayıp, bakanlara, belediye başkanlarına, en alttaki belediye meclis üyelerine kadar, ülkenin ulusal ya da yerel imar ve inşaat planlarının oluşturulmasında, onaylanmasında, uygulanmasında yetkisi ve sorumluluğu olan tüm siyasiler. O siyasiler ki bu yağma ve vurgun düzeninin sürmesinin de, depreme karşı ciddi hiçbir önlem alınmamasının da baş sorumlusudurlar.
Yaşanan felâketin hesabını sormadan, ülkeyi bekleyen yeni depremlere hazırlıklı hale gelmek mümkün değildir. Kim ki, bu yaşananlardan siyasilerin ve bürokratların da ders çıkarıp adım atacağını söylüyorsa, bu halka yalan söylüyordur. Onların işi, mış gibi yaparak bu sömürü düzeninin devamını sağlamaktır, halkı düşünerek onun çıkarları doğrultusunda çaba sarf etmek değil. 1999’daki depremin üzerinden geçen 23 yıl bunu yeterince kanıtlamıştır. Bu siyasileri de, bu bürokratları da, onların rejimini de, bu sömürü düzenini de affetmeyeceğiz. Hepsi eninde sonunda hesap verecek, suçlarının bedelini ödeyecekler!
Sıraladığımız ve çok eksik olduğunu bildiğimiz yukarıdaki suçlular listesi bile, gerçekte neyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Hesap sorulması gerekenler yalnızca, büyük bir kalabalık oluştursa bile, tek tek kişilerden ibaret değildir. Sistemi aklamak için tüm sorumluluğu kötü niyetli kişiler üzerine yıkan düzen “solcu”ları da halka yalan söylemektedirler. Sistemin bizzat kendisi insan emeğinin ve doğanın talanı üzerine kuruludur. Bu sorumlular hem onun ürünü hem ondan nemalanan asalaklar sürüsü hem de onun bekçileridirler. Ama tüm pislikleri yok etmekle yetinmeyip bataklığı da kurutmak gerektiği apaçıktır. Kapitalist sömürü sistemi yıkılmalı, emekçiler kendi örgütlerine dayanarak siyasi iktidarı kendi ellerine almalı, büyük üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeli, demokratik tarzda planlanmış bir ekonomiyi hayata geçirmelidirler. Bu aynı zamanda herkese sağlıklı ve güvenli bir şekilde yaşayabileceği parasız konutlar, kaliteli, ulaşılabilir ve parasız sağlık ve eğitim hakkı, parasız ulaşım ve iletişim imkânı demek olacaktır.
Bunlar bugünkü iktisadi imkânlarla bile pekâlâ mümkündür, yeter ki kapitalist sömürüye son verilsin, sömürücülerin emekçilerden çaldıklarına el konulsun ve tüm kaynaklar emekçi halkın çıkarları için kullanılsın. Gerçek ve nihai tedbir budur. Biliyoruz ki bunu aşırı bulacak olanlar çoğunluktadır; AKP iktidarını eleştirmekte birbiriyle yarışan burjuva muhalifler bu tedbirleri abartılı ve gereksiz bulacaklar, kapitalist çerçevede kalınarak da gerekli önlemlerin alınabileceğini söyleyeceklerdir. Bunlar ya kendilerini kandırıyorlar ya da emekçi halkı. Neden kapitalizmi tasfiye etmek gerektiğini basit ve güncel bir sorun üzerinden gözden geçirelim.
Bir örnek: Cep telefonları
Türkiye’de cep telefonları Şubat 1994’te kullanılmaya başlandı. Yani bu işle iştigal eden sektörün yaklaşık 30 yıllık bir deneyim ve birikimi söz konusu. Bu alanda gün geçmiyor ki yeni bir teknolojik gelişme yaşanmasın, yeni özelliklere sahip cep telefonu modelleri piyasaya sürülmesin. Üstelik iletişim protokolleri ve teknolojileri de zaman içinde sürekli gelişti. Denebilirse, kapitalist teknolojinin en büyük gelişme kaydettiği alan oldu, mobil telefonlar, tabletler ve bilgisayarlar sektörü. Peki tüm bu “atılıma” rağmen, “iletişim”e en fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda, deprem sonrasında, ne oldu? Cep telefonları üzerinden iletişim imkânsız hale geldi! İnsanlar çaresizce yakınlarına ulaşıp haber alabilmek için çırpındılar, enkaz altında sağ kalan sayısız insan cep telefonu aracılığıyla bir imdat bile diyemedi! Üstelik bir anlığına ya da birkaç saatliğine de değil, günler boyunca durum bu oldu. Reklâmlarında kendi hatları üzerinden “hayata bağlanmamızı” isteyen GSM operatörlerinin hatları tümüyle kullanılamaz hale geldiğinden, sayısız insan daha hayattan koptu. Kapitalizmin çelişkileri bir kez daha bas bas bağırmaya başladı. Bir kez daha olgu kendi karşıtına dönüştü, mevcut haliyle iletişim araçları iletişimin önündeki engel haline geldiler. Üstelik bu iflas durumu 17 Ağustos 1999 depreminde de aynen yaşanmıştı. Aradan geçen yıllarda GSM operatörleri tekrar aynı durumun yaşanmayacağını, gerekli önlemleri aldıklarını söylüyorlardı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı da öyle! Ne var ki, kendi kârları dışında hiçbir faktörü öncelemeyen kapitalist kuruluşlar olarak ciddi hiçbir adım atmadıkları ortaya çıktı.
Peki neden bu iflas durumu yaşanıyor? Çünkü baz istasyonları evlerin tepelerine kurulmuştu ve evlerle birlikte onlar da devrilip kullanılamaz hale gelmişti. Peki neden evlerin tepelerine kurulmuşlardı? Çünkü yüksekte olmaları gerekiyordu ve boş arazileri satın alıp ya da kiralayıp üstüne yüksek kuleler şeklinde baz istasyonları kurmak çok daha masraflıydı. Dahası tekellerin mecbur kaldıkları için kurdukları bu ikinci tarz masraflı baz istasyonları da, sağlam olmalarına rağmen devre dışı kalmışlardı. Çünkü çalışmaları için gerekli elektrik yoktu! İnsanların güvenliği ve yangınları önlemek adına deprem sırasında ve sonrasında elektriğin bilinçli olarak kesileceğini bilmiyor muydu bu cep telefonu operatörleri? Tabii ki biliyorlardı ama yine çok masraflı olacağı gerekçesiyle gerekli önlemleri almamışlardı. Bu baz istasyonlarının bir kısmında jeneratör yoktu, olanlarında da kullanacakları yeterli yakıt stoklanmamıştı. Ya da yedek yakıtı jeneratöre aktaracak personel ya enkazlardan kapanan yollar nedeniyle baz istasyonuna ulaşamamıştı ya da daha kötüsü o personel de enkaz altında kalmıştı! Abone toplamının bir ortalama asgari iletişim süresini baz alan, yani hayli sınırlı bir kullanım yoğunluğu hesabına göre şebeke kuran bu şirketler, bu asgari ortalama iletişim yoğunluğunun bir nebze olsun üzerine çıkılmasını karşılayacak nitelikte altyapıyı asla kurmaya yanaşmamaktadırlar. Sebep elbette kutsal maliyettir!
Görüldüğü üzere müşterilerinden sürekli daha fazla talep etmelerine rağmen GSM operatörleri, kârlarını arttırmak ve bunun için de masrafları kısmak dışında bir güdüye sahip değiller. Veriler son yıllarda artan kârlarına ve cirolarına rağmen bu tekellerin giderek daha az yatırım yaptığını ve hatta bakım masrafları toplamının bile azaldığını gösteriyor. Zira bu tekeller arasında ciddi bir rekabet var ve bu tekelci rekabet son derece yıkıcı sonuçlara yol açıyor. Depremler sonrasında yaşadığımız sorunun temelinde yatan budur. Herkesin aklına, bu tekellerin neden birbirinin altyapısını kullanmadığı, ortak bir şebeke oluşturmadığı sorusu takılıyor. Gerçekten de böylesi bir sorunun büyük ölçüde çözülmesi için ciddi bir başlangıç noktası olabilirdi. Ama işte bu noktada da kapitalizmin işleyiş yasaları karşımıza dikiliveriyor. GSM operatörleri, birbirlerinin altyapısını kullanabilecek bir düzenleme yapmıyorlar. Zira altyapılarının yaygınlığı ya da sahip oldukları baz istasyonu sayısı, kapsama genişliği vb. gibi özellikler bu tekeller arasındaki rekabetin temel argümanlarından biridir. Bu özellikler nedeniyle rakiplerinden üstün olduğu iddiasıyla reklâm yapan bir tekel neden avantajını kaybetsin? Gerçekten de “ulusal dolaşım” denen sistemle şebekenin ortak kullanılması, bir bölgede farklı operatörlerin baz istasyonları doluyken bir başka bölgede hiçbirinin olmaması gibi durumların önüne geçilmesi mümkün. Buna rağmen, GSM operatörleri bu sisteme yanaşmıyorlar. Neden diye sorulduğunda bunların CEO’luğunu yapanlardan biri tek bir neden sayıyor: “menfaat çatışması”!
Yani teknolojik olarak sorunun çözümü mümkün, ama bu, tekellerin kendi aralarında rekabet etmesini değil, işbirliği yapmasını, merkezi bir planlama ve koordinasyonun kurulmasını gerektiriyor. İşte kapitalizmde kendiliğinden mümkün olmayan ya da bu tekellere ancak devlet zoruyla (yani ekonomi dışı zorla) dayatılabilecek olan şey budur. Ama devlet de bu tekellerin çıkarlarının koruyucusu olduğundan sorunun çözümüne kayıtsız kalıyor. Aynı CEO, bu durumu da dillendiriyor: “Karar alıp, düzenleyici kurum olan BTK operatörleri bir araya getirebilir. Operatörlere «afet anında ulusal dolaşım regülasyonu çıkarıyoruz» diye bir süreç başlatabilir.”[*]
Rekabet, plansızlık, kârı maksimize etme hırsı… Bunlar kapitalist özel mülkiyete dayalı üretimin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bunlar ki işçi sınıfını yalnızca düşük ücretlere, ağır çalışma koşullarına ve kötü yaşam şartlarına mahkûm etmekle kalmıyor, doğa olaylarının, işçilerin kitleler halinde can verdiği afetlere dönüşmesine sebep oluyorlar. Deprem öldürmez bina öldürür diyorlar, doğrudur ama eksiktir; o binalar kârdan başka bir şey düşünmeyen kapitalistler tarafından yapıldığına göre, suçlu bina da değil onu yapanlardır. Katil düpedüz kapitalist sistem ve onun devamı için çabalayanlardır.
Her sınıfın kendisinden beklendiği gibi davranması tesadüf değildir!
Neden kapitalizmi tasfiye etmek gerektiğini güncel bir sorun üzerinden gözden geçirelim dedik ve görüyoruz ki, yalnızca güvenle yaşanabilir kentler kurmak için değil, afet durumlarını iyi yöneterek minimum kayıpla atlatabilmek için de, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet prangasını kırmak, toplumun üretici güçlerini merkezi ve demokratik bir planlama dâhilinde koordine etmek gerekiyor. Böylesi bir “düzenleme” yalnızca güzel bir hayal olmanın çok ötesinde hayati bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu zorunluluğun hayata geçmesi gerektiğinin ve geçebileceğinin ipuçlarını afet bölgesinde yaşanan insan ilişkilerinde de görmek mümkündür. Gerek afet bölgesinde gerekse de onun dışında, ilk şok dalgası atlatıldıktan sonra her toplumsal sınıf kendisinden beklendiği gibi davranmaya başlıyor. Egemen sınıf bu depremin yarattığı yıkımdan iktisaden ve siyaseten nasıl yararlanacağının ya da bu açılardan gelecek darbelerden kendisini nasıl sakınacağının hesaplarını yapmaya başlıyor. Deprem bölgelerinin dışındaki irili ufaklı kapitalistler büyük reklâmlarla yaptıkları yardımlarla ruhlarını kurtarır kurtarmaz, oluşan yıkımdan nasıl faydalanacaklarına kafa patlatıyor, doğacak iş imkânlarını düşünüyor, ürettiklerini fahiş fiyatlarla satmak için üretimi tam gaz arttırıyorlar. Ne de olsa talep patlaması yaşanıyor. Orada kapitalizm harıl harıl işlemeye devam ediyor, o kadar ki, işi bırakıp deprem bölgesine yardıma koşan işçiler döndüklerinde kendilerini kapı önüne konulmuş buluyorlar.
Ama egemenlerin zalimliğini dışa vuran deprem, emekçiler cephesinde farklı ilişkilerin önünü açıyor. Üstelik hem deprem bölgesinin dışında hem de tam göbeğinde. Afet, emekçilerin dayanışma, yardımlaşma, işbirliği arzusunu çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarıyor. Kapitalist toplumun yabancılaştırıcı etkileri böylesi büyük felâket dönemlerinde yerini en insani duygulara ve dayanışmaya bırakıyor. Milyonlarca emekçinin depremi duyduğu saatlerden itibaren yardım için seferber olması bunu gösteriyor. Deprem bölgesine koşan sağlık çalışanları, madenciler, her meslekten işçiler, emekçiler… Sadece yurtiçindekiler değil dünyanın dört bir yanındaki emekçilerin yüreğine kor düştüğü, yüzlercesinin buraya koştuğu biliniyor. Ortada AFAD yokken, Kızılay yokken kimlerin enkazı çıplak elle kaldırmak için bölgeye aktığı, yardım toplamaya giriştiği de öyle. Ve elbette deprem bölgesinde hayatta kalan emekçiler! Deprem bölgesinde hayatta kalan herkes ellerinde ne varsa hangi imkâna sahipse onu başkalarıyla paylaşmaktan geri durmuyor. İnsanlar ellerinde kalan zerreleri de bir diğeriyle paylaşmaya, kendisi ve yakınlarının olduğu kadar yakın çevresindeki insanların da bekası için çaba göstermeye, karşılıksız yardımlaşmaya başlıyor. Kendi hayatını başkaları için tehlikeye atıyor, enkaz yığınları altında hiç tanımadığı insanları kurtarmak için canını dişine takarak, aç biilaç ve uykusuz olarak çalışmaktan imtina etmiyor. Bu devasa ve fedakârlık dolu emek karşılığında kimseden bir ücret de talep etmiyor. Elindeki suyu ya da ekmek somununu yanındakine satmayı düşünmüyor bile. Evi sağlam olan ya da barınacak yeri olan, olmayanlara kapılarını açıyor. Para da mülkiyetin ayrıştırıcılığı da orada hükmünü yitirmiş oluyor çünkü. Tüm bunlar ne anlama geliyor? Hani insan insanın kurduydu, hani herkes kendi çıkarını maksimize etmekten başka bir şey düşünmezdi, hani karşılıksız kimse kimseye bir şey vermezdi, hani her koyun kendi bacağından asılırdı? Tüm bu burjuva zırvalıklar afetlerde bir tarafa atılıyor, acılardan ve zorunluluklardan kaynaklanmış olsa bile toplumun derinlerinden geleceğe ışık tutan insani duygular fışkırıyor. Evet acı ve zorunluluktan kaynaklanıyor, evet hayatın “normale dönmesiyle” her şey eskisi gibi olacak belki. Ama bu yaşananların insanların belleğinde derin izler bırakacağı apaçıktır. Hayal ettiğimiz komünist toplumun insan doğasına ters olduğunu iddia edenler, dönüp o afet bölgelerine bir baksınlar. Orada sadece çaresizlik değil, onun bağrında filizlenen ümit de vardır. Oradaki dayanışmayı değil de yalnız ve yalnızca onlarla karşılaştırıldığında hiç sayılabilecek olayları (“hırsızlıklar”, enkazların talan edilmesi vb.) görüp gösterenler, ya bilinçli bir şekilde burjuvaziye hizmet edenlerdir ya da onun kurbanı haline gelmiş, burjuva ideolojisinin zehrinden nasibine düşeni fazlasıyla alıp bozulmuş olanlardır.
Devleti tanı, hesap sormak ve yaşam hakkın için örgütlen!
Günler boyunca devlet kurumlarının adım atmadığı ya da atamadığı sayısız yerleşim birimi söz konusu oldu. Hatay gibi kimi bölgeler, muhalif kimliklerinden ötürü, üç koca gün boyunca bilinçli ve kasıtlı bir şekilde görmezden gelindi. Diğer birçok bölgeye ancak günler sonra devlet yardımı ulaşabildi. Tablo, kitleler açısından bir toplu katliam, iktidar açısından tam bir iflas tablosudur. AKP ve şefinin yıllardır şişirdiği “Büyük Türkiye” balonu patlamıştır, ne var ki, onların yarattığı enkazın altında kalan emekçi halktır. Günler boyunca enkaz altındakilerin imdadına koşmayan, yaralılara barınabilecekleri bir çadır sağlamayan, onların tuvalet ihtiyaçlarını bile gideremeyen devlet, sıra şikâyet edenleri azarlamaya geldiğinde tüm haşmetiyle alandadır. Devlet, yardım gelmediğinden ötürü kendisine “çöktü” diyenlere nazire yaparcasına “yıkılmadım ayaktayım” demektedir polisi ve jandarmasıyla. Yaşananları protesto etmek isteyenler gaza boğulup coplanarak yaka paça gözaltına alınırken, kimsenin aklına “nerede bu devlet” sorusu gelmiyor, zira tüm baskı aygıtlarıyla gözlerinin önünde duruyor o devlet. Tıpkı 17 Ağustos depreminde ve sonrasındaki sayısız depremde açığa çıktığı gibi, tıpkı dünyanın diğer tüm kapitalist ülkelerinde de defalarca sergilendiği gibi, bu son deprem fırtınasında da çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkmıştır: Bu devlet, özünde, sermayenin, kapitalistlerin ve onların uşaklarının çıkarlarına hizmet eden bir baskı aygıtıdır, halkın çıkarlarını güden gerektiğinde onun imdadına yetişen bir yardım aygıtı değil! Bu devletin tüm toplumun çıkarlarını gözeten bir hizmetkâr olduğu, bizden topladığı vergileri bizim için kullandığı koskoca bir yalandır. Hele Türkiye’de ve hele de mevcut faşist rejim altında bu katmerli yalan çok acı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Çaresizlik içerisinde kıvranırken devletin neden imdada gelmediğine bir türlü anlam veremeyen, yardım ekipleri nerede diye feryat eden, “isyan mı etmem lazım” diyerek adeta cinnet geçiren vatandaşın yaşadığı şok, hayatı boyunca onu kuşatan bir yalanın açığa çıkmasının ürünüdür. Bir başkası acı acı hicvediyor burjuva devleti: “Enkaz altında kalırsanız ve kimse gelmezse, hükümet istifa diye bağırın, polis sizi almaya gelecektir!”
Devletin yardım ekipleri ilk günlerde ortalarda yoktu ama sosyalistler, sendikalar ve toplumun neredeyse tamamı anında seferber olup yardıma koştu her noktada. Fakat böyle felâketlerin örgütsüz ve mülksüz insanların iyi niyetiyle ve kısıtlı olanaklarıyla savuşturulması mümkün değildir. Böylesi felâketlerle ancak öncesinde ciddi bir hazırlık varsa, gerekli kurumlar oluşturulmuş, kaynaklar hazırlanmış, personel yetiştirilmiş, gerekli büyük inşaat araçlarından her türlü alet edevata kadar geniş bir donanım hazırda tutuluyorsa başa çıkılabilir. Mevcut koşullarda bu düzeyde olanaklara sahip olup onu merkezi olarak harekete geçirebilecek yegâne güç devlettir. Ama işte devletin yapmadığı ve sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği sürece hakkıyla yapmayacağı şey de budur. Üstelik kendisini tüm toplumun gözünde tam da bu görevle meşrulaştırıyor olmasına rağmen. Bu imkânların layıkıyla ve gerçekten de halk için kullanılmasının tek yolu vardır; tüm siyasi iktidarın emekçiler tarafından ele geçirilmesi. O zaman, kendiliğinden seferber olan yığınlar, kendi özörgütlülükleri anlamına gelecek kendi devletleriyle bu tür felâketlerin yaralarını hızlıca sarabilme imkânına da kavuşmuş olacaklardır.
Sermaye bu depremden de bizler açısından faydalı olacak anlamlı bir sonuç çıkarmayacaktır. Namuslu bilimciler uğraşıp yeni bilgiler ve sonuçlar çıkaracaklar. Ama daha da önemlisi işçi sınıfı ve emekçiler sonuç çıkarmalıdırlar. Kapitalizm insanlığı işte böylesi bir uçurumun kenarına getirmiştir. Yalnızca daha iyi bir yaşam için değil, bizzat hayatta kalmak için, savaşlarda katledilmemek, afetlerde bir hiç nedeniyle göçüp gitmemek için bu dünyadan, kendi kaderimizi kendi elimize almalıyız.
link: Oktay Baran, Depremin “Gör Artık” Dedikleri, 5 Mart 2023, https://en.marksist.net/node/7928
Sophie Scholl: Faşizme Karşı Mücadelede Cesur Bir Yürek
Kartaca Yıkılmalıdır!