Sınıflı toplumların tarihi sömürücülerin insanlığa yaşattığı acılarla doludur. Dünden bugüne egemenler, ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetlerini korumak için sayısız katliama ve kıyıma girişmiştir. Onyıllara hükmeden nice krallar, imparatorlar, beyler ve şahlar egemenliklerini kılıcın zoruyla tesis etmişlerdir. Kapitalizmin tarihi de egemenlerin zenginliğinin acı ve gözyaşı üzerinde yükseldiğini gösterir. Gerçek şu ki kapitalist sömürü düzeni savaşsız ve kansız varlığını sürdüremez. Birinci ve İkinci Dünya Savaşının yarattığı onca yıkım ve acıya rağmen, bugün Üçüncü Dünya Savaşının giderek genişlemesi ve düzenin yarattığı sayısız sorun bu gerçeği bir kez daha doğruluyor.
Dünya savaşlarındaki tarifsiz acıların yanı sıra, Hiroşima ve Nagazaki’yi hangimiz unutabilir? Peki, İngiliz emperyalizminin Asya ve Afrika’da yarattığı vahşet tablolarına ne demeli?[1] Hitler faşizminin gaz odalarına doldurduğu çizgili pijamalı çocukların feryatlarını bugün de işitmemek mümkün mü? Elbette değil. Bizler sınıf devrimcileri olarak geçmişten bugüne insanlığa yaşatılan acıları yüreğimizin derinliklerinde hissederiz. İnsanlığa yaşatılan zulme dair öğrendiğimiz her yeni bilgi, edindiğimiz her tecrübe, sömürücü sınıflara duyduğumuz kini büyütür, öfkemizi biler. Böylece mücadelenin hangi düzeyinde olursa olsun, düşmana karşı daha cesur, özverili ve hedefe kilitlenmiş bir şekilde yolumuza devam ederiz. Çünkü biliriz ki burjuvazinin egemenliği sürdüğü müddetçe sınıfımız böylesi acılarla yüz yüze gelmeye devam edecektir. İnsanlığın asırlardır süren acısı ancak proletarya iktidarı ele geçirip sınıfsız, sınırsız ve savaşsız bir dünyayı inşa etmeye giriştiğinde son bulabilir. Dünya işçi sınıfı kendisi ve tüm insanlık için bilim ve teknolojideki muazzam ilerlemeyi de kullanarak sadece açlığın, sefaletin ve kör cehaletin değil, aynı zamanda egemenlerin yüzyıllardır sürdürdüğü zulmün, baskı ve zorbalığın da kökünü kazıyacaktır.
Burjuvazi zulüm saltanatı sürsün diye her daim bilim ve teknolojinin tüm olanaklarını pervasızca kullanmaktan geri durmamıştır. Bilim egemenlerin elinde korkunç bir yıkım aracına dönüştürülmüştür.[2] Yukarıda hatırlattığımız üzere tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Nazilerin ölüm doktoru Josef Mengele’nin Yahudiler üzerindeki deneylerini ve yaptığı katliamları bilmeyen yoktur. “Ölüm Meleği” adı verilen bu alçağın 2 milyon kişinin ölümünden sorumlu olduğu bilinir. Ancak bu vahşetin bir benzerinin Japonya’da yapıldığı pek dillendirilmez ve bilinmez. Şirō Işii adındaki Japon mikrobiyologun, savaş sırasında adına 731. Birim denilen bir ekiple birlikte Japon toplama kamplarında binlerce insan üzerinde yaptığı deneyler, insanın kanını dondurtan cinstendir. 731. Birimde yaşananlar burjuva egemenlerin sınır tanımaz gaddarlığına ve ikiyüzlülüğüne dair korkunç örneklerdir.
731. Birimin toplama kamplarında kalan binlerce insan canlı canlı kesildi. Viviseksiyon denilen canlı kesim uygulaması, insanlar çeşitli mikroplara maruz bırakılıp hasta edildikten sonra yapıldı. Viviseksiyona uğrayan insanlar arasında erkek, kadın ve çocukların yanı sıra bebekler de vardı. Bir diğer deney ise kan kaybını incelemek amacıyla yapılan ampütasyon deneyleriydi. İnsanların kolları ve bacakları kesilerek (ampute etme), yer değiştirilerek tekrar vücuda dikiliyordu. Aşırı yüksek sıcak ve soğuk ortamlarda bekletilerek vücudun ne kadar zamanda çürüdüğünün ve donduğunun tespit edilmeye çalışılması da bu deneylerden biriydi. Organların yerleri değiştiriliyor, mideler ameliyatla çıkarıldıktan sonra yemek boruları doğrudan bağırsaklara bağlanıyordu.
Vebalı pireler, bulaşıcı hastalık taşıyan insanların kullandığı kıyafetler ve kasıtlı bir şekilde hastalık bulaştırılmış daha birçok malzeme ile biyolojik saldırılar gerçekleştirildi. Bu saldırılar sonucunda halk arasında görülen kolera, şarbon ve veba gibi salgın hastalıklardan dolayı kimi tahminlere göre 400 binden fazla sivil insan yaşamını yitirdi.
İnsan bedeninde bıraktığı tahribatı incelemek için çeşitli mesafelerde el bombaları patlatıldı. Ateşli silahlar, kimyasal silahlar, çeşitli patlayıcılar ve mikrop yaymaya yarayan bombalar çoğu zaman kitlesel bir biçimde mahkûmlar üzerinde denendi. Sayısız denemenin yanı sıra, insan bedeni ölümcül dozlarda X-ışınlarına maruz bırakılıyor, gaz odalarında çeşitli kimyasal testler uygulanıyor, insanlar diri diri yakılıyor ve haşlanıyordu. Tüm bu insanlık dışı deneylerin yapıldığı birimin resmi adı ise “salgın hastalıkları önleme ve su arıtma tesisi” olarak belirlenmişti.
731. Birimin vahşeti savaşın sonuna dek sürdü. 6 ve 9 Ağustos 1945’te ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atması ve Sovyetler’in Mançurya’ya girmesinin ardından 15 Ağustosta Japonya resmen yenilgiyi kabul etti. Sovyetler Mançurya’ya girdiğinde Japon birlikleri, 731. Birimin tesislerini ve yapılan deneylerin kalıntılarını yok etmeye çalıştı. Birimde çalışan insanlığın yüz karası savaş suçluları Japonya’ya ve Kore’ye kaçtı. İkinci Dünya Savaşının sona ermesinin ardından, savaş suçlularının yargılanması süreci başladı. Bu yargılama sürecinde emperyalist ikiyüzlülüğün bir başka örneği sergilenecekti. ABD işgal yetkilileri tarafından tutuklanan Işii ve ekibi, yaptıkları korkunç deneylere ait bilgi ve belgeleri vermeleri karşılığında 1946’da Tokyo mahkemesinde savaş suçları savcılığından dokunulmazlık aldı. Hatta ABD, savaş suçlularını sığınmacı olarak kabul etmeyi teklif etti. Bu kirli pazarlığın sonucunda biyolojik ve kimyasal silah üretimine ve insanlar üzerinde yapılan deneylere ait tüm bulgular ABD’ye teslim edildi. ABD elde ettiği bilgiler sayesinde biyolojik ve kimyasal silah üretimini geliştirirken, bu silahları Kuzey Kore ve Vietnam’dan Orta Doğu’ya ezilen halklar üzerinde vahşice kullanmaktan geri durmayacaktı. 731. Birimin suçlarının üzerinin örtülmesi, ABD’nin Japon egemenleriyle yaptığı tek kirli anlaşma değildi kuşkusuz. ABD, hem attığı atom bombalarının hesabını vermek zorunda kalmamak, hem biyolojik ve kimyasal silah gücünü elinde tutmak hem de Japonya’yı bölgede SSCB’ye karşı güvenilir bir kale haline getirmek için pek çok savaş suçunun üzerini kapatmayı tercih etmişti. Bu tarihsel gerçek, Japonya’nın işlediği vahşetin neden Hitler faşizminin Yahudilere karşı uyguladığı soykırım ve vahşet kadar gündeme gelmediğini de açıklıyor.
Emperyalist-kapitalist sistemde vahşetin ve riyakârlığın sonu yok, olamaz. 731. Birim bunun bir örneği ancak sadece acı bir geçmişten ibaret değil. İnsanlık bugün de haksız ve emperyalist savaşların yıkımıyla karşı karşıya. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Tayvan gerilimiyle Pasifik sularındaki ısınma, Üçüncü Dünya Savaşının ateşini daha da kızıştırdı. Emperyalist kapitalist sistemin efendileri peşi sıra nükleer tehditler savuruyorlar. Tehditleri salt blöf olarak görmek, içinden geçilen dönemin çelişkilerle yüklü çatışmalı karakterini küçümsemek demektir. Dahası blöf olsa bile, bu blöfün yapılabiliyor olması durumun vahametini ve tehlikenin büyüklüğünü tek başına ortaya sermektedir.
Kapitalizmin bugünkü koşullarda ayakta kalabilmesinin tek yolu, son derece gelişkin yıkım araçlarına daha çok sarılmasından geçiyor. Dünya ölçeğinde militarizasyonun tırmandırılması, otoriterleşme dalgasının adım adım yayılması, Üçüncü Dünya Savaşında safların keskinleşmesi bunu gösteriyor. Dünya işçi sınıfı örgütlenip bu gidişata müdahale etmezse, bu yolda varılacak yer belli: Topyekûn yok oluş. Buna karşın topyekûn kurtuluşun yolu ise tüm dünyada sürüp giden zulmün, yağma ve talanın, açlık ve sefaletin, riyakârlığın, çürüme ve yozlaşmanın, kısacası kapitalist sistemin yıkılmasından geçiyor. Evet, gezegenin ve insanlığın esaslı bir temizliğe ihtiyacı var ve bunun tek yolu DEVRİM!
[1] Bkz. Can Aytekin, Kraliçe Öldü, Monarşi Yıkılmayı Bekliyor!, marksist.com
[2] Bkz. Kerem Dağlı, İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında, marksist.com
link: Can Aytekin, Japonya’nın Auschwitz’i 731. Birim ve Emperyalist İkiyüzlülük, 24 Kasım 2022, https://en.marksist.net/node/7803
Hazretleri!
COP27: İklim Değil Riyakârlık Zirvesi