Türkiye, cumhuriyet tarihinin belki de en kırılgan ve belirsizliklerle yüklü döneminden geçiyor. İçinden geçilen olağanüstü döneme olağanlık süsü vermek için bir seçim süreci dizayn etmeye girişen faşist rejim, çoktandır kurumsallaştırdığı iktidarının yıkılmasını engellemek için her şeyi yapıyor. Arttırılan baskılar, yasaklar, saldırılar yetmezmiş gibi, melun planlar da devreye sokuluyor. İstiklal Caddesinde 13 Kasımda gerçekleştirilen kanlı saldırı böylesi bir kirli atmosferde gerçekleşmiş bulunuyor. Bu saldırıyı organize eden güçler henüz bilinmiyor. Ama bunun basit bir bombalama eylemi olmayıp, içinden geçilen iç ve dış siyasal koşulların pek çok yönüyle dikkate alınmasını zorunlu kılan kompleks bir saldırı niteliği taşıdığı aşikâr olduğu gibi, rejim güçlerinin her halükârda bu saldırıyı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için çok yönlü bir çaba içerisinde oldukları gözlerden kaçmıyor.
Öte yandan, bu saldırının toplumun geniş kesimlerine 2015 Haziran-Kasım seçim sürecinde yaşananları hatırlattığı da görülüyor. Zira seçimler yaklaştıkça yine benzer şeylerin yaşanacağı beklentisi son derece yaygındır ve bu beklentiyi besleyenin tüm eylemleriyle bizzat rejim olduğu da bilinmektedir. Nitekim İstiklal Caddesinde gerçekleşen saldırıya dair servis edilen senaryo da tutarsızlıkları ve inandırıcılıktan yoksunluğuyla bunu güçlendirmektedir. Soylu’nun ilk anlarda ağzından çıkan ifadeleri dört başı mamur bir senaryoya dönüştürmeye kalkan rejim güçleri yarattıkları çelişkilerle alenen çuvallarken, attığı her adımda ayakları birbirine dolanan bir rejim görüntüsü de sergilemektedirler.
Geniş bir toplumsal tabana sahipken yürüdüğü iktidar yollarında oynadığı oyunları, yıpranıp yuvarlandığı eğik düzlemde oynamaya kalkan bir rejimin karşı karşıya kaldığı sonuç bu olmaktadır. Bu yıpranmada, derin ekonomik kriz koşullarında yaygınlaşan yoksullaşmanın son bir yılda patlamalı bir şekilde yükselen enflasyonla katlanılmaz boyutlara varması, iktidarın üç ay sonra, beş ay sonra diyerek ötelemeye çalıştığı “kurtuluş” vaadinin gerçekliğinin olmadığının artık çok daha geniş bir kitle tarafından görülür hale gelmesi, işsizliğin ama özellikle de genç işsizliğinin yarattığı tepki ve tüm bunların geri dönüşsüz kıldığı güvensizlik ve öfke hali kuşkusuz başat rol oynamaktadır. Özellikle uluslararası alanda izlediği çizgi ve ekonomide izlediği politikalarla rejim ekonomik krizin emekçi kitleler üzerindeki yükünü hafifletme araçlarını da önemli ölçüde yitirmiştir. Nitekim sözünü ettiği hiçbir iyileştirmeyi şu ana kadar yerine getirebilmiş değildir. AKP’ye oy vermeye devam eden emekçiler bile artık Karadeniz gazına gelmemekte, yerli ve milli otomobille uçuşa geçmemekte, Kanal İstanbul çılgınlığıyla kendinden geçmemektedir. Gerçekler gayet sert biçimde kendini göstermektedir. İstediği türde bir seçim dizaynı zora girdiği ölçüde rejim toplumsal muhalefeti baskı ve yasakla boğmaya çalışmakta, kirli araç ve yöntemlerden daha fazla medet ummaktadır.
Rejimin şimdiye dek sayısız kez başvurarak aşındırdığı bir başka araçsa milliyetçiliği ve Kürt düşmanlığını kışkırtmak üzere kullandığı terör ve sınır ötesi operasyon silahıdır. Toplumun büyük çoğunluğu, öyle ya da böyle rejimin ne hedeflediğinin farkına vardığı için artık bu silah da eskisi kadar verimli olamıyor. Kaldı ki rejim her seferinde bunu göstere göstere yapar hale geldiği için inandırıcılığını büyük ölçüde kaybetmiştir. Bununla birlikte söz konusu durum bu araçlara başvurulmayacağı anlamına gelmemektedir, zira rejimin alet çantasındaki araçlar son derece sınırlıdır. İşte İstiklal Caddesi saldırısını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Oklar bu saldırıda Suriye’den mülteci kılığında gelen Arap bir İslamcı grubun varlığına işaret etmesine rağmen başta Soylu olmak üzere rejimin sözcüleri ve medya aparatları hâlâ PKK/YPG’yi hedef göstermeye devam etmektedir. Dahası İYİP başta olmak üzere burjuva muhalefet de faşist rejimin bu uydurma senaryosunu teşhir etmek yerine onu sınır güvenliğini sağlayamamakla eleştirmekte, mülteci politikası üzerinden vurmaya çalışmaktadır. Hatta İYİP gibileri rejimin çizdiği senaryo dahilinde hamaset yarıştırırken, Erdoğan da onu doğal olarak saf değiştirmeye çağırmaktadır. Vurgulamak gerekir ki rejimin izlediği Suriye politikası mülteci meselesinin çok ötesinde bir yıkıcı role sahiptir. AKP iktidarı 2012’den bu yana önce ABD planları çerçevesinde, daha sonra ise bizzat kendi hesapları doğrultusunda, kendi kontrolüne aldığı cihatçı çeteler üzerinden bu politikayı izlemektedir. Bu doğrultuda Afrin bilfiil bir Türkiye vilayeti haline getirilmiş, İdlib’de ise El Kaide/IŞİD kökenli cihatçı gruplarla ortak hareket edilen bir yapı kurulmuştur. Rejim pek çoğu maaşa bağlanan bu çeteleri Kürtlere karşı da, Esad’a karşı da kullanarak bugünlere gelmiştir. Üstelik devlet güçleriyle bu çeteler arasında bunun çok ötesine geçen kirli ilişkilerin olduğu da bilinmektedir.
Silah, uyuşturucu, kaçak akaryakıt ticareti gibi milyonlarca doların döndüğü kirli işler, bölgede her iki tarafta da dükalıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Son dönemde Esad’la anlaşmaya gitme çabaları tüm dengeleri altüst edecek bir gelişme olarak belirdiğinde ise kıran kırana bir mücadele başlamıştır. İdlib’in boşaltılması, Afrin’in Türkiye denetimindeki ÖSO yerine El Kaide kökenli HTŞ’ye bırakılması, irili ufaklı onlarca İslamcı grubun Türkiye denetimindeki yeni bir yapı altında birleştirilmeye çalışılması gibi gelişmeler, bu gruplar arasında kanlı çatışmalara yol açtığı gibi kimilerinin Türkiye’ye yönelik tepkilerini de arttırmıştır. Türkiye içinde büyük bir tepki doğuran ve rejimin kitle desteği bakımından güç kaybetmesinde etkisi bulunan Suriyeli mültecilerin ve elbette bunlar içindeki cihatçı unsurların bir kısmının yavaş yavaş Suriye’ye geri gönderilmesinin planlanması da bunu besleyen bir faktördür. Durum budur ve belirttiğimiz gibi İstiklal Caddesindeki saldırı Suriye’de konuşlanan Arap grupları işaret etmektedir. Fakat bu saldırının iktidara karşı mı gerçekleştirildiği, işin içinde doğrudan iktidarın parmağı mı olduğu, yoksa bizzat iktidar içindeki çatışmada bir tarafın diğer tarafa hamlesi olarak mı tasarlandığı henüz belirsizdir.
Bu saldırıyı PKK/YPG’ye yıkmak üzere organize bir senaryonun alelacele yazıldığı aşikârdır. Böylece bir yandan HDP hedefe konurken bir yandan da Rojava’ya bir türlü düzenlenemeyen askeri operasyonun zemini yeniden oluşturulmak istenmektedir. Rejim zaten kesintisiz operasyonlarla, kapatma davasıyla ve milletvekilleri için peyderpey getirdiği fezlekelerle HDP’yi etkisiz hale getirmeye çalışırken, Soylu, Bahçeli, Perinçek üçlüsünün bundan tatmin olmayıp HDP kapatılsın çığırtkanlığını ayyuka çıkartmaları şaşırtıcı değildir. Soylu, Perinçek ve Bahçeli aynı dalga boyundan HDP’yi hedef alırken, ABD’yi de açıktan hedef tahtasına oturtarak milliyetçi hassasiyetlere ikinci doz zehri de zerk etmektedir. Böylece “emperyalizmin maşası PKK-HDP” algısı güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Öte yandan avukat Jiyan Tosun’un ve Eren Keskin’in bizzat devlet içindeki güçlerin tezgâhladığı bir oyunla hedef haline getirilmesi de bu kirli senaryonun bir parçası olarak sahneye konmuştur. Gazeteciler aranmış, internet üzerinden açık kimlik bilgileri yayınlanarak Jiyan Tosun ve ailesine tehditler yağdırılmış, aynı tehditler Eren Keskin’e de yöneltilmiştir. Üstelik bu tezgâh Zafer Partisi denen faşist aparatın yöneticilerinden birinin bu içerikteki bir tweetiyle start almıştır. Ortada senaryosu yukarılarda acemice yazılan bir oyun olduğu açıktır. Öyle ki, Goebbels güdümlü medya bu saçma senaryoyu tutarlı kılmak için canhıraş bir uğraş vermekte ve “YPG IŞİD’lileri kurye olarak kullanıyor” zırvalamalarıyla sözde daha akılcı açıklamalar icat etmektedir. Malûm 2015’teki Gar saldırısının da “kokteyl terör” ürünü olduğunu iddia etmişti o dönemde iktidar güçleri.
Öte yandan yazılan senaryoda Kobani’den vs. söz edilerek Rojava’ya operasyonun yolu döşenmeye çalışılırken, bir şekilde Yunanistan da işin içine sokularak sinekten yağ çıkarılmaktadır. Fakat bu ve benzeri diğer paçavra senaryolar aynı zamanda düzenleyenlerin içine düştüğü aczi de göstermektedir. Çok açık ki, rejimin iç bütünlüğü artarak bozulmaya devam etmekte ve tam anlamıyla savrulmalar yaşanmaktadır. Bu açıdan rejimin dara düştüğünü gösteren pek çok emare vardır ve Erdoğan bu savrulmayı durdurmakta zorlanmaktadır. Bu rejim, gerek tabandaki zayıflamayı durdurmak gerekse rejimin iç bütünlüğünü korumak için içte ve dışta maraza çıkartarak korku, heyecan ve nefret dalgası yaratabilecek provokasyonlara sarılmayı işlevli bir araç olarak gördüğünü defalarca göstermiştir. Çeşitli yazılarımızda dikkat çektiğimiz gibi, Türkiye olağanüstü bir dönemden geçmektedir ve bu süreç pek çok melanete gebedir:
“Suriye topraklarına askeri saldırı, Irak’ta PKK’ye karşı sansasyonel başarılar gibi gösterilecek askeri operasyonlar, Ege’de kıytırık kayalıklar üzerinden geçmişteki Kardak krizi benzeri krizler çıkarmak, Akdeniz’de, Kıbrıs’ta kışkırtıcı adımlar atmak türünden provokasyonlar ihtimal dahilindedir. (…) İçte ise aynı Haziran 2015 seçimleri öncesinde ve sonrasında olduğu gibi sansasyonel suikastlar, bombalamalar, benzer paramiliter operasyonların cepte durduğuna şüphe yoktur. (…) Çoktandır narko-mafyatik bir karakter kazanmış olan kirli rejim güçleri, köşeye sıkışmış vahşi hayvanın gözünü karartarak her türlü melaneti yapabileceği bir noktadadır.”[1]
Rejimin bu son saldırıyı da tüm ihtiyaçlarına hizmet edecek kullanışlı bir araç olarak gördüğü aşikârdır. Geçtiğimiz haftalarda çıkarılan sansür yasasının ilk kitlesel uygulamasının bu saldırının ardından hayata geçirilmesi de tesadüf değildir. Nitekim “bant daraltma” kararıyla ve yayın yasağıyla halk rejimin yalanları dışında her türlü haberden mahrum kılınarak felce uğratılmak istenmiş ve test edilmiştir.
Böylesi bir karanlık dönemde emekçilerin her türlü kirli tertip ve saldırıya karşı uyanık kılınması, ama aynı zamanda mücadele ruhunun da beslenmesi yakıcı önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, “rejimin baskıları karşısında sinmek şimdiki durumu bile aratacak ve yıllar sürebilecek bir karanlık dönemin başlaması anlamına gelebilecektir. Faşizmin şirretliği karşısında «sabredelim geçer» demek en hafif deyimle aymazlıktır. Emekçi kitlelerin öfkesinin ve tepkisinin faşizme karşı mücadele doğrultusunda büyütülmesi bu rejimin defedilmesinin en güvenceli yoludur.”[2]
[1] Levent Toprak, Rejim Ömrünü Uzatmak İçin Her Türlü Melanete Başvuruyor (27 Haziran 2022), marksist.com
[2] Marksist Tutum, Canan Kaftancıoğlu Üzerinden Sallanan Faşist Sopa (15 Mayıs 2022), marksist.com
link: Marksist Tutum, Bir Bombalı Saldırı ve Birçok Hesap, 18 Kasım 2022, https://en.marksist.net/node/7799
Bir Kırlangıç Uyanışı: Politeknik Direnişi
Brezilya’da Lula İktidarı: Tehditler ve Açmazlar!