Marksist Tutum sayfalarında milenyum dönemecinden bu yana kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle boğuştuğunu, çıkış yolu bulamadıkça insanlığı da büyük felâketlere sürüklediğini, bunun örneklerini okuyoruz. Öyle ki artık çağımızda hemen her sorun hızla küresel bir krize dönüşüyor, birbirine eklemlenen krizler açlığı, yoksulluğu eşi görülmedik ölçüde derinleştiriyor, küreselleştiriyor. Nitekim geçtiğimiz yıllar dünyanın pek çok ülkesinde kapitalist krizlerin derinden sorgulandığı, emekçilerin meydanlara çıkarak bu gidişe sessiz kalmayacaklarını haykırdıkları, isyan dalgasının kıta kıta yayıldığı bir dönem oldu. Ne var ki böyle bir dönemde egemenlerin imdadına pandemi yetişmişti. Kapitalist sistemin efendileri krizi daha da derinleştirmek pahasına salgını alabildiğince köpürterek öfkeli milyonları bir süreliğine de olsa evlerine göndermeyi başarmıştı. O günlerde Marksist Tutum sayfalarında şöyle yazıyordu:
“Koronavirüs salgınıyla insanların gündelik yaşamını felç ettiler, bilinçlerini dumura uğrattılar ve salgın korkusunu tek gündem maddesi haline getirdiler. Ama her şey karşıtıyla birlikte vardır. Böylelikle insanlığın kaderinin ortak olduğunun çok daha rahat anlaşılmasının da önünü açmaktadırlar. Bu anlamda ulus-devletlerin, kapitalist kurumların ve kapitalist işleyişin daha derinden sorgulanacağı bir döneme gireceğimizi söylemek mümkündür. Kitleler zaten uzun süredir dünyanın dört bir yanında isyan dalgasını güçlendirip yükseltiyorlardı. Bugün yaşanan krizin emekçi kitlelerin tepkisini daha da harlamayacağı düşünülemez.”[1]
Bugün pandeminin de etkisiyle alabildiğine derinleşen krizin sonuçları çok daha yakıcı biçimde hissedilmektedir. Muazzam sermaye transferlerine, hak gasplarına, “büyük reset” gibi çılgın projelerine rağmen bıraktık sistemde bir iyileşme sağlanmasını, milyonlarca insan daha dipsiz yoksulluğun, açlığın, emperyalist savaşların içine itilmiş durumdadır. Ve elbette her şey karşıtıyla birlikte vardır. Kapitalizm bir yandan tüm çürümüşlüğüyle milyonlarca insanın yaşamını cehenneme çevirirken, diğer yandan emekçilerin yüreğindeki öfkeyi ve değişim arzusunu da büyütmektedir. Nitekim bugün dünyanın pek çok ülkesinde emekçi kitlelerin uzun yıllardır biriken öfkesinin yeniden meydanlara taştığını görüyoruz. Hayat pahalılığına karşı başlayan eylemler Latin Amerika’dan Uzak Asya’nın en ücra köşelerine dek dalga dalga yayılırken, çürümüş rejimlerin baskı ve yasakları da emekçi kitleleri durdurmaya yetmiyor.
Emperyalist savaş ateşinin Ukrayna’yı içine almasıyla Avrupa’da da ekonomik koşullar emekçiler için giderek daha katlanılmaz hale geliyor. Enflasyon Avrupa genelinde son 30 yılın zirvesine çıkarken, konaklama, ısınma gibi en temel ihtiyaçlar dahi kriz boyutuna dönüşmüş durumda. Çeşitli araştırmalar İngiltere gibi kapitalist ülkelerde bile on milyonlarca insanın geçinebilmek için yiyeceklerinden kısmak zorunda kaldıklarını gösteriyor.[2] Bu sefalet koşullarına karşı emekçi kitlelerin biriken öfkesi çeşitli biçimlerde sokağa yansıyor. Uzun yıllar sonra Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçilerin yoğun katılım gösterdiği kitlesel mitingler düzenleniyor, enflasyon altında kalan ücret artışlarına karşı grev ve direniş eylemleri dalga dalga yayılıyor.
Geçtiğimiz aylarda İngiltere’de mücadeleci sendikaların örgütlediği “Artık Yeter!” kampanyası ile onlarca şehirde eş zamanlı grev ve mitingler düzenlenmişti. Yüz binlerce emekçiye ulaşan bu kampanya İrlanda işçi sınıfını da harekete geçirdi. 24 Eylülde Dublin’de, “Hayat Pahalılığı Yükseliyor, Mücadelemiz de!” şiarıyla düzenlenen mitinge çoğunluğunu gençlerin ve kadınların oluşturduğu on binlerce İrlandalı işçi katıldı. Aynı hafta Belçika ve Avusturya’da da sendikaların çağrısıyla kitlesel mitingler düzenlendi. Birçok ülkeye daha sıçrayan ve hemen her sektörden işçilerin katıldığı mitinglerde yükselen faturalara sınırlama getirilmesi, ücretlerin enflasyon düzeyinin üzerinde arttırılması gibi talepler dile getiriliyor. Öte yandan sendikaların genel grev çağrısı işçilerde giderek daha fazla karşılık buluyor.
Krizin yakıcı sonuçları emekçi kitlelerin öfkesini büyütürken, sınıfsal mücadeleyi de keskinleştiriyor. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Avrupa’da da metal, lojistik, taşımacılık gibi dünya tedarik zincirinde temel önem arz eden işkollarında büyük çaplı grevler gerçekleştiriliyor. Haziran ayında Avrupa’nın en büyük limanlarından olan Hamburg Limanında yaklaşık 12 bin liman işçisinin çıktığı grev, Almanya’da son 40 yıldır gerçekleştirilen en büyük liman grevi olarak tarihe geçti. Benzer şekilde İngiltere’nin en büyük ticari limanı olan, Amazon, Bayer gibi firmaların Amerika’ya açılan kapısı niteliğindeki Felixstowe Limanında işçiler 30 yılın ardından grev kararı alarak limandaki tüm yüklemeleri durdurdular. Yine aynı sendikaya bağlı demiryolu işçileri birkaç gün arayla ülke genelinde demiryolu ulaşımını durdurdu. Son olarak geçtiğimiz günlerde Fransa’da petrol rafineleri ve akaryakıt istasyonlarında başlayan grevlere nükleer santral işçilerinin de katılmasıyla ülkedeki enerji sektörü durma noktasına geldi. Ekonomileri sarsacak nitelikteki bu grevlere işçi-emekçi kitlelerin büyüyen desteği ve katılımı, yeni sektörleri de içine alarak yayılan grev dalgasının önümüzdeki dönemlerde daha da yükseleceğine işaret ediyor.
İşçilerin grev silahını kuşanması Avrupa burjuvazisini de derin kaygılara sürüklemiş bulunuyor. Avrupa’nın “ileri demokrasi” ülkelerinde toplum üzerindeki baskı ve yasaklar arttırılıyor, sendikal hak taleplerine, gösterilere, grev hakkına açıktan savaş açılıyor. Almanya’da liman işçilerinin grevinin yasaklanmasının ardından Fransa’da Macron hükümeti “hayatı durduracak nitelikteki” grevleri yasaklayan, “gerektiğinde zorla çalışmayı” dayatan yasayı geçirmeye hazırlanıyor. Öte yandan, adeta “hayalet” görmüşçesine korkuya kapılan burjuva ideologları uyarı üzerine uyarıda bulunuyorlar. Köklü burjuva yayın organı Financial Times editörlerinden Sarah O’Connor, “Ülkemizin militan sendika grevleriyle sarsılmasına izin vermeyeceğiz” diyen Truss hükümetine şu manidar uyarıda bulunmuştu: “Bu söylem 1970’lerde anlam ifade edebilirdi. Fakat bugün ekonomiye yönelik yükselen tepki büyük ölçüde sendikaların baronlarından değil, tabanlarından geliyor ve bu, yeni grev yasalarıyla sihirli bir şekilde ortadan kaldırılamaz.”
Emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek reform olanaklarını yitiren kapitalizm baskı ve zorbalıkla hükmünü sürdürmeye çalışıyor. İşçi sınıfının uzun yıllar mücadele ederek ve uğruna büyük bedeller ödeyerek kazandığı haklar birer birer gasp ediliyor. Hep söylendiği gibi, kapitalizm boşluk tanımıyor ve sınıf bilincinin ulaşamadığı alanlara burjuvazi zehrini enjekte ediyor. Başta Avrupa olmak üzere pek çok ülkede mülteciler üzerinden yürüttükleri kirli siyasetle faşist yapılanmalar büyüyor, kimi ülkelerde iktidara kadar yükseliyor. Diğer yandan emekçi kitlelerin hayat pahalılığına, emeğin ve doğanın sömürüsüne, emperyalist savaşlara karşı büyüyen öfkesi kapitalizm karşıtı mücadelede birleşiyor. Burjuvazinin korktuğu gibi bu mücadeleler sertleşecek, yayılacak, buna şüphe yok, bundan kaçış yok. Burjuvazinin sık sık gördüğü hayaleti onların karabasanına çevirmek biz işçi sınıfının tarihsel görevidir.
[1] Oktay Baran, Çöküşün Bahanesi: Pandemi, marksist.com
link: İrlanda’dan Türkiyeli bir genç işçi , Avrupa Semalarında Bir Heyula Dolaşıyor, Yeniden!, 4 Kasım 2022, https://en.marksist.net/node/7788
Tarihin Tekerleği