Geçtiğimiz günlerde müzisyen Onur Şener Ankara’da bir eğlence mekânında kendisinden istenen şarkıyı söylemediği için katledildi. Üstelik katiller yaşanan tartışmanın ardından saatlerce Şener’in programını bitirip çıkmasını beklemiş, mekândan çıktığında kırdıkları bardaklarla yüzünü parçalayarak, şah damarını keserek kan donduran bir canilik sergilemişlerdi. Başta müzisyenler ve sanatçılar olmak üzere toplumun geniş kesimleri cinayete tepki gösterdi fakat bu vahşeti sergileyenlerin devletin farklı kademelerinde görevli bürokratlar olduğu ortaya çıktığında bu haklı öfke daha da büyüdü. Katillerin ikisi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında iş müfettişi, biri de Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş.’de elektrik mühendisiydi. Üstelik ikisinin adam yaralama, hakaret, kamu görevlisine görevini yaptırmama gibi nedenlerle sabıkaları vardı. Elbette yetkililer ve rejim medyası her zaman yaptıkları gibi bu vahşeti de sıradan bir bar kavgası, “münferit bir vaka” kılıfına sokarak rafa kaldırmak istediler. Ancak bu mümkün olmadı. Zira bu cinayetin nedeninin bireyler arasındaki husumet olmadığı, anlık bir öfkeyle işlenmediği, muktedir olanın, kendini muktedirin safında görenin tahakküm kuramadığını cezalandırma eylemi olduğu son derece açıktı. Bu cinayet, Türkiye’de siyasi iktidarın niteliğini, yapısını, hangi güçlerin ittifakıyla kurulduğunu, varlığını nasıl sürdürdüğünü ortaya koyan örneklerden biridir. Her türlü kötülüğü ve pisliği üretip besleyen zehirli bir toplumsal atmosfer yarattığının bir diğer ispatıdır ve dolayısıyla son derece politiktir.
AKP sözcüsü Ömer Çelik’in cinayetin ertesi günü yaptığı açıklama siyasi iktidarın tam da bu gerçeğin üzerini örtme çabasının bir ifadesidir: “Cinayet işlenir işlemez, kişilerin hangi bakanlıkta çalışmasının polemik konusu olması da bu acımasızlığın bir örneğidir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’nin her yerinde hiç istemesek şu meslek grubundan, şu cinsiyetten, şu kökenden bazı insanların cinayetlere imza ettiğini görüyoruz. Lanetliyoruz. Bu acı karşısında siyasi polemik üretmeye çalışanların ‘bundan hükümet, bakanlık, şu kurum sorumludur’ gibisinden yaklaşım içine girmesinin bu acıyı ve cinayeti istismar etmesinden başka bir yüzü yoktur. Buradan bütün kamu iradesini ilzam etmek, bu kadar mantıksız bir şey olabilir mi?”
Çelik’in katilleri atlayarak, hedefine kendilerinden cinayetin hesabını soranları koyarak bu sözleri ettiği gün ilzam edilmesinden şikâyetçi olduğu ve “kamu iradesi” dediği şeyin ne olduğunu anlatan bir örnek daha yaşandı. Yine Ankara’da, yine bir bürokrat tarafından, yine son derece vahşi bir başka cinayet işlendi. Adalet Bakanlığı Destek Hizmetleri Daire Başkanı Hâkim Serkan Tüzün, evli olduğu İlksen Tüzün’ü vurarak öldürdü ve ardından intihar etti. Cinayetin ardından Tüzün’ün Alperen Ocakları genel başkanlığından bu mevkiye getirildiği, 12 yıldır eşine şiddet uyguladığı, cehennem azabı yaşattığı, onu çocuklarıyla tehdit ettiği, ailesiyle görüştürmediği ortaya çıktı.
Fakat gelin görün ki bu vakada da sanki ortada bir cinayet, devletin güç ve yetki verdiği bir bürokratın işlediği vahşi bir cinayet yokmuş gibi, yine olayın siyasi polemik konusu yapılmaması istendi. Yine Çelik’in “kamu iradesi” diyerek korumaya çalıştığı bir başka kurum, Hâkimler ve Savcılar Kurulu, internet sayfasında bir taziye mesajı yayımladı ve “çalışma arkadaşları Serkan Tüzün’ün vefat ettiğini üzüntüyle öğrendiklerini” yazdı. Hiçbir kınama veya ayrım belirtmeden hem cani Tüzün’e ve hem de bu caniliğin kurbanı olan “sevgili eşine” rahmet diledi. Tıpkı Çalışma Bakanlığı gibi en küçük bir sorumluluk üstlenmedi, olayı basitleştirmeye, çarpıtmaya çalıştı. Öte yandan Seriyye Vakfı da yayınladığı taziye mesajında “Kıymetli kardeşimiz Serkan Tüzün ve eşine Allah’tan rahmet diliyoruz. Şahitliğimiz, imanlı bir yiğit oluşunadır” cümlelerini kullandı.
Bütün bunlar çok açık gösteriyor ki bu cinayetler faşizmin topluma yaydığı zehirli havanın ürünüdür. “Kamu iradesi” gibi süslü ve manipülatif laflarla gerçek niteliği gizlenen devlet kurumları, tarikatlar, vakıflar ve rejim medyası adeta kötülük üretim merkezlerine dönüşmüştür. Bunlar aynı zamanda faşist blok bileşenlerinin iktidar adacıklarıdır, rant kaynaklarıdır.
Erdoğan tarafından “Allah’ın lütfu” olarak nitelenen 15 Temmuz’un, bu blokun parçası olan Ergenekoncuların, bilumum derin devlet güçlerinin, mafya örgütlenmelerinin, siyasal İslamcı tarikat ve cemaatlerin gerici kadrolarının devlet kademelerine doldurulmalarının bahanesi haline getirildiği biliniyor. Bu süre boyunca meydanların, kürsülerin mafya liderlerine açıldığı, kan banyosu tehditleri yükseltildiği, muhaliflerin şeytanlaştırılarak hapislere tıkıldığı da öyle. Erdoğan’ın itaatkâr, kanaatkâr, kindar toplum yaratma çabalarının şekillendirdiği sıradan insanların bile sokaklarda, toplu taşıma araçlarında vs. muhalifleri, kadınları hedef almaları da aynı atmosferin ürünüdür.
Marx, “tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkarabilir” demiştir. Faşist rejimlerin yaptığı da budur; toplumun en gerici unsurlarını tepeye taşımak, onları sopa gibi kullanarak toplumun dokusunu şekillendirmek. Bugün milyonlarca gencin işsiz olduğu, üniversite mezunlarının iş bulamadığı, on binlerce kamu çalışanının kanun hükmünde kararnamelerle işten çıkarılıp “ağaç kabuğu” yemeye, sosyal ölüme mahkûm edildiği Türkiye’de siyasi iktidarın payandası olan faşistler, lümpenler, caniler devlet kademelerine doluşturuluyor. Bu kadrolar iktidarın olanaklarıyla donatılıyor, muteber sayılıyor, yetersizliklerinin ve lümpenliklerinin üzerine bir de güç zehirlenmesi yaşıyorlar. Kendilerini devlet olarak gördükleri için kendilerine karşı alınan en basit tutumları bile devlet düşmanlığı olarak yaftalayıp cezalandırmaya girişiyorlar. Kendilerini ülkenin, devletin sahibi olarak gören bu unsurlar işte tam da bu ruh haliyle, yaptıklarının hesabının hiçbir zaman sorulmayacağı, sorulamayacağı vehmi içindeler. Hesap vermek zorunda kaldıkları ya da daha üsttekiler tarafından günah keçisi ilan edildikleri durumlar olduğunda en ucuz yalanlarla, vatan-millet-Sakarya nutuklarıyla yakayı sıyırmaya çalışıyorlar. Her türlü kötülüğü yapmakta serbest olduklarını düşünüyorlar ve yapıyorlar.
AKP milletvekili Şirin Ünal’ın, evinde çalışan Özbekistanlı Nadira Kadirova’ya tecavüze yeltendiği ve dirençle karşılaşınca öldürdüğü aylarca konuşuldu ama bir soruşturma bile açılmadı. Ünal meclis toplantılarında, camilerde, açılışlarda, kokteyllerde boy göstermeye devam etti. AKP’li Bakan Nurettin Canikli’nin, 11 yaşındaki Rabia Naz Vatan’ı arabasıyla ezip öldüren Eynesil Belediye Başkanının yeğenini koruduğu ortaya çıktı. Ama suçlular ve suçluları koruyanlar ellerini kollarını sallaya sallaya gezip adlarını skandalların başrollerine yazdırarak servetler biriktirmeye devam ettiler. Evlat acısıyla yüreğini yaktıkları babaya deli raporu verdirmeye kalkıştılar. AKP Urfa milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ın ailesi ve korumaları Urfa’da seçim çalışmaları esnasında Şenyaşar ailesinin üç ferdini, önce işyerini ve ardından hastaneyi basarak katlettiler ama suçlular değil kıyıma uğrayanlar hapiste, kıyıma uğrayanlar her an muktedirin şiddeti ile karşı karşıya.
Atalarımız boşuna imam-cemaat kıyaslaması yapmamışlardır. Yukarıdan aşağıya doğru kendilerini muktedirle özdeşleştirenler, bu zehirli havayı soluyanlar aynı zalim tutumu almaktadır. Akademisyen Ceren Damar sınavda kopya çekerken yakaladığı ve ikaz ettiği öğrencisi tarafından öldürüldü. Cani sanığın avukatı, Damar’ın ailesine hakaret etmekten “evlatlarının kanı üzerinden siyaset yapmakla” suçlamaktan geri durmadı, “cinayet işlemeye çok yakın bir aile” diyebildi. Konya Şehir Hastanesi doktoru Ekrem Karakaya Temmuz ayı başında başka bir hastanede çalışan bir güvenlik görevlisi tarafından öldürüldü. Bunun üzerine sağlık çalışanları sağlık sisteminin geldiği durumu ve şiddete maruz bırakılmalarını protesto etmek için greve çıktılar, yürüyüşler yaptılar. Aynı kentte Cuma hutbesi veren bir imam grev yapan sağlıkçılar için “gel de doktorları öldürme, gel de dövme” şeklinde sözler söyledi. “Devlette devamlılık esastır” diyerek “herkes akıllı olsun” tehditleri savurdu. Diyarbakır’da bir hastanede yemek firmasının çalışanı kötü ve sağlıksız yemekleri boykot eden sağlık çalışanlarını silahla ateş ederek tehdit etti. Yemekleri boykot edilen firma “çalışanımızın suçunu bize yüklemeyin” minvalinde açıklamalar yayınlayarak koronavirüs salgını döneminde sağlık çalışanlarının yanında olmakla övündü…
“Ayaklar baş olmaz” diyenlerin, çıkarları uğruna toplumun dokusunu bozanların, faşist rejim kuranların, çürümüş, kokuşmuş, yozlaşmış, suça batmış bu rejimi ayakta tutmaya çalışanların toplumu sürükleyeceği yer bataklıktır. Nâzım Hikmet’in şiirlerinde onların, akarsuya, meyve çağında ağaca, ümide, insana, yaşama düşman olduğunu söylemesi boşuna değildir. Faşizm ancak bu düşmanlığı, insan nefretini, ayrımcılığı körükleyerek, ümidi, yaşam sevincini, duygudaşlığı soldurup öldürerek ayakta kalabilir. Kötülük yaparak, zulmederek, bu zulme ortaklar yaratarak varlığını koruyabilir.
Toplumu zehirleyip nefessiz bırakan bu rejimin emekçilere sunduğu tek şey baskı ve yasaklardan zulme, işsizlikten geleceksizliğe, yoksulluktan güvencesizliğe devasa bir kötülükler dizisidir. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin böyle bir rejim altında huzur bulmasının imkânı yoktur. O halde yapılması gereken kötülük ve zulüm saltanatı karşısında birleşmek, emek cephesini oluşturmak ve güçlendirmektir. Sermaye düzeninin, faşist rejimin kötülük ve zulüm ittifakına karşı emek ve özgürlük ittifakında birleşmektir.
link: Ezgi Şanlı, Onur Şener’in Katledilmesi Faşizmin Saçtığı Zehrin Ürünüdür, 10 Ekim 2022, https://en.marksist.net/node/7770
10 Ekim Ankara Katliamının 7. Yılı: Öfkemiz Daha da Büyüyor!
Fotoğraftaki Kız Çocuğu