Kopi Luwak... Dünyanın en pahalı kahvesi… Bir hayvan dışkısından toplanıyor. Şaka değil gerçek! Bu kahve, palmiye misk kedisinin (bilimsel adıyla Paradoxurus Hermaphroditus) dışkısındaki kahve çekirdeklerinden elde ediliyor. Endonezcede kahve anlamına gelen “Kopi” ve misk kedileri için kullanılan “Luwak” kelimelerinin birleşiminden oluşan ve dünya genelinde bu isimle bilinen bir kahve. Bu “özel” metanın üretiminin ve tüketiminin özüne detaylı baktığımızda ise kapitalist sistemin iç yüzünü görüyoruz.
Bu kahvenin üretim aşamasının merkezinde Endonezya adalarından biri olan Sumatra’da ve çevresindeki birkaç adada yaşayan misk kedileri var. Doğal ortamlarından koparılarak dar kafeslere kapatılan bu hayvanlar, sadece kahve meyvesiyle besleniyorlar. Ancak kahvenin çekirdeklerini öğütüp sindiremiyorlar. Dışkılarını yaptıklarında ise kahve çekirdekleri pisliklerinden ayrıştırılarak işleniyor. Ardından paketlenerek dünyaya ihraç ediliyor.
Merak edilecektir, peki bu kahve nasıl keşfedilmiş diye... Bu nokta bizi daha ilginç tarihi gerçeklere götürüyor. Endonezya, Hollanda sömürge yönetimi altındayken yerli çiftçilerin ve plantasyonlardaki kölelerin kendileri için kahve toplamaları yasaktı. Kahveyi üretmek için büyük bir sömürü altında çalışan yerliler, sıra kahveyi kendileri için kullanmaya gelince sömürgeci yönetimin baskı ve yasaklarıyla karşılaşıyorlardı. Bu insanlar misk kedisinin kahve meyvesini yediğini ve tohumlarını (kahve çekirdeklerini) sindirmeksizin dışkıyla vücutlarından dışarı attıklarını gördüler. Neticede misk kedilerinin dışkıları içerisindeki kahve çekirdeklerini ayıklayıp temizleyerek tüketmek zorunda kaldılar. Zamanla bu şekilde elde ettikleri kahvenin geleneksel olarak elde edilen kahveden çok daha iyi bir tadı olduğunu keşfettiler. Plantasyon sahipleri bu durumu fark edip kahveyi denediklerinde ise hem kahvenin hem de misk kedilerinin geleceği artık farklı şekillenecekti.
Böylece hayvan dışkısından seçilerek işlenen bu kahve artık lüks bir ticari ürüne dönüşüyordu. O döneme kısaca bir bakıp sömürgeciliğin Endonezya topraklarındaki gelişimini anlarsak, sömürgeci ticaretin arka planını ve kahve üretiminde çalışan yerlilerin nasıl bir açgözlülükle sömürüldüğünü görürüz.
Sömürgecilik dönemi
Kapitalizmin ilk geliştiği Avrupa ülkelerinin çoğunda olduğu gibi Hollanda da zenginliğin temelini sömürgeleştirdiği ülkelerin yağmalanması oluşturur. Sömürgeci Hollanda 18. yüzyıldan itibaren tüm Endonezya’yı kuşatmıştı. Sömürgeciliği zamanında çok geniş topraklara yayılmış olan Hollanda, bugün Endonezya topraklarının bulunduğu bölgede (İkinci Dünya Savaşına kadar “Doğu Hint Adaları” olarak geçmektedir) kurduğu şirketler aracılığıyla ticareti ele geçirmişti. Milyonlarca yerlinin yaşadığı adalarda 1900’lere kadar Avrupalı nüfus yüz bini bile bulmamıştı. Bölgede Çinli nüfus hatırı sayılır oranda (1860 yılında 150 bin civarında) olmasına rağmen esas olarak işleyişi Hollandalı tüccarlar belirliyordu. Çin nüfusunun yanı sıra çok düşük oranda Japon nüfusu da mevcuttu.
Hollanda sömürge yönetimi bölgede kurduğu hâkimiyetle yerli nüfusun yanı sıra Çin ve Japon nüfusu da kendi çıkarları doğrultusunda kontrol edebiliyordu. Farklı uluslarla kurulan ticari ilişkiler hem sömürgecilikten elde edilen ganimeti büyütüyor hem de bunlar yerli halkın isyan etmesine karşı gerektiğinde kendi yanında konumlandırılacak güçler olarak görülüyordu. Sömürgeci yönetim uyguladığı türlü politikalarla yüzyıllar boyunca sürecek yeni sorunların temelini de atıyordu.
Hollanda yönetiminin de ortak olduğu Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, işgal ettiği yerlerdeki yerel idarecileri sömürge yönetimiyle ticarete zorladı. Plantasyonlardaki köylüler en acımasız şartlarda çalıştırılıyor, istenilen ürünlerin üretimi arttırılıp istenilen ürünlerin üretimi sınırlanıyordu. Yerliler ürettikleri ürünlerin neredeyse tamamını vergi olarak sömürge yönetimine bırakmak zorundaydılar. 350 yıl Hollanda sömürgesi altında nice acılar çeken Endonezya halkı, 1917 Ekim Devriminin rüzgârı ve dünya çapında yükselen anti-sömürgeci mücadelelerin de etkisiyle 1900’lerden itibaren sömürge yönetimine karşı örgütlenmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon egemenlerin gözünü diktiği Endonezya, Japonların savaştan yenilgiyle çıkmalarının ardından bağımsızlığını ilan etti. Hollandalı egemenler Endonezya’nın bağımsızlığını tanımadılar ve yüzyıllardır sürdürdükleri sömürge utancının yanına katliam utancını da eklediler. Yüz bin civarında yerliyi katletmelerine rağmen yerli halkı mücadelelerinden vazgeçiremediler. 1949’da Hollanda’nın da tanımak zorunda kaldığı Endonezya, sömürgeciliğin prangalarını atarak ulusal bağımsızlığını kazandı.
Sermaye “kedi bokunu” da metaya dönüştürür
İşte Kopi Luwak bu dönemin ürünüdür. Sermayenin büyümesi ve bir avuç asalağın semirmesi uğruna sömürge halklar ve doğa vahşice sömürülmüştür. Sermaye kârını büyütmek için misk kedisi dışkısının içindeki “cevheri” de değerlendirmekten ve lüks bir metaya dönüştürmekten geri durmadı. Egemenler Kopi Luwak tüketimini ilk dönemler mide bulandırıcı bulmuşlardı ama ne zamanki söz konusu kahvenin lüks bir ticari ürün olabileceği keşfedildi ve işte o zaman her şey değişti. Bu kahveyi tüketmek zorunda kalan halkı aşağılayan burjuvalar midelerinin bulantısını bir kenara bırakarak Kopi Luwak’ı kullanmaya başladılar. Burjuvazi, lüks bir ürün ve statü simgesiyse “kedi boku bile olsa yeriz ve bundan para kazanırız” diyordu. Bu durum kapitalizmde maddi ve manevi her şeyin metaya dönüştüğünü göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Sermaye sınıfı “kedi bokunu” üretmek için doğaya müdahale ediyor ve hayvanlara acı çektiriyor. Doğal ortamlarından koparılarak kafeslere tıkılan misk kedileri, zamanla avcılık özelliklerini kaybediyorlar. Normal hayatlarındaki beslenme alışkanlıklarına aykırı olarak tek tip bir diyet uygulamak zorunda bırakılan bu hayvanlar, tüm bu zorlayıcı koşullardan ötürü tam anlamıyla çılgına dönüyorlar. Kimi zaman özgürlüklerine kavuşmak için kafeslerini kemirip tırmalıyorlar, kimi zaman bulundukları daracık yerlerde aynı hareketleri sürekli tekrarlıyorlar, kimi zaman ise kendi bedenlerini kemiriyorlar…
Bunca eziyetin yanı sıra besin öğeleri ve vitaminler bakımından oldukça yetersiz kalan bünyeleri günden güne kötüleşiyor. Daha yavruluklarından itibaren bir avuç zenginin “damak tadı” için kullanılan kedilerden bir kısmı yetişkin hale gelemeden ölüyor. “Kahve üreticisi” bu kediler olur da bu süreçten sağlam çıkarlarsa, yani yaşlanırlarsa veya verimleri düşerse artık uyum sağlayamayacakları doğal ortamlarına salınıyor. Yani sırf kâr uğruna senelerce yapay yaşam şartlarına zorlanan kediler kâr getirici özelliklerini kaybettiklerinde ölüme terk ediliyorlar. İşte kapitalist açgözlülüğün ve kapitalist düzenin ne denli çürüdüğünün yeni bir örneği!
link: Engin Yüksel, Kopi Luwak: Bir Kahvenin Aynasında Kapitalist Düzen Gerçeği, 12 Temmuz 2022, https://en.marksist.net/node/7696
Rejimin Topluma Giydirmeye Çalıştığı Deli Gömleği Patlıyor
Gıda Krizinin Kaynağı Kapitalizmdir