Bugün dünya üzerinde iki yüzün üzerinde ülke, yüzlerce farklı dil, kültür ve inanca sahip binlerce farklı halk/topluluk bulunuyor. Modern insanın yüz bin yıllık tarihinde farklı serüvenlerden geçerek günümüze ulaşan bu topluluklar bugün geldiğimiz aşamada belki de ilk kez birbirlerine bu kadar benziyor. Benzer kıyafetler giyiyor, benzer yemekler tüketiyor, aynı müzikleri dinliyor, aynı filmleri izliyor, aynı romanları okuyor. Üstelik sadece yaşam tarzı değil, daha da önemlisi yaşam koşulları da giderek ortaklaşıyor. Bugün dünyanın neresine bakarsak bakalım insanlığın ortak sorunlarla boğuştuğunu görürüz. Ortak sorunlar farklı halklar arasında kader birliği yaratmış durumda. Ne var ki dünya çapında iletişimin ve etkileşimin bu kadar fazla olduğu, ortaklaşmanın giderek arttığı günümüz dünyasında bile halklar arasındaki önyargılar ortadan kalkmış değil. Adeta bir önyargılar dünyasında yaşıyoruz.
Bunun çarpıcı örneklerinden birini koronavirüs salgınıyla birlikte yaşadık. Hatırlanacaktır koronavirüsün Çin’de bir hayvan pazarında bulunan yarasalardan bulaştığı iddiasıyla birlikte, Batı’dan Doğu’ya düzen medyasının da kışkırtmasıyla tüm dünya Çin’deki yemek kültürünü tartışmaya başladı. Dünyada tüketimi yaygın olmayan bazı hayvan ve böcek türlerinin tüketiliyor olması “mide bulandırıcı” bulundu, Çin’de yaşayan insanlara karşı büyük bir nefret açığa çıktı. Çin’de bu tarz hayvan ve böcek türlerinin tüketiminin sanıldığı kadar yaygın olmadığı gerçeğini bir tarafa bırakalım, dünyanın farklı bir coğrafyasında, farklı çevresel koşullarda, farklı tarihsel arka planlarla varlığını sürdürmüş bir toplumun yemek kültürünün de farklı olması kadar normal ne olabilir? Bu durum coğrafi ve iklimsel koşullar nedeniyle Afrika kıtasında insanların siyah, kuzeyde ise beyaz derili, Asyalıların çekik gözlü olması kadar doğaldır aslında. Nesnel koşullar, din, kültür, gelenek ve görenekler açısından da belirleyici bir rol oynar. Örneğin böyle bir yemek kültürünün gelişmesinde hayli yoğun bir nüfusa sahip olan Çin’de geçmişte yaşanan kıtlıkların etkisi büyüktür.
Bir başka örnek de Hindistan’da ya da Arap coğrafyasında yaygın olan elle yemek yeme kültürüdür. Bu da farklı toplumlar tarafından tepkiyle karşılanır, mide bulandırıcı bulunur. Oysa örneğin Hindistan’da el parmaklarının maddenin farklı hallerini temsil ettiğine inanılır ve elle yemenin hem vücudu hem de bilinci ve ruhu beslediğine inanılır. Farklı kültürlerden gelen insanların yemek, giyim kuşam gibi konularda farklı alışkanlıklar sergilemesi de doğaldır. Nitekim Türkiye’de de eskisi kadar yaygın olmasa da ortak tabaklardan yemek yeme, yer sofrasında yemek yeme gibi dünyanın farklı kültürlerinden insanlara yabancı gelen bir yemek kültürü vardır.
Afrika deyince ne canlanır gözümüzde? Açlık, susuzluk, sefalet, medeniyetten hayli uzak yaşayan kara derili insan toplulukları… Hâlbuki Afrika kıtası insanlığın ortaya çıktığı yerdir. Antik Mısır’dan Helen’e nice medeniyetin bir parçası haline gelmiştir. Tek başına bu kıtada dünyadaki tüm dillerin dörtte biri konuşulur. Yeryüzünde bu kadar insan çeşitliliğine sahip bir başka kıta daha yoktur. Afrika kuzey ılıman iklim kuşağından güney ılıman iklim kuşağına kadar uzanan tek kıtadır, dünyanın en kurak çölleri, geniş tropik orman alanları, en uzun nehirleri, en büyük çağlayanları, ekvator bölgesinin en yüksek dağları burada bulunur. Bu bereketli toprakların adı anılınca bugün aklımıza gelenler elbette ki madalyonun diğer yüzü. Ancak madalyonun bu karanlık yüzünün sorumluları Afrikalı emekçiler değil, dünyanın her coğrafyasından sömürücü egemenlerdir.
Coğrafi koşullar, iklim ve tarihsel arka planlar dünyanın farklı bölgelerinde farklı kültürler ve yaşam tarzları yaratmıştır. Ancak esasında doğal yaşamın bir parçası olan bu farklılıklar yapay ayrım ve çatışmalara dönüşüyor, halkları birbirine düşman edebiliyor. Hâlbuki insanlık bugün ulaştığı noktayı farklı toplumların kolektif çabasına borçludur. Yani bu farklı insan topluluklarının her biri insanlığın gelişiminde önemli roller oynamıştır. Hele de yukarıda bahsettiğimiz ve bu önyargıların odağında olan halklar…
Mürekkep, pusula, barut, sulama kanalları, asma köprüler … İnsanlığın gelişiminde ve kentler kurmasında çok önemli yeri olan bu buluşlar Çinliler tarafından insanlığa kazandırıldı. Bugün yer hareketlerinin ölçümünde, depremlerin tespitinde kullanılan sismografın ilk örneği de M.S. 130’larda Çin’de yapılmıştı. Günümüzde kullandığımız onluk sayı sisteminin temeli Hindistan’da atıldı. Bugün sanayinin birçok alanında çok önemli bir yeri olan paslanmaz çelik Hindistan’da bulundu. İlk katarakt ameliyatı M.S. üçüncü yüzyılda ilk kez Hindistan’da yapıldı. Satranç oyunu Hindistan’da ortaya çıktı. İslam coğrafyası kimya, geometri, astronomi, matematik, optik ve tıp alanlarında sayısız önemli bilim insanı yetiştirdi. Bu bilim insanları saydığımız bilim dallarının gelişiminde çok önemli roller oynadı. Örneğin günümüz dünyasının önemli sorunlarından biri olan bulaşıcı hastalıklara dair ilk çalışmalar Müslüman bilim insanı İbn-i Sina’ya aittir. Dünyanın herhangi bir coğrafyasındaki herhangi bir topluluğa dair zihninde en ufak bir önyargı bulunan insanın, bu arka planı, insanlığın gelişimindeki bu kolektif emeği hatırına getirmesi gerekir.
Halklar arasındaki önyargılar egemenlerin silahıdır
Yukarıda sıraladığımız önyargılar basit ve zararsız görünebilir, ancak çok tehlikelidir. Gözünü kâr hırsı bürümüş egemenler sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda bu önyargıları beslemekten, tehlikeli silahlara dönüştürmekten çekinmezler. Örneğin kendi pazar alanlarını büyütmek, hegemonya yarışında ellerini güçlendirmek için paylaşım savaşlarına ihtiyaçları vardır. Ama emekçi halklar bilir ki savaş onlar için büyük acılar, kayıplar ve sefalet demektir. Bu yüzden onları savaşa ikna etmek, bir şekilde kitlelerin nezdinde savaşı meşru kılmak gerekir. Bunun için halkları düşmanlaştırmak, öcüleştirmek egemenlerin en büyük silahıdır.
Rusya’nın emperyalist çıkarları uğruna Ukrayna’ya saldırmasıyla başlayan savaşla birlikte bu gerçeklik bir kez daha kendisini ortaya koydu. Büyük bir yıkım başladı, insanlığın ödediği bedellere yenileri eklendi. Ancak savaşın tek sorumlusunun emperyalist Rusya olmadığı, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Rusya’yı kışkırtma ve gerilimi yükseltme politikaları da ortadadır. Bu politikaların yanı sıra, Ukrayna’ya sıçrayan emperyalist savaşla birlikte adeta Rusya’ya karşı bir nefret dalgası yaratma operasyonuna girişildi. İş öyle bir noktaya vardı ki, savaş karşıtlığı adı altında Dostoyevski’den Matruşka bebeklere kadar Rusya’yla ilgili ne varsa karalanmaya başlandı, Ukrayna’da milyonlarca Rusça kitap yasaklandı. Bugün Batılı emperyalistlerin itibarsızlaştırmaya giriştiği Dostoyevski, Tolstoy gibi Rus yazarlar olmasa dünya edebiyatı bir açıdan topal olmaz mıydı? Çehov yarattığı yöntemle dünya tiyatro tarihine damgasını basıp, bugün bile belirleyici rol oynamıyor mu? Sovyet sinema kuramcısı Sergey Ayzenştayn’ın sinema tarihine etkisini kim yadsıyabilir?
Ama bugün Rus halkına, kültürüne, değerlerine karşı girişilen karalama kampanyası bir istisna değildir. Tarih, sömürücü egemenlerin insanlığa yaşattığı nice acılara şahit oldu. Örgütsüz kitlelerin algı operasyonlarıyla egemenlerin kirli oyunlarının hem birer piyonu hem de kurbanı haline geldiği ya da göz yumduğu nice acı deneyime… Bu acı deneyimlerin en çarpıcılarından biri kuşkusuz Almanya’da yaşanan faşizm dönemidir. Faşist diktatör Adolf Hitler ve ekibi Alman emekçilerini öylesine zehirli bir propagandaya maruz bıraktı, öylesine manipüle etti ki, bunlar yıllarca bir arada yaşadıkları Yahudilere yapılan soykırım karşısında adeta hissizleştiler. Elbette faşistlerin türlü oyunlarına rağmen yapılanları kabul etmeyenler de vardı. Ama toplumun çoğunluğu bir akıl tutulması yaşıyordu. Bu akıl tutulması nedeniyle sadece Yahudilerin, Romanların değil, hastaların, sakatların ve komünistlerin katledilmesine de sessiz kalındı.
Fazla uzağa gitmeye gerek yok, yaşadığımız topraklarda da yüzyıllarca bir arada yaşayan halkların başına aynı çoraplar örüldü. Halklar birbirine düşman edildi. Bu sayede bu toprakların kadim halkları olan Ermenilere ve Rumlara yönelik katliamlar gerçekleştirildi. Bu toprakları asırlar boyunca yurtları belleyen insanlar tehcir edildi, mallarına çöküldü. Hâlbuki bu topraklara nice değer katmıştı bu halklar, birçok zanaat onların sayesinde gelişmişti. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin zanaatkârlığını, ustalığını kim reddedebilir? Bugün hâlâ Kürt halkına yapılanlar ortadadır. Türkiye’de faşist rejim ne zaman başı sıkışsa Kürtlere yönelik zehirli dilini çıkarıveriyor. Kürt halkına yönelik düşmanlığı kızıştırarak kendisine yönelen öfkenin yön değiştirmesini sağlamaya çalışıyor.
Eğer tarihin ipleri egemenlerin ellerindeyse halklar kendilerine biçilen rolü oynar. Ancak rollerin ters yüz olduğu, tarihin yelelerinin işçi ve emekçilerin eline geçtiği zamanlar da oldu. Bunların en görkemlisi bugün düşman edilmeye çalışılan Rus ve Ukrayna işçi sınıfının daha nice farklı etnik gruptan emekçilerle birlikte gerçekleştirdiği 1917 Ekim Devrimiydi. 1500’lü yıllarda kurulan Rus İmparatorluğu, 1917 yılına kadar onlarca ülkeyi ve yüzlerce halkı yutmuş haldeydi. Öyle ki Rusya “Halklar Hapishanesi” olarak nam salmıştı. Asırlar boyunca halkın sırtından kamçı eksik edilmemiş, milliyetçilik zehriyle emekçiler birbirine düşman edilmişti. Ancak gün geldi işçi sınıfı ayrı gayrılığı bir kenara bıraktı; kendi bayrağı altında, iktidar hedefiyle harekete geçti. Bir balyoz olup hayatı cehenneme çevirenlerin iktidarını alaşağı etti. Böylece halkların önyargıları aşıp da nasıl kaynaşabileceğini gösteren insanlığın önündeki en önemli deneyim oldu.
Hiçbir insan evladı içine doğacağı coğrafyayı ve koşulları seçemez. Kendi iradesinin dışında kapitalist dünyaya, bu önyargılar dünyasına gözlerini açar. Ancak insan, tüm yapay ayrımları bir kenara bırakıp, önyargılarından sıyrılarak büyük insanlığın bir parçası gibi hissetmeyi ve sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya için dövüşmeyi seçebilir. Bu seçim insanlaşma mücadelesinin önünü açacak, o büyük kurtuluşun yolunu döşeyecektir.
link: Elçin Karaca, Önyargılar Dünyasından O Büyük Kurtuluşa!, 18 Haziran 2022, https://en.marksist.net/node/7673
“Ölü Gemiler” Ölüm Getiriyor
Fırlayan Enflasyon ve İkiyüzlü İtiraflar