Dünya devi markalar, modaevleri, rengârenk vitrinler, türlü renk ve modellerde kıyafetler, ışıl ışıl aksesuarlar, çeşit çeşit kombinler, satın almaya teşvik eden reklamlar, kampanyalar, internet üzerinden anında siparişler, devasa taşıma ağı, fabrikalardan mağazalara, mağazalardan vitrinlere, evlere taşınan ürünler, milyonlarca insanın ağzına kadar dolu gardıropları… Bu fotoğrafa baktığımızda tam bir bolluk ve ihtişam görüntüsü ile karşılaşırız. Ancak bu ihtişam hem dünya nüfusunun çok az bir kısmı için geçerlidir hem de çok büyük bedelleri var. Dünyanın ciddi bir ekolojik kriz içinde bulunduğu günümüzde, petrokimya sektöründen sonra dünyayı en çok kirleten ikinci sektör haline gelen moda ve tekstil sektörü, bu krizin derinleşmesinde büyük bir rol oynuyor.
Pek çok sivil kuruluş, çevre örgütü ve hatta modacı, tekstil sektörünün bu denli ağır sonuçlara yol açmasının nedenini büyük markaların “hızlı moda” anlayışına bağlıyor ve derhal bu anlayıştan vazgeçilmesi gerektiğini söylüyor, bu akıma karşı kampanyalar düzenliyor. Bazı hükümetler ve çevre örgütleri büyük markalara üretim politikalarında değişikliğe gitmeleri yönünde “baskı” yapıyor, sözleşmeler imzalatıyor. Çevreye ve insan haklarına uygun biçimde üretim yapacağını taahhüt eden firmalara düzenleme yapmaları için bolca zaman ve teşvikler veriliyor. Ancak bu dev markalar hızlı, hatta daha da hızlı üretmeye ve satmaya devam ediyorlar.
“Hızlı moda” kavramı yaklaşık 30 sene evvel bazı büyük giyim markaları tarafından ortaya atıldı. Benimsenen bu modelle markalar bir giysinin tasarımcısının zihninden mağazalara taşınması arasındaki süreyi 15 günle sınırlandırma hedefini önlerine koyuyorlar, üretim, dağıtım, reklam, satış zincirlerini bu hedefe göre organize etmeye girişiyorlardı. “Hızlı moda” savunucularına göre, en trend giysiler en kısa sürede tüketiciye ulaşacak, daha çok ürün daha kısa zamanda daha ucuza satılacaktı. Bu yolla tüketici kendini “trendlere uygun ve iyi” hissedecekti! Modayı takip etmekle, modanın şekillenmesine eşlik etmekle zevk, tatmin ve ayrıcalık hissi yaşayacaktı! Giyim tekellerinin satışları ve kârları katlanarak artacak, endüstri büyüyecekti. Nitekim öyle de oldu. Fakat bu büyüme çok ağır sonuçlar doğurdu.
Bu ağır sonuçlara işaret ederek hızlı moda modeline karşı çıkanlar çeşitli çözümler, alternatifler öneriyorlar. Tıpkı burjuvazinin düşünce üretimiyle meşgul zirvelerinden yapılan kapitalizme reset atma, ekolojik kapitalizme geçme, sürdürülebilir kapitalizm için çaba gösterme çağrıları gibi “sürdürülebilir moda” çağrıları yapıyorlar. Sürdürülebilir moda modeli giysilerin tasarım, satış ve kullanım biçimlerinin dönüştürülmesini öngörüyor. Buna göre hammaddelerle birlikte giysilerin kalitesi ve dolayısıyla ortalama giyilme süreleri arttırılacak. Yenilenebilir, temiz kaynaklar kullanılacak. Geri dönüştürülebilir ürünler üretilecek. Kirliliği engellemek için zararlı maddelerin ve mikro elyafların salımı aşamalı olarak durdurulacak. Atıkların imhası için daha az zararlı yöntemler bulunacak. İnsanlar sürdürülebilir ve temiz modaya yönlendirilecek. İşçi haklarına ve doğaya saygı gösterilecek. Gelecek kuşakların da refah içinde yaşama şanslarını ellerinden alacak uygulamalara yönelinmeyecek…
Bu moda anlayışına göre üretildiği iddia edilen ürünler daha şimdiden rafları, askıları, vitrinleri doldurmaya başladı. “Tüketim çılgınlığına”, doğanın kirlenmesine karşı duran, “duyarlı” tüketiciler daha pahalı da olsa bu ürünleri tam bir iç rahatlığıyla satın alıyorlar. Oysa gerçekte yukarda saydığımız ilkeler kâğıt üzerinde kalıyor ve “sürdürülebilir moda”, aslında talebin bir başka biçimde körüklenmesinden, pazarların genişletilip derinleştirilmesinden yani ekolojik krizin büyütülmesinden başka bir anlam ifade etmiyor. Çünkü etiketinde ekolojik yazanından sürdürülebilir yazanına, klasiğinden reset atılmışına kapitalizm kapitalizmdir ve bu sistem altında doğaya ve insana kurtuluş yoktur. Moda ve tekstil sektöründe faaliyet gösteren kapitalistler daha fazla kâr elde etme ve rekabette öne geçme hırsıyla üretiyor; sürdürülebilir olup olmadığıyla ilgilendikleri tek şeyse kârları olmaya devam ediyor!
Elif Çağlı’nın, kapitalizmin, milenyum dönemeciyle birlikte tarihsel bir krize girdiği tespiti, doğruluğu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanmış bulunuyor.[1] Tarihsel kriz koşulları, kapitalizmin yarattığı ve derinleştirdiği sorunların kapitalizm altında asla bir çözümünün olmadığını, aksine her sorunun daha da büyüdüğünü kör gözlere bile çok açık biçimde gösteriyor. Kapitalizmin doğasından kaynaklanan sorunlar, büyüyen çelişkiler çözümün kapitalizmin yıkılmasında olduğunu bağıra bağıra haykırıyor. Nitekim “büyük reset” projelerini ortaya atanlar gibi sürdürülebilir moda önerilerini ortaya atanlar da açık seçik duydukları bu haykırışlardan korku duyuyor. Bu sesleri bastırmak, gerçekleri çarpıtmak yolunu seçiyor.
“Kapitalizmin tarihsel sistem krizi döneminde sömürü düzeninin doğada yarattığı yıkım şiddetlenerek hızlanmış ve son 250 yıllık dönemde kapitalist üretim biçiminin yarattığı doğadaki bozulma bir kırılma noktasına yükselmiştir; nicelik niteliğe dönüşmüştür. Küresel iklim değişikliğinin çok daha yıkıcı sonuçlarla kendini dışa vurması ile kapitalizmin tarihsel krize girmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Geldiğimiz evrede artık karşımızda bir ekolojik kriz bulunmaktadır.”[2] Moda ve tekstil sektörünün geldiği nokta bu gerçeğin bir diğer kanıtı olmaktan öte bir şey değildir. “Hızlı moda” kılığına bürünen bu gerçeklik kapitalist aşırı üretim ve kâr hırsının ta kendisidir.
Oysa sorunu kapitalizmde görmeyenler temel insan faaliyetlerinin yani üretim ve tüketimin yıkıcı sonuçlar yarattığını ileri sürerek insana düşmanlık etmekten, insanın doğanın düşmanı olduğunu söylemekten geri durmuyorlar. Hangi toplumsal ve tarihsel koşullarda, hangi insan sorularını sormaktan ısrarla kaçınıyorlar. “İçinde yaşadığı toplumdan ve tarihsel dönemden, ait olduğu sınıftan ve içinde bulunduğu maddi üretim ilişkilerinden soyutlandığında, aslında geriye bildiğimiz anlamda bir insan kalmayacaktır. Marx’ın dediği gibi, «insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.»”[3] Nitekim antropologların araştırmaları, insan türlerinin yüzbinlerce yıldır giyindiğini gösteriyor fakat giysi üretmek ve tüketmek 250 yıllık kapitalizm dönemi dışında hiçbir zaman doğaya böylesine büyük bir zarar vermedi. Demek ki mesele “insan faaliyeti” değil, kapitalizmin ta kendisidir.
Giyinmek, “giyinmek” ve moda…
İnsan diğer memeli türlerinden farklı olarak vücudunda koruyucu bir kıl örtüsüne sahip olmaması nedeniyle örtünmeye ihtiyaç duyan bir türdür. Türümüz soğuk veya sıcak iklim şartlarından, doğadaki çeşitli hayvan ve bitkilerden, sert zeminlerden korunma ihtiyacıyla hayvan postları ve çeşitli bitkilerle örtünerek giyinmeye başladı. Kesici aletlerin, kemikten iğnelerin, keten liflerinin vs. kullanılmaya başlamasıyla bu basit örtüler pek çok coğrafyada dönüşüme uğradı, gelişti. Çeşitli takılar ve “aksesuarlar” eşitlikçi-kolektivist insan topluluklarının yaşamına girdi ve kimi anlamlar da üstlendi. Ancak sınıflı toplumların tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte örtünmek, giyinmek bambaşka anlamlara büründü, insanlar arasındaki sınıf ve statü farklarını, bir insanın öteki insana göre üstünlüğünü ve ayrıcalıklı konumunu ortaya koymanın başlıca araçlarından biri haline geldi.
Tarıma geçiş, evcilleştirilen hayvanların yünlerinin kullanılması, derilerinin işlenmesi, örmenin, dokumanın, boyamanın gelişmesi, kültürdeki değişim giyime doğrudan yansıdı. Zaman içinde çeşitli stiller ortaya çıktı, yenilendi, değişti. Bu çeşitlenmenin ve değişimin temelinde sadece söz konusu tarihsel dönemde gerçekleşen teknolojik ilerlemeler, insanların hayal güçleri ve yetenekleri değil egemen sınıfların arzu ve yönelimleri vardı. Ezilen sınıflar için giyinmenin biçimi yoksullukla ve çok büyük oranda gün boyunca yapılacak çalışmaya uygunlukla belirlenirken, artı ürüne el koyan ve ayrıcalıklı bir konuma ulaşan egemen sınıflar için rütbeyi, statüyü, gücü, iktidarı, zenginliği ortaya koymanın en kestirme ve etkili yolu oldu. Tam da bu nedenle giyim, bazı tarihsel dönemlerde bugünün modern insanına fazlasıyla abartılı görünebilecek biçimlere büründü.
Mesela 1770-80’li yıllarda Fransa kraliçesi Marie Antoinette’in birlikte uzun zaman geçirdiği terzisinin, kuaförünün yönlendirmeleri ve tavsiyeleriyle giydiği gösterişli kıyafetler, taktığı peruk ve aksesuarlar tam bir çılgınlık halini almış, yalnızca dönemin Fransız aristokrasisini değil, Avrupa’nın tüm saraylarını derinden etkilemiştir. O dönemde Paris’in türlü mücevherler, kumaşlar ve lüks eşyalar akan sarayları diğer ülkelerin saraylıları için adeta bir moda kıblesidir. Kraliçe, başından 90-100 santim yukarıya uzanan puflar, peruklar, olabildiğince kabarık, olabildiğince geniş etekler giyerken gücünü, zenginliğini, ihtişamını ortaya koymakla kalmaz, bu yolla aynı zamanda siyasi mesajlar da verirdi. Amerikan bağımsızlık savaşına verdiği desteği, kralı çiçek aşısı olmaya ikna etmekten duyduğu gururu bu abartılı kıyafetlere ustalıkla yerleştirilen sembollerle gösterirdi. Onu taklit eden soylu kadınlar balo salonlarında, davetlerde bir soylu erkeğin üç misli kadar yer kaplayarak varlıklarını hissettirirdi.[4]
Fransa kraliçesinin ne giydiği o kadar önemli hale gelmişti ki bu kıyafetlerin Avrupa’da ve Amerika’da tanıtılması için bazı ilginç yollar bulunmuştu. Boyları 50 santimi, bir metreyi bulan ahşaptan, kâğıt hamurundan bebekler üretilmeye ve kraliçenin kıyafetlerinin mini kopyaları dikilerek bu bebeklere giydirilmeye başlanmıştı. Limanlardan gemilere yüklenen ve gittikleri kent ve ülkelerde belli bir ücret karşılığında üst sınıflardan kadınlar için sergilenen bu bebeklere, Antik Yunan mitolojisine göre yaratılan ilk kadın olan Pandora’nın adı verilmişti. Daha pratik bir yöntem olarak çizimler de yapılmaya başlanmış ve o çizimlerde soyluluk unvanı taşıyan kadın karakterlere yer verilmişti. Tüm bu yöntemler yalnızca üst sınıfları hedef alıyor, yalnızca onları cezbetmeyi amaçlıyordu. Moda saraylıların, aristokratların işiydi. Yoksullarsa “sans-culottes”, yani donsuzlar, baldırı çıplaklardı.
Marie Antoinette şatafatlı balolarda dans etmeye devam ederken baldırı çıplakların hem kraliçeye hem de onun izinden giden asalak soylu sınıfa karşı nefreti büyüdükçe büyüyordu. Kraliçenin “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği “baldırı çıplaklar” bu adlandırmayı gururla benimsiyor ve büyük bir cesaretle monarşiye karşı savaşıyordu. Toplumun bağrında doğmuş ve yeni bir sınıf olarak iyice güçlenmiş olan burjuvazi artık siyasi iktidarı ele geçirmek için sabırsızlanıyordu ve baldırı çıplakların öfkesini bu doğrultuda kullanıyordu. Nihayet 1789 Fransız Devrimi, açlık ve savaştan bıkan, soylu sınıflara karşı öfke içinde olan halkın mücadelesine yaslanan burjuvazinin; kralları, kraliçeleri, soyluları devirip egemen sınıf haline gelmesini sağladı. Marie Antoinette ise birkaç yıl sonra, 1793’te giyotine gönderildi.
Artık ne Marie Antoinette ne de üretimi yüzlerce saat alan abartılı ve pahalı kıyafetleri vardı. Yeni egemen sınıf olan burjuvazinin zengin bey ve hanımları en gösterişli biçimde giyinmeye devam ettilerse de, hatta sonraları soylulara özenip unvanlar satın aldılarsa da artık moda başka türlü şekilleniyordu. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarıyla kitleleri peşine takan burjuva devrim, giyim kuşamda soyluluk alametlerinin büyük oranda ortadan kalkması anlamına geliyordu. Kapitalizm baş döndürücü biçimde gelişiyor ve özellikle 1850’lerden itibaren dikiş makinesinin sanayide kullanılmaya başlaması üretimde büyük bir sıçrama yaratıyordu. Bu sıçrama pazarların genişletilmesi ihtiyacını doğuruyor, kapitalistleri modayı saraylara sıkışıp kalan bir olgu olmaktan çıkarmaya, kitlelerin gündemine sokmaya zorluyordu. Geçmiş dönemde moda çılgınlığının sembolü olan Pandora bebeklerin yerini vitrinleri dolduran cansız mankenler, o bebeklerin teşhir edildiği sergilerin, fuarların yerini gösterişli defileler alıyordu. Seçkin kentlerde moda haftaları düzenleniyor, çizimler yerini fotoğraflara, kataloglara, dergilere bırakıyordu. Kapitalizmin ruhuna uygun olarak giyim seri üretime daha uygun hale geliyor, giyimde “sadeleşme” yaşanıyordu. Üretim ve kâr arttıkça pazarı alabildiğine genişletmek için gösterilen çaba da artıyordu.
1900’lü yılların ilk çeyreğinde, kapitalizmin gelişmesinin ve emperyalizm aşamasına yükselmesinin yanı sıra dünyayı kan gölüne döndüren savaş, kadınların eşitlik ve demokratik haklar için mücadelesi gibi nedenler de moda anlayışını köklü biçimde etkiledi. Eskinin kimi kalıntıları iyice ortadan kalktı, özellikle emekçi kadınlar için hareket serbestliği sağlayan, şapka, eldiven, dantela gibi aksesuarlar, korseler barındırmayan, daha sade kıyafetler, daha kısa etekler öne çıktı. Bu durum giysi üretimini daha da kolay ve hızlı, dolayısıyla daha da ucuz hale getirdi. Hem pazarlar hem de pazar ihtiyacı büyümeye devam etti. Moda akımları daha hızlı değişmeye, dünyaya daha hızlı yayılmaya başladı. 1930’lardan itibaren televizyonun kullanımı yaygınlaştıkça modanın hızı da arttı. 1960’larla birlikte kentleşmenin de doruğa çıkmasıyla giyim konusundaki bölgesel, yöresel farklılıklar daha hızlı biçimde ortadan kalkmaya, giyim adeta küresel ölçekte tektipleşmeye başladı. Üretilenlerin dünyanın dört bir tarafında alıcı bulabilmesi, pazarların genişlemesi, çok daha büyük oranlarda seri üretimin gerçekleştirilebilmesi mümkün oldu. Tüm sektörlerde yaşanan muazzam gelişmeler, teknolojideki ilerlemeler, dünya ticareti hacmindeki büyüme, hammadde ve ara ürüne ulaşmadaki kolaylıklar, her türlü giysi ve aksesuar parçasını kolaylıkla ve çok ucuza üretilebilir hale getirdi. Reklamlarla, genişletilen tüketim kalıplarıyla, sağlanan göreli ucuzlamayla, artan nüfusla birlikte sektör giderek daha da büyüdü. Nicelik bambaşka bir nitelik yarattı. Kapitalizmin, moda ve tekstil endüstrisinin eskisiyle kıyaslanamayacak biçimde değişiklik gösterdiği son yirmi-otuz yılına böyle gelindi.
Hızlı moda, hızlı kirlenme!
Bu kavram ortaya atıldığında ne kapitalistlerin en kısa sürede en çok ürünü satma eğiliminin ne de bu uğurda yapılan propagandanın yeni bir tarafı vardı. Çünkü “kapitalist üretimin temel motivasyonu insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Öte yandan üretim sürecinde elde edilen artı-değerin kâr olarak realize olabilmesi için üretilmiş ürünlerin satılması gerekir. Daha fazla satış daha fazla kâr, daha fazla kâr daha fazla yatırım, daha fazla yatırım daha fazla üretim, ve daha fazla üretim daha fazla satış zorunluluğu demektir. Sermayenin içinde döne döne büyüdüğü döngü budur. Bu döngünün devamında kilit sorunlardan biri (ama yalnızca biri) sürekli olarak büyüyen bir tüketimi güvence altına alma sorunudur.”[5] Yeni olan teknolojinin ve sektörün ulaştığı düzey ve ucuz, kalifiye işçilik nedeniyle 15 gün hedefinin pekâlâ “gerçekçi” olmasıydı. Nitekim bugün gelinen noktada, moda sektörü için 15 gün hedefi bile eskide kalmış sayılabilir. Trendler neredeyse bir hafta içinde değişiyor ve tam da bu nedenle çok değil 20 sene öncesine göre bugün %400 daha fazla kıyafet tüketiliyor! Dolayısıyla hızla büyümeye devam eden sektörün verdiği zarar da hızla büyüyor.
Rivayet odur ki terzisi, Fransa kraliçesi Marie Antoinette’e, “yeni bir moda yok, unutulanın dışında” demiştir. Bu sözlerin söylenmesinin üzerinden yaklaşık 250 yıl geçti. O dönemde bir moda akımı daha önceki akımları unutturacak kadar uzun yıllar sürerken bugün moda olan bir şeyin haftalar, günler içinde unutturulması ve moda olarak karşımıza çıkarılmak üzere sırasını beklemeye alınması gerekiyor. Haftalar içinde değişen “hızlı moda”, aslında büyük bir yeniliği olmayan, öncekileri büyük ölçüde tekrar eden ama satın alınmadığında kişinin kendini değerli hissetmeyeceği propagandası üzerine kuruludur. Tam da bu amaçla bugün televizyonlarda filmler, diziler, reklamlar, youtube, instagram gibi sosyal medya mecralarında adına influencer denilen kişiler, ekranlarda, sahnelerde, podyumlarda boy gösteren ünlüler, sokaklarda panolar, mağazalarda vitrinler her an her saniye “satın al, satın al” diye haykırıyor. Satın alınan her giysi parçasıyla beraber ona uygun bir başka giysi, bir aksesuar parçası, bir takı derhal “ihtiyaç” haline geliyor, yeni “satın al” komutları insanların beynini işgal ediyor. Bir giysiyi giyerek insanın özgür olacağı, bu giysiyle birlikte bir başka giysiyi tercih ederek fark yaratacağı, kalabalıkların içinden sıyrılıp göze çarpacağı, özgün ve yaratıcı görülüp ilgi çekeceği propagandası durmadan tekrar ediliyor. Giyim fark edilmenin, saygı görmenin, ciddiye alınmanın, keyif ve hazzın anahtarı ve bir tatmin aracı haline getiriliyor. Tüm bunları elde etmek için daha fazla satın almak gerektiği empoze ediliyor.
Sonra da sanki ortada hiçbir kışkırtma yokmuş gibi, insanın nesnel olarak sınırlı ihtiyaçları ile kapitalizm tarafından yapay olarak şişirilmiş istek ve arzuları arasında hiçbir çelişki yokmuş gibi bu durum tamamen normal ve insan doğasından kaynaklıymış gibi sunuluyor. İnsan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu ve insanların bu sınırsız ihtiyaçlarını karşılama yolunda rekabet içinde olduğu algısı yaratılmaya çalışılıyor. Bu yönde aralıksız bir ideolojik bombardımanla doğaya ve insana düşman kapitalizm insan doğasına en uygun sistem olarak meşru gösterilmek isteniyor. Oysa “hiçbir ideolojik bombardıman insanları kitlesel ve kalıcı biçimde, olmadıkları bir şey haline getiremez. İnsan, tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş, bu bağlamda değişen veya gelişen ama yine de sınırlı ihtiyaçlara sahip bir varlık olarak kalır.” (Oktay Baran, age)
Nitekim hızlı moda modeli adı altında aşırı üretimin bir sonucu olarak 2000’lerin başından bu yana tekstil üretiminde de satışlarında da hızlı bir artış yaşanmıştır. Oysa satın alınan giysilerin kullanım süresi çok büyük düşüş göstermiştir. Bu sürede satın alınan giysilerin büyük kısmı bir seneyi doldurmadan çöpe gitmiştir. Demek ki sınırsız olan ihtiyaçlar değil insanları satın almaya teşvik etmek için yapılan kışkırtmalardır. “İnsan ihtiyaçları sınırsız olsaydı, hangi kapitalist, insanların daha fazla tüketmesini sağlamak üzere milyarları reklamlara, pazarlama uzmanlarına, ürün çeşitlendiricilere, piyasa araştırmacılarına vb. harcardı?”[6] Dünya üzerinde yüz milyonlarca insan açlık çekerken geri kalanların daha çok tüketmeye yönlendirilmesi için reklam sektörüne yapılan harcamalar bile kapitalizmin artık insanlığın önünü tıkadığını ortaya koymuyor mu?
Üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zarar olarak tanımlanan ve birim karbondioksit cinsinden ölçülen karbon ayak izi takip edildiğinde, kapitalist sınıfa mensup insanların nasıl bir çılgınlıkla ve hiçbir şeyi umursamadan tükettiği ve dünyayı kirlettiği çırılçıplak açığa çıkmaktadır. Geniş tüketim olanaklarıyla kapitalist sınıfın insanları, her alanda olduğu gibi giyimde de amiyane tabirle tüketimin, lüksün dibine vuruyorlar. “Hızlı modaya” ayak uydurarak aynı hızla doyum, tatmin ve haz peşinde koşuyor, karnı tok ama gözü açlıktan dönmüş, üstünlük vehmine kapılmış birer insan müsveddesine dönüşüyorlar.
İşçi ve emekçi sınıflardan insanlarınsa bu denli tüketmesi, durmadan giysi satın alması, trendlere yetişmesi, bu sayede özendirildiği statüye ulaşması zaten mümkün değildir. Bugün dünya üzerinde neredeyse 1 milyar insan ciddi boyutlarda açlık çekmektedir. 270 milyondan fazla insan açlık nedeniyle ölümle burun burunadır. 4 milyar insan hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan yaşıyor. 3 milyar insanın ellerini yıkayabileceği lavabosu bulunmuyor. Bu açıdan bakıldığında kapitalistlerin işçi ve emekçileri böylesine derin bir yoksulluğa mahkûm etmesi ama aynı zamanda tüketimi büyütmek için bıkıp usanmadan yeni yol ve yöntem arayışıyla ucuz, kullan-at ürünlerle, giysilerle tüketimi kışkırtması ne anlama geliyor? Ortada böylesine büyük bir çelişki varken “sürdürülebilir moda” projeleriyle uğraşmak neyin ifadesidir? Kapitalizm milyarlarca insanda yoksunluk, yetersizlik ve değersizlik duygusunu körüklemekte, insanları hasta etmektedir. İnsan ruhunda, toplumda, doğada büyük çelişkiler ve tahribat yaratmak pahasına var olmaktadır. Yani egemenlerin sahte cennetleri ezilenlerin gerçek cehennemi üzerinde yükselmektedir.
2015 verilerini yansıtan raporlara göre tekstil sektörü 1,3 trilyon dolarlık bir hacme ulaşmış bulunuyor ve çok büyük bir bölümü kadın olmak üzere 300 milyondan fazla istihdam barındırıyor. Her yıl 53 milyon ton giysi üretiliyor ve bu üretim için büyük oranda yenilenmeyen kaynaklar kullanılıyor. Sentetik elyafların üretiminde kullanılan petrol, pamuk üretiminde kullanılan suni gübreler, elyaf ve kumaşların üretimi, boyanması ve aprelenmesi için kullanılan kimyasallar ve benzeri kaynaklar yıllık 98 milyon tonu aşıyor. Sektör yıllık olarak yaklaşık 93 milyar metreküp su kullanıyor. Bu hesaba göre bir tişörtün üretilmesi için gereken su miktarı bir insanın 2,5 yılda tükettiği su miktarına eşit. Dahası 2015’te tekstil üretiminden kaynaklanan sera gazı emisyonu 1,2 milyar ton karbondioksite eşdeğerdir. Bu miktar, tüm uluslararası hava ve deniz taşımacılığının toplamından fazladır. Tüm dünyadaki endüstriyel su kirliliğinin %20’si tekstil ürünlerinin boyanması ve işlenmesine bağlanabilir. Her yıl polyester, naylon veya akrilik gibi plastik bazlı tekstil ürünlerinin yıkanması sırasında ortaya çıkan yaklaşık yarım milyon ton mikro elyafın okyanuslara gittiği tahmin edilmektedir. Dahası bu koşullarda üretilen 53 milyon ton giysinin %87’si yani 46 milyon tondan fazlası atık olarak toprağa gömülüyor veya yakılıyor.[7] Moda ve tekstil alanında istihdam edilen işçilerse en kötü koşullarda ve son derece ucuza çalışıyor, özellikle çocuk ve kadın işçiler tüm dünyada sektörün ucuz işçi kaynağını oluşturuyor.
ABD’de pamuk ekimi için yok edilen ormanlar ve pestisitlerle zehirlenen toprak, Hindistan’da tekstil kimyasallarıyla zehirlenmiş sular yüzünden kanserden yüzlerce çocuğun öldüğü köyler, Türkiye’de kot kumlama işi yaptıkları için silikozisten ölen işçiler, Bangladeş’te 1000’den fazla işçinin hayatını kaybettiği Rana Plazalar, Şili’de Atacama çölünü dolduran atık giysi dağları, okyanuslarda plastik ve mikrofiber parçacıklarla zehirlenen balıklar, tüm dünyada havasız ve ışıksız merdiven altı atölyelerde çalışan kadınlar çocuklar... Bu manzara kapitalizmin manzarasıdır ve bu manzarayı yaratanlardan çözüm beklemek akıldışıdır.
“İnsanlık bir yol ayrımındadır. Bir yandan kapitalist barbarlık tüm gezegeni ve onun üzerindeki yaşamı yok etmekle tehdit ederken, diğer yandan bu dünyada bir cennet inşa etmenin her türlü potansiyeli mevcuttur; sınıfsız, sömürüsüz, barış, özgürlük ve refah dolu bir toplumun inşası son derece mümkündür. Bunun önündeki engel ve temel sorun, gelişimin önünde nesnel bir sınırın olması, dışımızdaki nesnel dünyanın dayattığı sınırlamaların bulunması sorunu değildir. Sorun, insan hayatını, emeği ve doğal kaynakları müsrif bir şekilde harcayan, çevreyi tahrip eden ve bilim ve teknolojinin potansiyelinin tam olarak gelişmesini engelleyen kapitalist özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi sorunudur. Kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırdığımızda tüm insanlığa yetecek bir bolluk ve refahı üretemememiz için hiçbir sebep de kalmayacaktır. Kapitalist sapkınlık ortadan kaldırıldığında, faaliyetinin kendisine ve onun sonuçlarına sahip çıkarak insan, emeğine, kendisine ve doğaya yabancılaşmaya son verebilecek, doğa üzerinde tahripkâr olmayan bir egemenlik kurabilecek ve böylece kendi kurtuluşunu gerçekleştirebilecektir. İşte o zaman sınırsız bir gelişim potansiyeli taşıyan insan, gerçek tarihini yaşamaya başlayacaktır.” (Oktay Baran, age)
[1] Daha geniş bir okuma için bkz: Elif Çağlı, “Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum”, “Kapitalizmin Hal ve Gidişatı”, “Çürüyen Kapitalizm”, “Kapitalizm Çıkmazda”, marksist.com
[2] Utku Kızılok, Ekolojik Kriz, Kapitalizmin Krizidir, marksist.com
[3] Oktay Baran, İnsan İhtiyaçları Sınırsız Kaynaklar Kıt mı?, marksist.com
[5] Oktay Baran, age
[6] Oktay Baran, age
[7] https://emf.thirdlight.com/link/2axvc7eob8zx-za4ule/@/preview/1?o
link: Ezgi Şanlı, Sorun “Hızlı Moda” mı, Kapitalizm mi?, 15 Aralık 2021, https://en.marksist.net/node/7528
Sierra Leone’deki Tanker Kazasının Hatırlattıkları
“Hep Çalışmak, Hiç Oynamamak!” İşte Kapitalizm!