Faşist rejim içeride ve dışarıda köşeye sıkıştıkça, kırılganlığı arttıkça, toplum üzerindeki baskıyı da arttırıyor. İktidarını kaybetme korkusu dağları sardıkça daha da tahammülsüzleşiyor ve gaddarlaşıyor. Muhaliflerini sindirmek ve susturmak, tüm toplumu kuşatma altına alıp sessizliği sağlamak için kullandığı araçların başında da cezaevleri geliyor. Adeta birer toplama kampına dönmüş bulunan cezaevleri ve burada mahkûmlara yapılan zulüm, çoktandır üzeri örtülemeyecek bir noktaya ulaşmıştır. Uydurma ve çok basit gerekçelerle dahi insanlar tutuklanmakta, hüküm giymedikleri halde uzun yıllar boyu tutuklu yargılanarak cezalandırılmakta, bunlar yetmezmiş gibi mahkûmlar cezaevlerinde insanlık dışı koşullara maruz bırakılmakta ve zulme uğramaktadırlar.
2005 yılında cezaevlerinde 55.870 kişi varken, 2021 yılında bu sayı yaklaşık 300.000 kişiye ulaşmıştır. Bu korkunç artışta dönüm noktası 15 Temmuz sonrasında girilen OHAL dönemidir. Bu süreçte estirilen baskı ve saldırı dalgasıyla on binlerce insan cezaevine tıkılmıştır. Bugün Türkiye, tutuklu sayısının nüfusa oranı bakımından Avrupa birincisidir! Sadece 2016 yılından 2021 yılına kadar 127 yeni cezaevi inşa edilmiştir. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de kapasitesi 251.229 kişi olan 369 cezaevi bulunuyor.
Açtığı cezaevleriyle adeta övünen ve arsızca her sene şu kadar cezaevini “hizmete açtığını” söyleyen iktidara göre bu cezaevleri sağlıklı, güvenlikli, mekanik ve elektronik donanımlı, rehabilitasyona elverişlidir! Oysa gerçekte cezaevlerinde yer/yatak eksikliğinden mahkûmlar koridorlarda veya ranzalarda nöbetleşe yatmakta, insanlar “çıplak arama” başta olmak üzere çeşitli insanlık dışı uygulamalara maruz kalmakta, sağlık sorunu olan mahkûmların tedavileri bilinçli olarak engellenerek bu insanlar adeta canlı canlı mezara gömülmek istenmekte, açık görüşme hakkı gibi çeşitli haklar keyfi olarak engellenmekte ve kısıtlanmaktadır. Açıktır ki cezaevleri faşist rejimin muhaliflerinden intikam aldığı bir aygıta dönüşmüştür aynı zamanda…
Çıplak arama işkencesi, hasta tutsaklar, kadın ve çocukların durumu…
Cezaevlerindeki bu ağır koşulları ve yapılan haksızlıkları sürekli olarak gündeme getiren ve bunlara karşı mücadele yürüten Ömer Faruk Gergerlioğlu, bu konularla ilgili son beş buçuk ayda Meclise 294 soru önergesi verdiğini ve bunun sadece birinin cevaplandığını söylüyor. HDP milletvekili ve aynı zamanda insan hakları savunucusu olan Gergerlioğlu, özellikle “çıplak arama” konusunda yürüttüğü mücadeleyi örnek göstererek; bunun insanlık dışı olduğunu söyleyip çözüm için Adalet Bakanlığına soru önergesi verdiğini, Bakanlıktan “yönetmelik neyse uygulanan odur” diye cevap geldiğini, üzerinden çok geçmeden yeni bir yönetmelik çıktığını ve “çıplak arama” kelimeleri yerine “detaylı arama” ibaresinin eklendiğini belirtiyor. Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, kâğıt üzerinde bazı ibareler değişse bile “çıplak arama” ortadan kalkmamış, sadece adı değişmiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD) vb. kurumların hazırladığı raporlardan derlediğimiz ve bizzat tutsakların kendilerinden gelen bilgilere bakalım.
Mesela Sivas Açık Cezaevinde kadın bir gazeteci çıplak aramayı reddettiği için dayak yediğini ve kapalı cezaevine gönderildiğini anlatıyor. Ceza süresinin uzatıldığını, denetimli serbestlik hakkının elinden alınmak istendiğini söylüyor. Bu olaydan sonra kendisine tutanak tutuluyor ve “görevliye hakaret, tehdit, direnme, görevini yaptırmama” gibi iddialarla soruşturma açılıp üç gün hücre hapsi veriliyor.
Bu olayların münferit olmadığı ve birçok cezaevinde çıplak arama dayatmasının olduğu zaten açıktır. Öyle ki, kadın mahkûmlara menstrüasyon döneminde dahi pedleri çıkartılarak çıplak arama yapılmaktadır. Mahkûmların anlattıklarına göre hastaneye giderken de aynı şekilde arama yapılıyor. Çıplak arama uygulamalarının kadın, erkek, genç, çocuk, yaşlı demeden herkese dayatıldığı ifade ediliyor. Yakınları ile görüşmeye gelen ziyaretçilere de yıldırmak için aynı muamele yapılıyor. “Annem bu yaşına kadar böyle bir utanç yaşamadığını gözyaşları içinde anlattı” diyor hapiste olan bir kadın. Mahkûmun onurunu zedeleyerek direncini kırmak, onu dize getirmek için mahrem alanına bile elle arama yapılıyor, burada devlet de kanun da biziz mesajı veriliyor. Gergerlioğlu çıplak arama meselesinde pek çok insanın utancından dolayı yapılan zulmü anlatamadığını, hem utançlarından hem de daha fazla ceza alacakları için sesini çıkaramayanların olduğunu söylüyor. İnsanın onurunu, iradesini kırmaya çalışmak için ahlâksızlıkta sınır tanımıyorlar.
Cezaevlerindeki insanlık dışı ve kötü muamelelerden bir diğeri de mahkûmların sağlık sorunlarına kulak tıkanmasıdır. Ağır sağlık sorunu yaşayan insanların dahi tedavisi yapılmıyor. Hapishanede yüzlerce ağır hasta, onlarca kanser hastası, kendi öz bakımını yapamayacak kadar engelli ve hasta olmalarına rağmen hapishanede tutuluyorlar. Yüzlerce mahkûm hapishanelerde hayatını kaybetti. Pandemi döneminde ise işler iyice çığırından çıkmış durumda. 2019 yılından bu yana Covid-19, hapishanelerdeki yetersiz beslenme, hijyen koşullarının yetersizliği, depresyon gibi nedenlerle mahpuslar daha fazla hastalanıyor. Pandemi bahane edilerek hiçbir sosyal aktiviteye izin verilmiyor. İnsanlar yalnızlaşıyor. Salgına rağmen su kesintileri yaşanıyor. Kimi yerlerde duş için 30 kişilik koğuşa sadece 1 saat sıcak su veriliyor. Mahkûmlar koğuşu temizlemek için temizlik malzemeleri talep ettiğinde istekleri geri çevriliyor, kantinden alın deniyor. Kantindeki fiyatlar fahiş olduğu için buradan da alınamıyor. Hastalıklara zemin hazırlanıyor. İnsanlar hasta olduğu halde hastaneye gitmek istemiyorlar çünkü hastaneye gidip gelirken çıplak aramaya maruz kalıyorlar. Onurumuz daha önemlidir, gitmiyoruz diyorlar. Yetmiyor Covid-19 testi pozitif çıkarsa karantina hücreleri denilen yerlere tıkılıyorlar. Buralar kaldıkları koğuştan daha pis, bakımsız ve rutubetli olduğu için karantina iyice işkenceye dönüşüyor. Her testi pozitif çıkanı bu hücreye attıkları için karantina süresi 14 gün olduğu halde her yeni gelenle bu süre uzatılıyor. Tecrit içinde tecrit yaşatılıyor. Mahpuslar hasta olduklarında revire ya çıkarılmıyor ya da çok geç çıkarılıyor.
Hastane sevklerinde de durum aynıdır. Rutin yapılması gereken test ve kontroller aksıyor. Çoğu günlük kullanması gereken ilaçları bittiği halde temin edemiyor veya gecikiyor. Mahpusların diş tedavileri yapılmıyor. Hastaneye sevkin ambulansla yapılması gerekirken, ring araçları ile yapılıyor. Özellikle kanser, kalp, astım, epilepsi, şeker gibi ciddi hastalıkları olanların sağlıkları daha da kötüye gidiyor. Mahkûmlar muayene olurken kelepçesi çıkarılmıyor. Dışarıdaki insanların bakışları, doktorun hakaret ve aşağılamasından dolayı mahkûmlar psikolojik olarak da yıpranıyorlar. Muayene olurken hasta ile doktorun baş başa kalması gerekir ama jandarmayı çıkarmadıkları için hasta soyunurken veya derdini anlatırken rahat olamıyor. Aylardır hastane ve diğer talepleri karşılanmadığı için açlık grevi yapan hastalar bulunuyor.
Ağır psikolojik rahatsızlıkları olan ya da ağır ameliyatlar geçiren mahkûmlar bile tahliye edilmiyor. Tiroid kanserinden dolayı ameliyat olan bir mahkûm daha dikişleri iyileşmeden hastaneden hapishaneye gönderildiğini, pis ve bakımsız bir koğuşa konulduğunu, boynu dikişli olduğu halde koğuşu temizlemek zorunda kaldığını anlatıyor. Karaciğer nakli olan bir hasta “günde 10 tane ilaç kullanıyorum. Sağlık durumum kötü. Hastaneye sürekli gitmem gerekiyor. Hastaneye gidişte çıplak arandığım için hastaneye gidemiyorum” diyor. Yüzde doksan engelli, yürüyemeyen ve bağırsakları dışarda torbada olan bir hasta bile yani kendi öz bakımını yapamayacak kadar hasta olmasına rağmen hapishanede tutulabiliyor. Astım hastalarının sigara içilmeyen odalara geçme talepleri kabul edilmiyor.
Siyasi nedenlerle tutuklanan 65 yaşındaki bir mahkûmun 8 aydır böbrek kanseri olduğu halde muayenesi geciktiriliyor ve bu insan hastaneye götürüldükten 10 gün sonra hayatını kaybediyor. Bu da yetmezmiş gibi cenazesi bin bir zorluk çıkartılarak yakınlarına veriliyor, cenaze namazının kılınması polis tarafından engelleniyor. Kamuoyunun da yakından bildiği Ayşe Özdoğan, dördüncü evre sinüs kanseri hastası olan bir kadın. Yeni ameliyatlıyken mahkemeye çıkarılıyor. Hastane cezaevinde kalamaz raporu vermesine rağmen Adli Tıp kalabilir diyor. Mahkeme sırasında bayılıyor, ayıltıp mahkemeye devam ediyorlar. Mahkemeye kanser raporlarını sunuyor, tedavisinin gecikeceğini söylemesine rağmen mahkûm ediliyor. Ayşe Özdoğan yemek yemekte dahi zorlanıyor, yediği içtiği her şey burnuna kaçıyor. Yaşlı babası Alzheimer, annesi kanser hastası olan Özdoğan’ın eşi de cezaevinde. 8 yaşındaki çocuğu ise kalp hastası, şu anda onun da bakıma ihtiyacı var. Doktorların söylediğine göre en fazla birkaç yıllık ömrü kalan Ayşe Özdoğan’ın daha 9 yıl cezası var ve tahliye edilmesi zorunlu olduğu halde edilmiyor. Sadece kamuoyunun yoğun baskısı nedeniyle kendisine 3 ay daha infaz erteleme kararı verildi ve 3 aylığına tahliye edildi.
Hasta mahkûmların bu durumda tutulmaları ve tedavilerinin açıkça, kasıtlı biçimde engellenmesi kuşkusuz Adli Tıp kurumunun politik tutumunun sonucudur. Adli Tıp kasıtlı olarak en kötü durumdaki mahkûmlara bile “hapishanede kalamaz” raporu vermemekte, tam teşekküllü devlet hastanelerinin raporlarını kabul etmemekte ve ağır hasta mahkûmları bilerek ölüme terk etmektedir.
Cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı uygulamalardan en çok etkilenenler hiç kuşkusuz kadınlar ve çocuklardır. Şu anda 800’ü aşkın çocuk ve bebek hapishanelerde büyümek zorunda. Aynı aileden çiftler cezaevinde olduğu için dışarıda kalan çocuklara bakacak kimse olmuyor ve mağdur oluyorlar. Çocukların oyuncakları bile yönetmeliğe uygun olmadığı gerekçesiyle ellerinden alınıyor. Cezaevindeki çocuklar hayattan kopmuş durumda. Dışarıya çıkan çocuklar bunları ilk defa gördükleri için kediden, ağaçtan, topraktan korkar hale gelmiş durumdalar. Avludan gökyüzü bile netlikle görülemiyor çünkü tellerle kaplanmış. Beslenme ve psikolojik açıdan çok kötü durumdalar. Kreş var deniliyor ama kreşe giderken ufacık çocuklar dört kez aranıyor. Anneler bu yüzden çocuğun psikolojisi bozuluyor diye göndermiyorlar. Bebeklere bez verilmiyor ve genel ihtiyaçları karşılanamıyor.
Özellikle kadın mahkûmların koğuşları aşırı derecede yetersiz. Koğuşta 20 kişilik yatak olduğu halde 40 kişi kalıyor ama yemek 20 kişilik geldiği için yemekler yetmiyor. Mahkûmlar yeterli beslenemedikleri için zayıf düşüp hastalanıyorlar. Mahpusların maddi durumları elverişli olmadığı için çoğu zaman kantinden de yiyecek alamıyorlar. Kantin fiyatları 3 kat pahalı. Prizden kullanılan elektrik paralarını dahi mahkûmların kendisi ödüyor. Yasada “hamileler tutuklanamaz, cezası ertelenir ve bebek doğduktan 6 ay sonra tutuklama kararı olabilir” denmesine rağmen hapishanede birçok hamile kadın mahkûm bulunuyor. Yasal olarak hücre cezası 20 gün olduğu halde keyfi uygulamalarla aylardır hücrede tutulan mahkûmlar var. Birçok cezaevinde kadın tutsakların banyo yaptıkları yerlerin girişi-çıkışı kamerayla gözetleniyor.
Siyasi tutsaklara yapılan “özel muameleler”
Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere, cezaevlerinde herkes için koşullar son derece ağır olmasına rağmen devletin özellikle siyasi tutsaklara karşı çok daha zalimce davrandığı aşikârdır. Çünkü “adli suçlar” vatandaşların birbirlerine karşı işlediği suçlar olarak görülürken, “siyasi suçlar” devlete karşı işlenmiş suçlar olarak görülmekte ve intikam duygusuyla hareket edilmektedir. Onyıllardır devrimcilere, sosyalistlere, Kürtlere reva görülen zulüm 15 Temmuz’dan bu yana “FETÖ”cü denilerek içeri atılan on binlerce insana da uygulanmaya başlanmıştır. Mevcut iktidarın bakış açısına göre bu insanlar “asılmayıp beslenenler” kategorisinde olduklarından, her türlü işkenceyi, ağır ve kötü muameleyi hak etmektedirler.
Faşist rejim kendisine karşı en küçük bir muhalefete bile son derece tahammülsüz olduğundan, cezaevleri siyasi mahkûmlarla dolu. Uydurma gerekçelerle suçlayarak yargılama, bitip tükenmek bilmeyen yargılama süreci boyunca devam eden uzun tutukluluk süreleri, sistematik işkence, ağır ve insanlık dışı cezaevi koşulları… Gergerlioğlu gibi insan hakları savunucularının ve çeşitli insan hakları örgütlerinin raporları, faşist rejimin siyasi tutsaklara reva gördüğü zulmün belgeleriyle, mahkûmların insanın kanını donduran ifadeleriyle dolu.
Örneğin KHK ile işlerinden ihraç edilip hapishaneye gönderilen binlerce mahkûm, “savunmamız bile alınmadı, neyle suçlandığımızı bile bilmeden hapishanede tutuluyoruz” diyor. Bu çok tipik bir uygulamadır. Suçlamaların asılsız olması bir yana, dosyalara ve sözde kanıtlara yahut şahit ifadelerine sanığın avukatları dahi bakamamakta, kısacası insanlar neyle suçlandıklarını dahi bilmeden yıllarca tutsak edilmektedir.
Koğuşlar kapasitesinin çok üstünde insanla tıka basa dolu durumda. 20 kişilik koğuşlarda 50 kişi kalıyor. Yerde bile yatacak yer bulunamıyor. Birçok koğuş rutubetli, hatta duvardan su sızıyor, yatağın üstüne su damlıyor. Kışın kaloriferler yakılmıyor, sıcak su verilmiyor. Mahkûmlar “hareketimizi kısıtladığı için ranzaların yerini değiştiriyoruz, infaz koruma memurları küfürlerle gelip eski haline getiriyorlar. Askeri kural dayatılıyor. İtiraz ettiğimiz için iyi hal, denetimli serbestlik, koşullu salıverme durumları yakılıp hapis süremizi uyduruk sebeplerle uzatıyorlar. Mahkemede etkin pişmanlıktan yararlanmadığımız için denetimli serbestlik koşullarından faydalanamıyoruz” diyorlar.
Siyasilerin koğuşlarına köpeklerle aniden baskınlar yapılıyor; mahkûmların kitapları, elbiseleri, iç çamaşırları yerlere fırlatılıyor. Ayakta sayım yapılıyor, mahkûmlar tek sıra halinde yürümeye zorlanıyor. Dışarıdan gelen kitabın herhangi bir yerinin çizilmemiş olması gerekiyor, bazı kitaplar da “bandrolü yok, bu eksik, şu eksik” gibi bahanelerle cezaevi yönetiminin keyfi uygulamalarına göre içeri alınmıyor. Avukatlarına ulaştırmak için yazdıkları savunma ve ihlallerle ilgili belgelerine el konuluyor.
Cezaevlerinde uzun zamandır pandemi bahanesiyle açık görüş yaptırılmazken, 1 Aralıktan itibaren 30 dakikayla sınırlı olmak üzere yeniden başlatılacağı açıklanmış durumda. Ancak burada da randevu vb. gibi engellemelerin devreye sokulduğu görülüyor. Yasalarda kapalı görüş sayısı ayda 3 günken fiilen 2 güne indirilmiş durumda. Görüş süresi 1,5 saat olmasına rağmen pandemi bahanesiyle 30-45 dakikayla sınırlandırılıyor. İnfaz koruma memuru karşısında düğmeni iliklemezsen darp edilip tek kişilik hücreye atılıyorsun. Bir mahkûm yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Bunlara uymadığımızda küfürler edilip çıplak aramaya maruz kalıyoruz. Kimliksizler, onursuzlar, devlet biziz diz çökeceksiniz diyorlar. Haftada 20 dakika telefonla görüşme hakkı var. Haftada iki gün, onar dakika konuşma talebine çoğu zaman yönetimin insafına göre karar veriliyor. Telefonda görüşme yaparken elini cebine soktu diye görüşme anında kesiliyor. Normalde her mahpusun haftada on farklı mahpusla, günde birer saat sohbet hakkı var, ama bu artık uygulanmıyor. Oysa bu uygulama yalnız veya iki-üç kişi kalan mahpuslar açısından hayati önemdedir. İnsan sosyal bir varlık ve onu bundan mahrum bırakmak korkunç bir cezadır. Keza avukat görüşünde de en ufak bir evrakı, mektubu, resmi elden veremiyorsunuz. Tüm bunların birtakım denetimlerden geçmesi gerekiyor. Uygun görülürse ulaştırılıyor.”
Tutsaklarla cezaevi idaresi arasında hiç bitmeyen bir psikolojik savaş mevcut. Örneğin size gelen mektubun içindeki kurutulmuş çiçeği almak için bile mücadele etmeniz gerekiyor. Bir babanın 11 yaşındaki oğlu yoğun bakımda ve hayat mücadelesi veriyor. Belki de son görüşü olacak ama savcı ve cezaevi yönetimi oğlunu görmesine izin vermiyorlar.
“Cezaevlerinde işkence yok” diyen yetkililere cevabı İHD ve TİHV’ye gelen raporlardan verelim: Mahkûmlar “karanlık oda”ya götürülüp çırılçıplak soyuluyor, dövülüyor, tehdit ediliyorlar. İşkence yapıldığını doktora muayene esnasında anlatırsa diye polis başında bekliyor, muayene yapılmıyor ve sağlam raporu veriliyor. Diz üstü çöktürülüp darp ediliyor ve hakaretler ediliyor. Mahkûmun birisi görüşme talebi olmamasına rağmen, baş memurla görüşmen var denerek götürülüyor. Dört gardiyan tarafından bir saat boyunca dövülüyor, tehdit ediliyor buradan cesedin çıkacak deniliyor. Olayın olduğu yerde kamera görüntülerine ulaşılmasına rağmen ertesi gün cezaevi tarafından siliniyor. İşkenceyi anlatanlara ise hücre cezası veriliyor. Birçok cezaevinde “süngerli oda” adı verilen bir hücre var. Süngerli odanın 2-3 metrekarelik bir oda olup etrafta yer yer insan dışkısı olduğunu, sidik ve dışkı kokusunun dayanılamayacak derecede olduğunu, tuvalet olarak sadece odanın içinde bir delik bulunduğunu ve buranın da kameradan görüntülendiğini bildiriyor mahkûmlar. 6 yıldır tutuklu olan genç bir kadın darp edilip hücre cezası almış, “süngerli oda”da cinsel saldırıya uğramış, maruz kaldığı olaylara dayanamayıp intihar girişiminde bulunmuş. Mahkûmlar “kimi neyi nereye şikâyet edeceğimizi bilmiyoruz. Yaşayan ölü gibiyiz” diyorlar.
Tüm bunlara devletin en üst kademesindeki yetkililerin yanıtı, ekranların karşısına çıkıp arsızca “hapishanelerde işkence iddialarını inceliyoruz” oluyor. 2018 yılında bir milletvekili Adalet Bakanlığına şunu soruyor: “Hapishanelerde işkenceden dolayı hakkında soruşturma açılan görevli var mıdır?” Adalet Bakanının verdiği cevap, “kurum içi uygulamalara ilişkin bilgi ve belgeler kamuoyunu ilgilendirmez” oluyor! İHD ve TİHV cezaevlerindeki ağır ve insanlık dışı koşulları anlatan yüzlerce mektup aldıklarını ifade ediyorlar. Gergerlioğlu başta olmak üzere özellikle HDP’li milletvekilleri “soru önergesi vermemize rağmen ya geçiştiren cevaplar alıyoruz ya da hiç yanıtlanmıyor. Hastaların durumuyla ilgili sorular sorduğumuzda, hastaneye gelip gidiyorlar denilerek gayri ahlaki cevaplar veriliyor” diyorlar.
Gergerlioğlu, Adalet Bakanı Gül’ü bu konular hakkında konuşmak için bizzat ziyaret ettiğini, inanılmaz ihlalleri anlattığını ve tüm bunlara cevaben bakanın kendisine “Ömer Bey, sen cezaevlerini beş yıldızlı otel mi sanıyorsun?” dediğini anlatıyor. Gergerlioğlu’nun dediğine göre AKP grup başkanvekili Cahit Özkan işkencenin belgesini istiyor: “Rüşvetin belgesi olmadığı gibi işkencenin de belgesi olmaz haliyle. İşkenceye uğrayan kişilerin kendisi zabit eşliğinde anlatıyor. Elimde tutanaklar var diyorum. Bize seçilmiş olan koridordaki olağan görüntüler izletiliyor. İşkence yapılan yere elbette kamera koymuyorlar. Bazen istisnalar olup gözden kaçırdıkları açıklar oluyor. Örneğin kamera görüntülerinde kol kırma olayı olmasına rağmen kesinlikle işkence yok deniliyor. AİHM ihlal kararı veriyor. Cezaevleri genel müdürüne soruluyor cevap alınamıyor. Bunun gibi yüzlerce olay oluyor. Korkunç bir işkenceye uğrayan mahkûmun mektubunu meclis başkanına sunduğumuzda, «kaba ve yaralayıcı ifadeler olan ifadeleri işleme almıyoruz» diyor Meclis başkanı. İşkence zaten nasıl kibar anlatılsın ki? Adı üstünde işkence! Adliyedeki suç duyuruları örtbas ediliyor. Sonuç alınamıyor. Meclisteki insan hakları inceleme komisyonu üyelerinin çoğunluğu MHP ve AKP’li vekillerden oluşuyor. Bu yüzden de işlerine geldiği gibi olayları kapatabiliyorlar. Soru önergeleri cevaplanmıyor ve incelenmiyor. Heyet oluşturup gidip inceleyelim talebini de kabul etmediler. 2007 yılına kadar milletvekilleri hapishanelere gidip istenilen bölümlere inceleme yapabiliyordu. 2007 yılından itibaren çıkarılan bir yönetmelikle sadece izin verilen yerler incelenebiliyor.”
Bu uygulamalar yetmezmiş gibi tutukluluk süresi biten mahkûmlar bir iki ay farklı koğuşa alınarak psikolog eşliğinde itirafçı olmaya zorlanıyorlar. Cezaevi gözlem kurullarında denetimli serbestlik vermemek için ikinci bir duruşma yapar gibi sorular soruluyor. “Örgütle bağı devam ediyor” veya “itirafçı olmadı” gibi gerekçelerle denetimli serbestlik hakkı gasp ediliyor. Buna karşı çıkan mahpuslara idari soruşturma açılıyor, zaten adil olmayan yargılamalarla içeri atılan mahkûmlar hapishanede de buna ilaveten ekstra cezalara tabi tutuluyorlar. TİHV’nin raporuna göre 2015-2021 yılları arasında 4610 kişi işkenceye uğradığı için başvuruda bulunmuştur. Bu başvuruların 875’i 2021 yılının ilk 10 ayına aittir.
Özetle ifade edersek, eskiden olduğu gibi bugün de devlet siyasi tutsaklara “özel muamele” yapmaktadır. Kuşkusuz 15 Temmuz’dan bu yana hem tutsak sayısında hem de işkence ve kötü muamele oranında artış yaşanmıştır. Devrimciler, sosyalistler ve Kürtler bu ceberut devletin karanlık yüzünü, zorbalığını, zalimliğini zaten gayet iyi bilmektedirler, şimdi yeni kesimler de bu gruba eklenmektedir. Özellikle dindar kesimden insanlar, geçmişte “terörist bunlar, hak ediyorlar” gözüyle baktıkları uygulamaların şimdi de “FETÖ”cü denilerek kendilerine uygulanması karşısında adeta şoka uğramış durumdadırlar. Bu faşist iktidar herkese gerçek yüzünü öyle veya böyle göstermektedir!
Bizler devrimci Marksistler olarak iyi biliriz ki, cezaevi sorunu da diğer toplumsal ve siyasal sorunlardan bağımsız değildir. Cezaevlerindeki tecrit, baskı ve yapılan bunca zorbalık, dışarıdaki toplumsal baskıların bir yansımasıdır. 12 Eylül faşizminin toplumun muhalif kesimlerine ve özellikle de devrimcilere yaşattığı acıları, insanlık dışı uygulamalarını unutmadık. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle hesaplaşılamadığı için bugün de sivil faşizm belasıyla mücadele etmek zorundayız. Haksız yere zindanlara atılan yüz binlerce insan bu düzene karşı korkunç bir öfke büyütmektedir. Sadece içerdekilerin öfkesi değil açık cezaevine benzeyen dışarıda da öfke mayalanmaktadır. Bugün faşist rejim düştüğünde kendisini neyin beklediğini iyi bildiğinden, iktidarda kalmak uğruna her türlü mezalimi yapacak tıynettedir. Mevcut rejim adı üstünde faşisttir ve ne haktan hukuktan ne de demokrasiden, insan haklarından anlayacak değildir. Gelinen konjonktürde faşist rejim, iktidarda kalmasının yegâne koşulunun daha fazla ve açık baskı olduğunu düşünmektedir. Cezaevleri de bu baskı aygıtının bir parçasıdır. Dolayısıyla devrimciler açısından, cezaevlerindeki haksız ve gayri insani uygulamalara karşı mücadele, devrimci mücadelenin bir parçasıdır aynı zamanda.
“Cezaevlerindeki tecrit ve baskılar gerçekte dışarıdan bağımsız değildir, aksine dışarıda toplum üzerine bindirilen baskıların bir uzantısıdır. Bu anlamda içerisi ve dışarısı birdir. Zaten tam da bu nedenle son tahlilde içerinin kaderi dışarıdaki mücadelelere bağlıdır. Bu saldırıları bertaraf edebilmenin tarihsel olarak kanıtlanmış tek tutarlı yolu düzene karşı devrimci bir mücadele yürütmek ve geniş işçi-emekçi kitleleri bu çizgiye kazanmaktır. Genel için doğru olan, cezaevleri sorunu için de doğrudur.” (Levent Toprak, Cezaevleri ve Sınıf Mücadelesi, marksist.com)
Bugün toplumdan yükselen sesler çok gür çıkmasa da biliyoruz ki zamanı geldiğinde yaşanacak öfke selinin önünde kimse duramayacaktır. Dışarının da içerinin de kaderi devrimci mücadelenin büyütülmesinden geçiyor. Bu zulüm düzenine son veren emekçiler, zalimlerden hesap sormasını da bileceklerdir.
link: Çiğdem Berrak, Cezaevleri ve Rejimin Zorbalıkları, 1 Aralık 2021, https://en.marksist.net/node/7519
Atsın Artık Şu Tepeniz!
Seattle’dan Bugüne: Kapitalizm Çıkmazda, İsyan Sürüyor!