Son iki yılda ekonomik krizin katlayarak arttırdığı işsizlik, düşen ücretler ve yükselen enflasyon, tüm dünyada yüz milyonlarca emekçiyi yoksulluk girdabına itti. Bunlara bir de özellikle metropollerde fahiş kira artışlarının eklenmesi, emekçilerin içine sürüklendikleri durumu iyice içinden çıkılmaz kıldı. Türkiye’de de tırmanan kiralarla, ödenemeyen konut kredileriyle ve milyonlarca öğrencinin yurt problemiyle barınma sorunu çok daha yakıcı hale gelmiş durumda. Kriz ve pandemi kapanmaları nedeniyle milyonlarca emekçinin işsiz kalacağının gün gibi açık olduğu günlerde kamu bankalarına düşük faizli kredi dağıttırıp milyonlarca insanı ev borcuna sokan ya da “faizsiz-kredisiz” konut vaadiyle ortalığı saran dolandırıcı şirketlerin kucağına iten siyasi iktidar, şimdi yükselen sesler karşısında kulaklarını tıkayıp gerçeği inkâr etmek dışında hiçbir şey yapmıyor. “Barınamıyoruz”, “yurtsuzuz” diyen öğrencilerse “terörist” ilan edilip, üzerlerine polis salınıyor.
Son süreçte pek çok ülkede gençler, işçiler, artan kiraları ve konut sorununu protesto etmek için sokağa dökülüyorlar. Almanya’dan Fransa’ya, Kanada’dan Amerika’ya on binlerce emekçi, “barınma insan hakkıdır”, “herkese konut”, “tahliyeleri durdurun”, “kiraları dondurun”, “kiradan nemalanmaya hayır”, “kâr için değil insan için konut” diyerek tepkilerini ve taleplerini dile getiriyor.
Ekonomik kriz nedeniyle birkaç ay içinde on milyonlarca işçinin işsiz kaldığı ABD’de, 2020 Nisanında yaklaşık 200 bin kiracının katılımıyla ülke tarihinin en büyük kira grevi gerçekleştirilmişti. Kirasını ödeyemez hale geldiği için evinden tahliye edilme riskiyle yüzyüze kalan yüz binlerce işçi, hükümetin kiraların dondurulması, kira ödemelerinin askıya alınması ve tahliyelerin yasaklanması yönünde harekete geçmesini isteyerek kira ödemeyi durdurmuştu. Tepkilerin yaygınlaşması üzerine hükümet 2020 Temmuzunda, evden çıkarmaları bir yıl boyunca yasaklayan bir moratoryum yasası çıkarmıştı. Ayrıca pek çok eyalet yönetimi bu durumdaki işçilere kira yardımı yapmak zorunda kalmıştı. Ne var ki bir yıllık sürenin dolmasının ardından Yüksek Mahkemenin süreyi uzatmaması, ev kiralarını geciktirmiş durumda olan milyonlarca Amerikalıyı evlerinden atılma riskiyle karşı karşıya bıraktı. Biden hükümeti halen bu krizi çözmeye çalışıyor.
Hollanda ve Almanya da işçi sınıfının kira sorununu yakıcı bir şekilde yaşadığı ve son aylarda yoğunlaşan eylemlerden de görüldüğü üzere tepkilerin giderek yükseldiği ülkelerden. Hollanda’da “evler insanlar içindir, kâr için değil” sloganıyla gerçekleştirilen gösterilere katılan emekçiler, barınmanın bir insan hakkı olduğunu söyleyerek, “spekülatörlere fırsat vermeyin”, “kira çılgınlığına karşı birlikte mücadele edelim”, “asgari ücretliler için buradayız” diye haykırdılar. Kira artışlarının durdurulmasını, kiraların düşürülmesini ve geçici kira sözleşmelerinin yasaklanmasını isteyen emekçiler, bunun yanı sıra sosyal konutların inşa edilmesini ve evsizlere ev sağlanmasını da talep ettiler. Fakat son derece haklı taleplerle bir araya gelen binlerce işçi, Ekim ayında gerçekleştirilen gösteride polis saldırısına uğradı ve onlarca insan gözaltına alındı.
Almanya’da ise protesto gösterilerinin yanı sıra, federal meclis seçimlerinin yapıldığı 26 Eylülde, Berlin’de, dev emlak şirketlerinin kamulaştırılması talebiyle bir de referandum gerçekleştirildi. Bağlayıcılığı bulunmayan bu referandumda, halkın %60’a yakını, ellerindeki 240 binden fazla daireyle kiraların artmasında ve konut sıkıntısında belirleyici bir rol oynayan büyük emlak şirketlerinin kamulaştırılmasını istedi.
Berlin Duvarının yıkılmasının ardından dizginsizce uygulamaya konan neoliberal politikalar sonucunda belediye konutları da özelleştirme furyasından payını almış ve Berlin’de belediyelerin elinde bulunan yüz binlerce daire emlak tekellerinin eline geçmişti. Zaman içinde kiraların ve ev fiyatlarının misliyle artmasına yol açan bu durum, önemli bir bölümü güvencesiz ve düşük gelirli işlerde çalışan işçilerin yanı sıra binlerce üniversite öğrencisini de büyük bir sorunla yüz yüze bıraktı. Bu sorun bugün çok daha büyük boyutlarda yaşanıyor. Onyıllardır saltanat süren neoliberalizmin “komünist marjinallik” ilan ettiği “kamulaştırma” talebinin milyonlarca emekçi için artık son derece meşru görülmesi, kapitalizmin saldırganlığının ve yıkıcılığının doruğuna tırmanmasının dolaysız ürünüdür. Müreffeh ülkeler olarak görülen Amerika’da ve Avrupa’da bile emekçilerin yaşam hakkının kitlesel ölçekte tehdit altında olduğu bu dönemde, öyle görünüyor ki sınıf mücadelesi çok daha radikal çıkışlarla yol alacaktır.
Bu durum elbette burjuvaziyi alarm zillerine asılmaya ve emekçileri atomize edip kolektif mücadeleden uzak tutmak için seferber olmaya itmektedir. Örneğin bugün işsiz kalan milyonlarca işçinin kirasını ödeyemediği için sokağa atılma tehdidiyle karşı karşıya olduğu Amerika’da, burjuvazi onlara “iç ferahlatan” bir çözüm önerisi sunuyor: Uygun krediyle oturduğunuz evi satın alın! Konut sorununu “kiracıları ev sahibi yaparak çözme”yi vaat eden bu model, New York Times gibi burjuva medya organlarınca “umut verici bir yöntem” olarak pazarlanıyor. Emekçileri son derece yakıcı hale gelen barınma sorunu karşısında bireysel çözüm arayışlarına yönelterek örgütlü mücadeleden alıkoymak ve emlak piyasasına taze kan akışını canlı tutmak için, onlara “gelirinizin en az %30’unu kira olarak öderken neden bunu ev sahibi olmak için kullanmayasınız” deniyor. New York Times’ın web sitesinde yer alan bir yazı ve videoda[1] bu bağlamda “iki farklı örnek”ten söz ediliyor. Bunlardan ilki, 1960’ların sonlarında San Francisco’da yaşanan bir tahliye direnişi hikâyesi.
1968’de, San Francisco’da, çoğu Filipinler’den gelen göçmenlerden oluşan düşük gelirli 150 işçi, kiralık odalarında kaldıkları International Hotel’den çıkarılmak istenir. Gerekçe, üç katlı bu otelin kentsel dönüşüm adına yıkılmak ve yerine bir otopark yapılmak istenmesidir. Fakat otel sahiplerinin tahliye tebligatı gönderdiği işçiler, “halkın hakları mülkiyet haklarının üzerindedir” diyerek, boyun eğmek yerine direnme yolunu seçerler. Mücadelelerinde mahalle halkından ve öğrencilerden de güçlü bir destek görürler. Ne var ki, uzun yargı süreçleri nedeniyle dokuz yıl süren tahliye davasında nihayetinde “mülkiyet hakları” galip gelir. 1977’de burjuva mahkemeler tahliye kararını onaylar ve yoksul işçiler dövülüp yerlerde sürüklenerek otelden atılırlar.
New York Times’taki yazıda bu örnek elbette tarihten direniş dersleri çıkarmak için verilmiyor. Yazarın derdi, bu tür mücadelelerin çıkışsız olduğunu, ama sorunu yaşayan işçiler açısından farklı bir çözüm yolunun da mevcut olduğunu göstermek! Nitekim o sihirli çözüm önerisinin tahliyeden bir yıl önce San Francisco belediye başkanı George R. Moscone’den geldiğini öğreniyoruz: “Otelde kalanlar devlet kredisi alsınlar ve otel sahibi oteli onlara satsın!” Ne var ki kiracıların ve destekçilerinin, bunun için 1,3 milyon dolarlık bir finansmana ihtiyaç duyacaklarını söyleyerek ve “o kadar paramız olsaydı baştan böyle yaşamazdık” diyerek bu süper fikri reddettiklerini öğreniyoruz.
Ama New York Times burada durmuyor ve Moscone’nin projesinin ilerleyen yıllarda çıkarılan “Satın Alma için Kiracı Fırsatı Yasası” (TOPA) ile ete kemiğe büründürüldüğünü söylüyor. Mülk sahiplerine evini satmak istiyorsa kiracıya satın alma önceliği tanıması ve gerekli fonu toplamak için zaman vermesi zorunluluğu getiren TOPA sayesinde binlerce kiracının ev sahibi olduğu vurgulanıyor. İşte yakın zamanlara ait “ikinci” örnek de burada gündeme geliyor. Minneapolis’te 40 ailenin yaşadığı bir binanın satılmak istenmesi karşısında kiracıların kâr amacı gütmeyen bir gruptan aldıkları krediyle oturdukları evleri satın almaları bu modelin canlı örneği olarak sunuluyor. Toplumun en alt kesimleri üzerinden verilen mesajların daha güçlü olacağı düşünülmüş olsa gerek ki, videoda mikrofonlar kiracılıktan ev sahipliğine geçen (ya da geçtiğini sanan!) siyah bir emekçi kadına yöneltiliyor. Düşük gelirli olmalarına ve kirayı ödemekte bile zorlanmalarına rağmen böyle bir borcun altından nasıl kalkılabileceği sorusuna şu yanıtı veriyor kadın: “Evet, krediyi geri ödemek zorundayız. Ama biz ev sahibi olarak düşünüyoruz, zihniyetimiz ev sahibi gibi ve bunu yapmaya hazırız.”
Sonuç olarak, milyonlarca işçiden gelecek “kiramızı bile ödeyemezken konut kredisini nasıl ödeyeceğiz” sorusuna şu yanıt verilmiş oluyor: “Mülk sahibi pozisyonunda olursanız zihniyetiniz de değişir ve muhakkak kredi borcunu ödemenin bir yolunu bulmaya çalışırsınız!” Oysa nüfusun %36’sının[2] kiracı olduğu ve her yıl 4 milyondan fazla insana tahliye kâğıdının gittiği ABD’de, bu sorunu oturduğu evi satın alarak çözen işçilerin sayısı, söz konusu yazıda da belirtildiği gibi birkaç bini geçmiyor. Üstelik ev sahibi olanların %60’ının bankalara kredi borcu içinde oldukları düşünüldüğünde, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun işsiz kaldığı an evden atılma tehdidiyle yüz yüze geldiğini görmemek mümkün değil. Bu durum sadece ABD için değil diğer ülkeler için de geçerlidir.
Pazarlanan yeni model: Kiralık ev şirketleri
Türkiye’de de bir yandan pompalanan konut kredileri yoluyla emekçiler ev almaya teşvik edilirken, bir yandan da kiralık emlak piyasasında “yeni” modeller gündeme getirilerek yaşanan kriz sermaye açısından fırsata dönüştürülmek isteniyor. Kiralardaki fahiş artışlar ve kiralık ev bulamama sorununun gündemden düşmediği bugünlerde, bu sorunu çözecek sihirli formül olarak “Avrupa modeli kiralık ev şirketleri” lanse ediliyor. İnşaat tekelleriyle organik bir bağı olan Erdoğan rejimi, milyonlarca emekçiyi ilgilendiren barınma krizi karşısında yine bu şirketleri daha fazla nasıl ihya edeceğini düşünüyor.
Üzerinde çalışılan modelde, kiralamak için konut inşa eden şirketlere çeşitli vergi muafiyetleri ve teşvikler verilmesi planlanıyor. Avrupa’da ve Amerika’da yaygın olan bu sisteme göre, emlak şirketleri sosyal konutlar inşa edecekler ve emekçiler şirketlerle sözleşme yaparak bu konutları kiralayacaklar. Aslında bu, şirketleşmenin ve tekelleşmenin her alanda olduğu gibi emlak sektöründe de yaygınlaşması demek. Türkiye’de kapitalizmin gelişim seyrine bağlı olarak daha geç yaşanan bu süreç, Avrupa ve Amerika’da çok daha erken bir döneme uzanıyor. Örneğin ABD’de bugün 25 ve daha fazla daire içeren apartmanların %70’i, genel olarak kiralık konutlarınsa %60’a yakını şirketlere ait.[3] 2008 krizinden bugüne kiracıların oranının belirgin bir artış gösterdiği ABD’de, en büyük on emlak şirketinin elinde 800 binden fazla daire bulunuyor.[4]
AKP hükümeti, kiralık konut piyasasını hızlı bir şekilde büyük şirketlerin hâkimiyetine sokma yönündeki bu girişimi, “konut arzını arttırarak kira fiyatlarındaki balonu hızla indireceği ve kiracıların kısa sürelerde evden çıkarılması sorununun önüne geçeceği” teziyle parlatıyor. Oysa pek çok ülkede görüldüğü gibi, emlak piyasasının ana belirleyeni olan dev şirketler, kira fiyatlarındaki artışın da bu alandaki her türden spekülasyonun da temel sorumlusu olarak sivrilmektedir. Kriz içindeki sermayenin emlak sektörünü spekülasyon alanına çevirmesi, özellikle metropol kentlerde emekçilerin barınma sorununu çok daha derin hale getiriyor. İnşaat tekelleri tüm dünyaya pazarladıkları lüks konutların üretimine odaklanırken ve bunların yüz binlercesi boş dururken, sınırlı bütçelerine uygun konut bulamayan emekçiler kentin en dış çeperlerine sürülüyor ve oralarda bile fahiş kiralar ödemek zorunda kalıyorlar. Yukarıda söz ettiğimiz gibi, son olarak Almanya’da gerçekleştirilen referandumda milyonlarca emekçinin bu şirketlerin kamulaştırılmasını istemelerinin sebebi de budur.
Kurtuluş yok tek başına!
Kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana barınma sorunu işçi sınıfının geniş kesimleri için çok ciddi bir problem olagelmiştir. Özellikle savaş ve kriz dönemlerinde bu sorun çok daha can yakıcı hale gelmiştir. Ancak işçi sınıfının tarihi bizlere bu sorun karşısında nice önemli mücadeleler verildiğini ve çok değerli kazanımlar elde edildiğini de gösteriyor.
Bireyler için olduğu kadar toplumsal sınıflar için de hafıza, geçmiş deneyimlerden dersler çıkararak geleceği sağlam temellerde inşa etmek için vazgeçilmez bir mekanizmadır. İnsanın bireysel hafızası beyninin sağlıklı işlemesiyle diri tutulur. Peki ya işçi sınıfının? Evet, onun da beyni vardır ve o beyin onun sınıf örgütleridir. Onlar yok edildiğinde ya da işlevsiz hale getirildiğinde işçi sınıfı tüm savunma mekanizmalarından mahrum kalır ve ne yapacağını bilemez hale gelir. Nitekim 90’lardan itibaren neoliberal politikaları azgın bir şekilde hayata geçirip emekçileri tam anlamıyla cendereye sokan burjuvazinin bunda en büyük yardımcısı işçi sınıfını örgütsüzleştirip atomize etmek olmuştur. Bu dönemde işçi sınıfının mücadele gelenekleri giderek hafızalardan silinirken, “her koyun kendi bacağından asılır”, “sen kendini kurtarmaya bak” anlayışı egemen kılınmıştır.
Oysa bugün yaşadığı sorunları bireysel sorunu olarak görüp çözümünü de bireysel çabalarda arayan milyonlarca işçi, daha bir ya da iki kuşak önce bu sorunların üstesinden kolektif mücadeleyle gelmeye çalışıyordu. ABD için yukarıda sözü edilen San Francisco örneği bunların en küçüklerinden ve sayısız örnek arasında belki de en önemsizlerinden biriydi. Ona gelinceye dek Amerikan işçi sınıfı çok daha kitlesel ve örgütlü mücadelelerle pek çok kazanım elde etmişti. Aynı şey Avrupa başta olmak üzere diğer pek çok ülke için de geçerliydi. Bunu sağlayan şey ise 20. yüzyılın başlarından itibaren kitleselleşmeye başlayan sosyalist ve komünist partilerin milyonlarca işçiyi mücadeleye çekip burjuvazinin karşısına büyük bir güç olarak dikme kapasitesine sahip olmalarıydı. Dünyanın her yerinde burjuvazinin düsturu, ciddi bir toplumsal basınç olmadıkça emekçileri sorunlarıyla baş başa bırakmaktır. O ancak karşısında örgütlü ve kitlesel bir güç gördüğünde, toplumsal patlamaların önünü almak üzere tavizler vermeye yanaşır. Bu tavizlerin genişliğini belirleyen de ortaya çıkan hareketin gücüdür kuşkusuz. Şimdi 20. yüzyılın başlarından itibaren işçi sınıfının barınma sorunu karşısında verdiği mücadelelerden bazılarına bakalım.
1915 Glasgow kira grevi
Birinci emperyalist paylaşım savaşının işçi sınıfının hayatını altüst ettiği 1915 başlarında, İskoçya’nın Glasgow kenti, fahiş kira artışlarına ve tahliyelere karşı kitlesel bir seferberliğe tanık olacaktı. Glasgow, tersanelerin yoğun olarak bulunduğu bir kentti ve savaşla birlikte sanayinin tümüyle militarize olması buraya yoğun bir işçi nüfusun akmasına yol açmıştı. Bu durumu fırsat bilen mülk sahipleri, kirasını ödeyemeyen işçileri derhal tahliye edip evlerini daha yüksek fiyattan kiraya veriyorlardı. Aslında savaşın patlak vermesinden hemen önce, 1913’te, İşçi Partisi bir Barınma Komitesi oluşturmuş ve bu komite işçilere düşük kiralı evler sağlanması için belediyelere basınç bindirmek üzere bir çalışma yürütmeye başlamıştı. Glasgow’da güçlü bir desteğe sahip olan Bağımsız İşçi Partisi de bu konuya eğilen bir sınıf örgütüydü. Savaşın başlaması bu sorunu iyice yakıcı hale getirince, bu çalışmalar iyice önem kazanmış ve kitlesel destek görmüştü.
1915 Şubatında mülk sahiplerinin kiraların %25 arttırıldığını duyurmaları emekçiler için bardağı taşıran son damla oldu. Hareketin başını emekçi kadınlar çekiyordu. Pek çoğunun kocası cephedeydi ve kira ödeyecek durumda değillerdi. İşçi örgütlerinin öncülüğünde oluşturulan barınma komiteleri, yerel savunma komiteleri ve dayanışma ağları sayesinde bir araya gelen emekçi kadınların kira artışlarına ve tahliyelere karşı başlattıkları kampanya, aynı yılın sonbaharında güçlü bir kira grevine dönüştü. Kira ödemeyi reddeden kadınlar, bunun yanı sıra boş evlerin etrafını çeviriyor, yüksek kira ödemeyi kabul eden yeni kiracıların evlere girmesine izin vermiyorlardı.
Kadınların mücadele ruhunun fabrikalardaki ve tersanelerdeki erkek işçileri de sarıp sarmalaması hareketi çok daha güçlü hale getirmişti. Bu durum karşısında ne yapacağını bilemeyen hükümet, İşçi Partisi Barınma Komitesini toplantıya çağırarak onun üzerinden hareketi bastırmaya çalışmıştı. Fakat toplantıya katılan işçi temsilcileri, hükümet taleplerini yerine getirmezse kira grevinin devam edeceğini ve bir kiracı bile tahliye edilirse tüm sanayide derhal greve gidileceğini bildirmişlerdi. Dediklerini de yapmışlardı. Kasım ortasında, çoğu tersanelerde ya da silah fabrikalarında çalışan 18 kira grevcisi işçi, ev sahipleri tarafından tahliye talebiyle mahkemeye verildi. Bunun üzerine 25 bin kira grevcisi mahkeme binasına kitlesel bir yürüyüş başlatırken tersanelerde çalışan 20 bine yakın işçi de iş bıraktı. Polis kitleyi dağıtmak üzere kalabalığa saldırdı ve hareketin başını çeken işçileri tutukladı. İşyerlerinde komiteler oluşturan işçiler, yaptıkları toplantıların ardından, dava geri çekilene ve hükümet savaş zamanında kira artışını yasaklayana kadar tüm tersanelerde ve fabrikalarda greve gidileceğini açıkladılar. Hareketin daha da radikalleşmesinden ve tüm İngiltere’ye yayılmasından korkan hükümet devreye girerek işçilerin serbest bırakılmasını sağlamak ve kiracılar lehine bir yasa çıkarmak zorunda kaldı. Kiraları 1914 seviyesinde donduran ve mülk sahiplerine çeşitli kısıtlamalar getiren bu yasanın çıkarılması sadece Glasgow için değil tüm İngiltere için önemli bir başarı anlamına geliyordu.
Birlik olduğunda sermayeye ve onun devletine geri adım attırabileceğini bir kez daha gören işçi sınıfı, ilerleyen yıllarda “ucuz ve sağlıklı kamusal konut” talebi etrafında daha güçlü bir mücadele yürütecekti. Bu sayede de İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok daha büyük kazanımlar elde edecekti. Öyle ki 1970’lerin sonunda İngiltere’de nüfusun %40’ı düşük kiralar karşılığında belediye evlerinde barınıyordu. İskoçya’da 1945-68 yılları arasında yapılan yeni evlerin %85’i belediyelere aitti.[5] Ne var ki sosyalist hareketin ve işçi hareketinin gerilemesiyle birlikte neoliberalizmin saltanatının başladığı 1990’lardan itibaren özelleştirme furyasına belediye evleri de dâhil olacaktı. İşçilerin bunu kabul etmesi için kullanılan ikna yöntemi ise, uzun vadeli mortgage sistemiyle satışta önceliğin bu konutlarda oturan emekçilere verilmesi olacaktı.
1930’lar ABD’si: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”
Kirasını ödeyemeyen işçilerin evlerinden tahliye edilmesine karşı gerçekleştirilen en kitlesel ve en etkili mücadeleye Büyük Buhran sırasında ABD’de tanık olundu.[6] Ülkede yüzyılın başlarında özellikle Sosyalist Partinin desteğiyle çok sayıda kira grevi yaşanmıştı. Bunlardan bazılarına on binlerce emekçi katılmıştı. Fakat 1929 krizi tüm toplumsal atmosferi altüst ettiği gibi, yürütülen mücadelelerin boyutunda da görülmedik bir sıçrama yaratacaktı. Krizin etkilerinin yayılıp işsizliğin kitlesel ölçekte arttığı 1930’ların başlarında, Amerikan işçi sınıfı, ayakta kalabilmeyi ancak dayanışarak, örgütlenerek ve mücadele ederek başarabileceğini bizzat yaşayarak görecekti. Burada Komünist Parti (KP) önemli bir rol oynayacaktı. Komünist Parti sanayi işçileri içinde en güçlü örgütlülüğe sahip olan parti idi. İşsizliğin kitlesel bir boyut kazanacağını ve bunun kısa süreli bir süreç olmayacağını gören KP, krizin patlak vermesinin hemen ardından işsizleri örgütlemek üzere harekete geçmişti. “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”, “İş ya da İşsizlik Maaşı” sloganlarıyla başlatılan hareket kısa zamanda büyüyerek yayıldı. İş, işsizlik sigortası ve diğer yakıcı talepler etrafında şekillenen, fabrikaların ve devlet kurumlarının önünde yapılan gösterilerle kendini gösteren bu hareket, 1930 Temmuzunda KP’ye bağlı Sendikalar Birliğinin öncülüğünde oluşturulan İşsiz Konseyleriyle mücadeleyi genişletti. İrili ufaklı yüzlerce gösteri, açlık yürüyüşleri ve ırkçılık karşıtı mücadele, işsizliğe karşı mücadelenin temel bileşenleriydi.
Bu mücadelenin önemli bir ayağını da kira artışlarına karşı gerçekleştirilen kira grevleri ve ev tahliyelerine karşı mücadele oluşturuyordu. 1932 Haziranında sadece New York’ta 190 bine yakın işçi ailesine mahkemelerden tahliye tebligatı gitmişti. Kiralarını ödeyemeyen işçiler evlerinden polis zoruyla dışarı atılıyorlardı. İşsiz Konseyleri bu işçilerle dayanışma ve onların haklarını savunma noktasında çok önemli bir rol oynayacaktı. Yerellerde oluşturulan İşsiz Konseylerindeki işçiler, bölgelerindeki emekçilerin her türden yardımına koşuyorlardı. Örneğin evden tahliye edilip eşyaları dışarı atılan bir kiracının yardıma ihtiyacı olduğunda, konseye haber veriliyor, oluşturulan İşçi Dayanışması grupları ilgili eve gidip dışarı atılan eşyaları eve geri sokuyorlardı. 1932’de sadece New York şehrinde 77 bin ailenin bu şekilde evlerine dönmeleri sağlanmıştı. Kiracıları kirayı ödeyemedikleri için evlerinden atmaya kalkan ev sahiplerinin, evlerinin başına neler geleceğini yaşanan çeşitli örnekler sayesinde biliyor olmaları, bir süre sonra onları bundan alıkoymaya yeter olmuştu!
Keza, bir yerde işsiz bir ailenin yardım talebinin reddedildiği duyulduğunda, yereldeki İşsiz Konseyinin topladığı kitle yardım kurumunun önüne yığılıyor ve içeriye gönderilen heyet yetkililerden bu sorunu çözmelerini istiyordu. Birleşen işçilerin gücünün yarattığı basınç, üç haftada çözülmeyen sorunların 15 dakikada halledilmesini sağlıyordu. Bu ve benzer dayanışma eylemleri konseylere katılımı hızla arttırıyor, onun etki alanını genişletiyordu. Örneğin Chicago’daki İşsiz Konseylerinin 45 şubesi ve toplam 22 bin üyesi vardı. İşsizlerin düzenlediği büyük bir protesto gösterisinde 3 işçinin öldüğü bu kentte, büyüyen tepkiyi dizginleyemeyeceklerini düşünen egemenler bu yüzden o zamana dek örneği görülmemiş bir moratoryum yayınlanarak tahliye yasağı getirmek zorunda kalmışlardı.
1931 Barcelona kira grevi
İşçi sınıfının bu alandaki mücadelelerine bir örnek de Kıta Avrupa’sından, 1930’lar İspanya’sından verelim. 100 binden fazla emekçinin mülk sahiplerine ve hükümete geri adım attırdığı bu grev, Katalonya’nın başkenti Barcelona’da yaşanmış ve 20. yüzyılın en büyük kira grevlerinden biri olarak tarihe geçmiştir.
1920’lerde Avrupa’nın en hızlı büyüyen kenti olan Barcelona, bir sanayi merkezi olarak yoğun bir işçi göçüne uğramıştı. Nüfusu on yıl içinde %60’tan fazla artış gösteren bu kent, İspanya’nın en büyük kenti haline gelmişti.[7] Bu hızlı artış ciddi bir konut sorununu doğururken, kentin etrafı gecekondularla dolmaya başlamıştı. Ama bunlar işçiler tarafından değil bizzat evsahipleri tarafından inşa edilen izbe yapılardı. Ne var ki kentin içindeki konutlar da son derece kötü durumdaydı; on binlercesinin suyu bile yoktu. Buna rağmen kiralar fırlamış ve 1931’e gelindiğinde mülk sahiplerinin açgözlülüğü kiralarda %150’ye varan bir artışa yol açmıştı. Ancak bu durum emekçilerin tepkisini de birikimli bir biçimde arttırmıştı. İşte 1 Temmuzda başlayan kira grevi bu arka plana dayanıyordu. Onu örgütleyen ise Ulusal İşçi Konfederasyonu (CNT) idi.[8]
Başta İnşaat Sendikası olmak üzere CNT’ye bağlı sendikaların 1931 baharında örgütledikleri Ekonomik Savunma Komisyonu, yürüttüğü propaganda çalışmalarıyla kira grevi fikrini geniş bir işçi tabanına yaymaya çalışıyordu. 1 Mayıs’ta örgütlenen kitlesel yürüyüşte temel talep olarak kiraların %40 indirilmesi öne çıkarılmış, sonrasında da işçi mahallelerinde bu konuda toplantılar düzenlenmeye başlanmıştı. 5 Temmuzda gerçekleştirilen kitlesel toplantıda ise bir dizi karar alınmıştı. Buna göre, kiracılar eve girerken verdikleri depozitoya karşılık Temmuz ayında kira ödemeyecek, Temmuzdan sonra kiralarda %40 indirim yapılacak, eğer mülk sahipleri indirimi kabul etmezse kiracılar greve gideceklerdi. İşsiz işçilerse hiç kira ödemeyeceklerdi.
Ev sahipleri elbette buna yanaşmadılar. Kentsel Mülkiyet Odası özel mülkiyet hakkına saldırı olduğunu söyleyerek polisi göreve çağırdı. İşçilerse dedikleri gibi kira grevini başlattılar. Temmuz başında 45 bin kişiyle başlayan grev birkaç hafta içinde Barcelona’nın tüm işçi mahallelerine yayılarak 100 bin kişilik bir katılıma ulaştı. Ne var ki gerek yerel gerekse ulusal hükümet mülk sahiplerinin yanında yer alıp grevi yasadışı ilan etti. Bununla da yetinilmeyip hareketin liderleri tutuklandı ve polis zoruyla ev tahliyelerine girişildi. Ama işçiler saldırılara boyun eğmediler. Tutuklanan CNT aktivistleri açlık grevine başladılar ve bu eylem kısa süre sonra cezaevi isyanına dönüştü. Bu arada CNT de genel grev çağrısı yaparak tutuklanan işçilerin arkasında durdu. Sınıf mücadelesi keskinleşmiş, polisle grevciler arasında şiddetli çatışmalar yaşanmış, tutuklananların sayısı yüzlere çıkmıştı. CNT’ye bağlı Ekonomik Savunma Komisyonu da yasadışı ilan edilmişti. Buna rağmen kira grevi pek çok mahallede devam ediyor, mülk sahipleri ise hükümeti bu “anarşi durumu”na son vermeye çağırıyordu.
Hükümetin tahliyeler için ulusal polis gücünü devreye sokması ve direnen kiracıların tutuklanmaya başlanması Kasım ayında grevin kırılmasına yol açtı. Ancak işçilerin örgütlü ve kararlı davranmaları karşısında çok sayıda ev sahibi geri adım atarak kiraları düşürmek ve kira grevi döneminde ödenmeyen kiralardan feragat etmek zorunda kalmıştı. Ayrıca bu mücadele, özellikle işçi sınıfının genç unsurları için, 1936’da başlayan İspanyol İç Savaşı öncesinde çeşitli bakımlardan önemli bir deneyim olmuştu.
Toplumların tarihsel hafızasına kazınan bu tür deneyimler işçi sınıfı tarafından koyla kolay unutulmamakta, bunlar sınıfsal reflekslerin oluşmasına güçlü bir etkide bulunmaktadır. Kuşkusuz egemenler için de aynı şey geçerlidir. Nitekim barınma sorununun bugün yine işçi sınıfı açısından son derece yakıcı bir soruna dönüşmesi karşısında, İspanya’da sol koalisyon hükümeti, tepkileri yatıştırmak için, kira fiyatlarını kontrol altına almak ve düşürmek amacıyla yeni bir yasa hazırlamaya girişmiştir. Gençlere ayda 250 euroluk kira yardımı yapmayı planlayan hükümet, 10’dan fazla evi olanlara kiraları düşürmeleri için çeşitli yaptırımlar uygulamayı, az sayıda evi olanlar için vergi teşviki getirmeyi ve mülk sahipleri tarafından boş bırakılan evlerin vergilerini arttırmayı hedeflemektedir. Ayrıca yeni inşa edilen konut projelerinin yüzde 30’unun sosyal konut olarak ayrılması gibi önlemlerle konut sayısını arttırmayı ve kiraları düşürmeyi amaçlamaktadır.
Güney Afrika: Apartheid’a meydan okuyan kira grevi
Kira grevleri söz konusu olduğunda, bu eylemlerin en güçlü örneklerinden olan 1986 Güney Afrika kira grevini saymamak olmaz. Siyah nüfusun çok yoğun olduğu Soweto’da başlayan kira grevi kiracıların %80’ini kapsayan bir yaygınlık kazanmış ve hızla diğer kentlere de yayılmıştı. Gücü aynı zamanda politikliğinden kaynaklanan bu kitlesel eylem, ırkçı apartheid rejimine karşı yürütülen militan mücadelenin önemli bir unsuru haline gelmişti.
Apartheid rejimi altında siyahların büyük kentlerde oturmaları ve çalışmaları uzun yıllar boyunca yasaktı. Çoğunluğu yoksul olan ve iş bulmakta zorlanan siyahlar, Soweto gibi kasabalarda yaşıyor ve buralarda belediyeye ait evlerde kiracı olarak barınıyorlardı. Kiraların arttırılmasına gösterilen tepki kısa bir süre sonra apartheid rejimini hedef alan bir sivil itaatsizliğe dönüşecekti. Rejim kurumlarına elektrik ve su parası ödemeyi reddeden emekçiler, kira ödemeyi de reddedeceklerdi.
Rejim bir süre sonra greve katılan emekçileri evlerinden tahliye etmek için polisi devreye soktu ve 1986 Ağustosunda polisin açtığı ateş sonucu 22 emekçi hayatını kaybetti. Bu katliamın yükselttiği öfkeden korkan rejim tahliyeleri durdurmak zorunda kaldı. Kira grevi apartheid rejimi yıkılana kadar kesintisiz devam etti. Hatta 1994’te apartheid rejimi yıkılıp Mandela devlet başkanı olduktan sonra da yoksul emekçiler kira ödemeyi uzun bir süre reddettiler. Çünkü onlar, onyıllardır sadece beyazlar başlarından gitsin diye mücadele etmemişlerdi. Irkçı rejimin yanı sıra zenginlerin diktatörlüğünün de sona ermesini hedeflemişlerdi. Ayrıca emekçiler, yıllardır ödedikleri kiralarla zaten bu evleri birkaç kez satın almış olduklarını, dolayısıyla onların asıl sahibinin kendileri olduğunu söylüyor, eğitim, sağlık, barınma, elektrik, su gibi hizmetlerin ücretsiz karşılanmasını en doğal hakları olarak görüyorlardı. Ne var ki ırkçı rejime karşı mücadelenin düzen sınırlarını aşamaması, siyah işçileri de tıpkı beyaz işçiler gibi en doğal haklarından mahrum kılındıkları kapitalizm duvarıyla yüz yüze bıraktı.
Bugün bu duvar milyarlarca emekçiyi soluksuz bırakırken, alttan alta yükselen isyanlarla dört bir yanından çatırdıyor aynı zamanda. Dünya işçi sınıfının o duvarı son tuğlasına kadar yıkıp hayallerinin çok ötesinde bir dünya kuracağına hiç şüphemiz yoktur. Tarihsel deneyimlerin de döne dolaşa gösterdiği gibi, bunun için giderilmesi gereken eksiklik sınıfımızın gözüpekliği değil, isyan dalgalarını hedefe yöneltecek devrimci önderliklerdir.
[2] Siyahlar ve Latin kökenlilerde kiracıların oranının çok daha yüksek olduğu görülüyor. Zira bu etnik gruplarda daha alt gelir gruplarına mensup olanların oranı da daha yüksektir.
[6] Bu bölüm büyük ölçüde şu yazımızdan özetlenerek alınmıştır: İlkay Meriç, 1929 Krizinde Amerikan İşçi Sınıfı: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”, marksist.com
[8] 1920’lerin sonunda Diego Primo de Rivera’nın askeri diktatörlüğü altında yasadışı ilan edilen CNT, anarşistlerin hâkimiyetinde olan militan bir sendikaydı. 1930’da askeri diktatörlüğün çökmesinin ve cumhuriyet ilan edilmesinin ardından CNT ve siyasi örgütler yeniden yasal hale gelmişlerdi.
link: İlkay Meriç, Dünden Bugüne Kira Grevleri, 28 Ekim 2021, https://en.marksist.net/node/7495
Korkuyorlar!
Savaş Tezkeresi ve Değişen Siyasi Atmosfer