Göç ve göçmen konusu bir kez daha Türkiye’nin gündemine oturmuş durumda. ABD’nin Afganistan’dan çekileceğini açıklamasının ve Taliban’ın mevcut hükümetin denetimindeki pek çok bölgeyi ele geçirmesinin ardından, binlerce Afgan İran topraklarından Türkiye’ye girdi ve her gün yüzlercesi girmeye devam ediyor. Hâlihazırda İran’da 900 bin Afgan göçmen var ve bu insanlar da Türkiye’ye veya Batı’ya gitmek istiyorlar. Kuşkusuz bu durum daha şimdiden ciddi sorunlar ve tartışmalar doğurmaktadır ve daha da doğuracağı kesindir. Fakat çok yönlü ve çok katmanlı küresel bir sorun olan göç sorunu egemen sınıfın çeşitli kesimlerinin çıkarlarının ifadesi olan politikalar temelinde tartışılıyor, gerçeklerin üzeri örtülüyor.
Faşist rejim, izlediği emperyal politikaların sonucu olarak bu boyutlara ulaşan göçmen sorununu, kirli hesapları uğruna ve ülkeyi ateşe verme pahasına körükleyecek adımlar atıyor. Mesela Afgan göçmenlerin yeni iskân politikaları çerçevesinde kullanılmak istendiğine dair bilgilerin gündeme gelmesi buna işaret ediyor. CHP ve İYİP’in başını çektiği burjuva muhalefetse bu yakıcı sorun karşısında emekçileri ırkçılıkla doldurmaktan başka bir şey yapmıyor. Dahası, ekonomik kriz, yağma ve talan politikaları ve ayyuka çıkan yolsuzluklar nedeniyle rejimin günden güne eridiği bu konjonktürde, emekçilerin öfke ve tepkisini bu hususlara odaklamak yerine Afgan göçünü şişirip hedef saptırarak rejimin ekmeğine yağ sürüyor. Öte yandan rejim de tam bir fırsatçılık ve ikiyüzlülükle İran sınırına duvar örmeye hazırlandığını duyurarak, canı pahasına yollara düşen on binlerce göçmen emekçiyi ölüme terk etmeye hazırlanıyor. Kuşkusuz sınıra duvar ören rejimin başka amaçları da vardır.
Pek çok yazımızda vurgulandığı gibi, göç olgusu içinden geçtiğimiz dönemin en önemli ve gelecekte son derece büyük sonuçları olacak bir sorunudur. Milyonlarca insan hâlihazırda hareket halindedir. Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın birçok farklı bölgesinden (Afganistan’dan Suriye’ye) insanlar, doğup büyüdükleri topraklardan daha iyi yaşam koşullarına kavuşma hayaliyle gelişmiş kapitalist ülkelere ulaşmaya çalışıyorlar. Göç dalgası ve krizi, kapitalizmin tarihsel krizinin ve çıkmazının en önemli ifadelerinden biridir. Göçe neden olan emperyalist savaş, küresel iklim değişikliği vs. sorunlar da bu tarihsel krizin bir yansımasıdır. Kapitalizmin içine girdiği tarihsel bunalım ve eş zamanlı olarak yaşanan hegemonya krizi, uzatmalı ve çok parçalı bir emperyalist savaşa yol açtığı gibi burjuvaziyi dünyayı yok oluşa götürmek pahasına çok daha saldırgan ve tahripkâr adımlar atmaya zorluyor. Mevcut koşullarda kapitalizmin bu çelişkiye ve büyüyen sorunlara bulduğu bir çözüm yoktur. Dolayısıyla göç konusu, önümüzdeki dönemde dünya gündeminde olmaya devam edecektir.
Eğer güçlü devrimci partileri ve kitlesel sendikaları olsaydı, kuşku yok ki işçi sınıfı göç konusunda uluslararası alanda daha sağlıklı bir tutum alabilir ve göçmen emekçilerle birlikte kapitalizme karşı ortak bir tepki yükseltebilirdi. Fakat ne yazık ki bugün son derece örgütsüz durumda olan işçi sınıfı, bu konuda da hazırlıksız yakalanmıştır. Ortak düşmana karşı dayanışma ve ortak mücadele duygusunun ve fırsatının oluşturulamadığı bu koşullarda durum, işçi sınıfı saflarında kışkırtılan milliyetçilik ve önyargıların etkisiyle daha da ağırlaşmaktadır.
İşsizlik, derinleşen yoksulluk, kölece çalışma koşulları ve geleceksizlik doğal olarak göç dalgalarının oluşmasına neden oluyor. Daha iyi bir yaşam için insanların yollara düşmesi, kitlesel göçlerin oluşması kapitalizmin tarihinin bir parçasıdır. Sanayi devrimi döneminde makinelerin hızla üretime girip kök saldığı Avrupa’da işsizliğe itilen on milyonlarca insan Amerika ve benzeri ülkelere göç etmek zorunda kalmıştı.[1] Ancak bugün yaşanan göç dalgası kapitalizmin önceki dönemlerinde yaşananlardan farklıdır çünkü kapitalizmin içine girdiği tarihsel kriz sürecinde yaşanmaktadır. Geçmişteki büyük göçlerde hâkim etmenlerden biri olan ekonomik kurtuluş arayışı iki temel şart üzerinde yükseliyordu. Birincisi, dünya üzerinde henüz büyük ölçekte bakir toprakların var olması; ikincisi, gelişmiş ülkelerin emek gücü ihtiyacı. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası yükseliş konjonktüründe (ve savaşın yol açtığı üretici nüfus kaybı etmenini telafi amaçlı) Avrupa’nın güney ve güneydoğusundan, Türkiye’den işgücü ithal etmesi bunun bir örneğiydi nitekim. Son çeyrek yüzyılda yaşanan büyük göç dalgası ise bakir alanların ve ekonomik yükseliş koşullarının yokluğunda gerçekleşiyor. Anayurtlarında yaşanan savaş, kıtlık ve ekonomik yıkım koşullarından kaçıp kurtulmaya çalışan yığınlar, uzak geçmişteki birçok durumun aksine artık hiç de talepkâr olmayan coğrafyaların kapılarını zorluyorlar.[2]
Gerek emperyalist savaş gerekse işsizlik ve gelecek arayışının yarattığı göç dalgaları, gelişmiş kapitalist ülkelere doğru ilerlemeye devam ediyor. BM’nin tahminlerine göre, bugün 300 milyondan fazla insan doğduğu ülke toprakları dışında bir yerde yaşıyor. Kapitalizm daha fazla insanı işsiz bıraktığı, sefaleti arttırdığı ve emperyalist savaş milyonların hayatını cehenneme çevirdiği müddetçe bu dalgaların önünün alınması olası değildir.
Göç ve göçmen konusunu tartışırken, öncelikle Batı’nın izlediği ikiyüzlü politikaya değinmek gerekiyor. Bugün Suriye’den Afganistan’a milyonların mülteci haline gelmesinin esas nedeni, emperyalist güçlerin bu ülkeleri yakıp yıkması ve insanların yaşama koşullarını ortadan kaldırmasıdır. ABD emperyalizminin bu ülkeleri işgal etmesine ve Avrupalı emperyalistlerin de onun arkasından koşturmasına değinmeden göçmenlik ve mültecilik konusu anlaşılamaz. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaştan yüklü bir pay almak için akbabalar gibi bu bölgeye üşüşen, milyarlarca avroluk silah satarak, cihatçı çeteleri arkalayarak savaşı kızıştırıp milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına sebep olan Avrupalı egemenler, sıra bu politikanın sonuçlarına katlanmaya geldiğinde köşe bucak kaçmaktadırlar. Bu savaşın yarattığı korkunç yıkım yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyelileri ve Afganları Avrupa’dan içeri sokmamak için Türkiye’yi mülteci kampı olarak kullanan Avrupalı emperyalistler, bunun karşılığında verilen birkaç milyar avroya dayanarak bu politikayı utanmazca savunabilmektedirler.[3]
Milyonların hayatını cehenneme çevirenler, sanki bu sonuca onlar yol açmamış ve sanki açmaya da devam etmiyorlarmış gibi hareket ediyor, Türkiye’nin bir göçmen cezaevine dönmesi için, göçmenlerin dizginlenmesi için totaliter rejime para akıtıyor, rüşvet veriyorlar. Üstelik utanmazlıkta sınırlar öylesine aşılmıştır ki, Avusturya başbakanı göçmenler için en iyi yerin Türkiye olduğunu söyleyebilmektedir. Riyakârlığın bir tarafında Batı öte tarafında ise Türkiye egemenleri var. Türkiye’deki rejim, muhafızlığını üstlendiği göçmenleri Avrupa karşısında bir koz olarak kullanmaktan bir an bile geri durmuyor. Şantaj yaparak Türkiye’deki her türlü zorbalığa Batı’dan hiçbir şekilde ses çıkartılmamasını ve kesenin ağzının daha fazla açılmasını istiyor.
Türkiye’nin içine dönersek, büyüyen göç dalgası her şeyden önce işsizler ordusunun büyümesi, iş bulmanın iyice zorlaşması, işsiz kalınan sürelerin uzaması demektir. Türkiyeli sermayedarlar, Suriyeli işçileri en ağır şartlarda ve son derece ucuza çalıştırmakta, katmerli biçimde sömürmektedir. Sigortasız, iş güvencesiz, kuralsız, asgari ücretin altında ücretlerle çalıştırdıkları Suriyeli ve Afgan işçileri, Türkiyeli işçilerin ücretlerini aşağı çekmek için bir sopa gibi kullanmaktadır. Özellikle Gaziantep, Urfa gibi kentlerin sanayi odaları tarafından yapılan açıklamalar sermayenin Suriyelilere bakışını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Sermaye sınıfı, yıllardır hükümetten göçmenlere çalışma izni verilmesini, denetimlerin azaltılmasını hatta kaldırılmasını, çalıştırılan Suriyeli işçi başına teşvik uygulanmasını talep etmektedir.[4]
Dolayısıyla başta Suriyeliler olmak üzere milyonlarca göçmen sermayenin iliklerine kadar sömürebileceği ucuz işgücü anlamına geliyor. Orta ve küçük kapitalistler sudan ucuza çalıştırıp alabildiğine sömürdükleri göçmenler sayesinde rekabet güçlerini arttırıyor ve kârlarına kâr katıyorlar. Ucuz işgücünün tadına varan kapitalistler, Türkiyeli işçileri iş beğenmemekle suçluyor ve göçmenler olmadığı durumda sanayinin çökeceğini söylüyorlar. AKP’nin sözcüleri de resmi düzeyde bu görüşü dile getiriyor ve savunuyorlar. Mesela AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Yerel Yönetimler Başkanı Mehmet Özhaseki şöyle diyor: “Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin, yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.” Önemle altını çizmek lazım ki göçmenler Türkiye’deki sermaye birikimi için muazzam bir kaynaktır ve sermaye sınıfının bir bölümü bunu kaybetmek istememektedir.
“İşçi bulamıyorlar, işçiler iş beğenmiyor, göçmenler olmazsa sanayi çöker” tezini işleyenler, 12-14 saate varan, gece gündüz, Cumartesi-Pazar demeden asgarinin bile altında bir ücrete çalışacak köleler arıyorlar. Şimdilik bu koşulları kabul etmektense işsiz kalmayı tercih eden işçiler ise iş beğenmemekle suçlanıyorlar. Fakat bir taraftan da Türkiye’de ekonomik krizin de etkisiyle işsizlik tırmanıyor. Mevcut koşullarda işsizlerin sayısı 10 milyon civarındadır ve bunların önemli bir bölümü de üniversite mezunudur. İşte bu noktada tepkiler yükselmektedir. Fakat emekçilerin yükselen tepkisi, düzen muhalefetinin de etkisiyle yanlış kanallara akıyor. Burjuva muhalefeti (CHP ve İYİP) izlediği siyasetle göçmenlere karşı milliyetçiliğin büyümesine neden oluyor. Bolu Belediye Başkanı örneğinde olduğu gibi, bu partilerin tabanında göçmenlere karşı ırkçı ve faşist tutum alanlar alkışlanabiliyor. Göçmenleri geri göndereceğini söyleyen CHP ya da İYİP, ulusalcı Kemalist kesimler, cihatçılığı da propagandalarının içine katarak göçmenlere karşı milliyetçiliği köpürtürken, elbette milyonlarca Suriyelinin neden Türkiye’de olduğunu söylemiyorlar. Türkiye’deki iktidarın Suriye’nin parçalanması sürecinde aktif rol almasına sesini çıkartmayan ve bunu durdurmak üzere harekete geçmeyen düzen muhalefeti, rejimin Suriye’de Kürtlere karşı giriştiği operasyonları da desteklemişti. Dolayısıyla yalnızca Batı ve rejim değil, aynı zamanda bu burjuva muhalefeti de ikiyüzlüdür. Milyonlarca Suriyelinin Türkiye’ye hangi koşullarda ve neden geldiği ortadadır. Suriyelileri geri göndereceğini söyleyen CHP, Türkiye’nin Suriye’den çekilmesine dair herhangi bir program da açıklamış değildir.
Dolayısıyla egemenlerin milliyetçi kışkırtmalarının etkisinde kalarak göçmenleri suçlayan emekçiler, bu gerçekleri görerek hareket etmelidirler. Hatırlayalım, Türkiye’nin emperyal heveslerle dolu siyasi iktidarı, Suriye’de savaşın patlak vermesini Esad rejimini devirmek için fırsat olarak görüyordu. Ortadoğu’da büyük bir güç haline gelme, Osmanlı’nın kaybedilmiş mirasını geri alma hesapları yapıyordu. Suriye’de sözde ılımlı İslamcı muhalefeti destekleyip silahlandırarak savaşı körükledi. Birleşmiş Milletler’i harekete geçirmek ve Suriye’ye müdahaleye zemin hazırlamak maksadıyla Türkiye’ye giren Suriyeli mülteci sayısını yüz binin üzerine çıkarmaya odaklandı. Sınırda açık kapı politikası uygulayarak savaşın dehşetinden kurtuluş arayan Suriyelileri Türkiye’ye göç etme konusunda teşvik etti. Bir tarafında eli kanlı bir diktatör, bir tarafında emperyalist güçler, açgözlü bölge devletleri ve cihatçı katliam çeteleri olan böyle bir savaş cehennemine düşen örgütsüz Suriyeli emekçilerin Türkiye’ye kaçmayı kurtuluş olarak görmesi kadar olağan bir şey olamazdı. İşte bu gerçeği görmeyen, buna işaret etmeyen, asıl sorumlulara seslerini çıkartmayanların göçmenleri suçlaması hedef şaşırtmaktadır.
Türkiye’ye gelen Suriyeliler kaderlerine terk edilirken, mülteci akınının yükü de tamamen emekçilerin omuzlarına yıkılmıştır! İktidar, bu büyük göç dalgasının kaos yaratmasını engellemek için gerekli önlemleri almayı, insani bir göç politikası uygulamayı, Suriyelilerin topluma entegrasyonunu sağlamak için çaba göstermeyi hiçbir zaman gündeme getirmedi. Suriyelilerin nerede barınacağı, nasıl iş bulacağı, çocuklarının nasıl eğitileceği, dil ve kültür farklılıkların yaratacağı sorunların nasıl giderileceği, yaşamlarının altüst olmasının getirdiği travmaların etkisinin nasıl azaltılacağı, nefret ve ayrımcılıktan nasıl korunacağı, temel hak ve özgürlüklerinin nasıl güvence altına alınacağı üzerinde hiç durulmadı. Mülteciler, hiçbir adaptasyon ve entegrasyon süreci yaşamadan, kültürel uyumsuzluğun üstesinden gelinmesini sağlayacak zamana ve eğitime sahip olmadan Türkiye’nin dört bir yanındaki kentlere dağıtıldılar. Olanaksızlıklar içinde hayatlarını devam ettirmek, en zaruri ihtiyaçlarını karşılamak sorunuyla yüz yüze kaldılar. Bu durumda olan tüm insanlar gibi, doğal olarak, daha baştan kentlerin aynı bölgelerinde birikmeye, kendilerini korumak için kalabalık aileler ve gruplar halinde yaşamaya başladılar. Böylece gettolaşmanın artmasına bağlı olarak daha çok göze battılar ve milliyetçi tepkinin daha fazla hedefi haline geldiler.
Başta Suriyeliler olmak üzere göçmenlerin iş bulmak ve bir yaşam kurmak üzere büyük kentlere göç etmeleri nüfusun buralarda yoğunlaşmasını daha da hızlandırmakta ve bundan kaynaklı sorunları büyütmektedir. Mesela Suriyelilerin varlığıyla artan konut talebi, yoksul emekçiler için en büyük gider kalemleri arasında yer alan ev kiralarını daha da arttırmaktadır. Sonuç olarak yoksulluk ve geçim derdi içindeki Türkiyeli emekçilerin yaşamı iyice zorlaşmakta, tepkileri büyümektedir. Ancak kapitalist sistemin işçi ve emekçileri ittiği işsizlik ve yoksulluk koşullarının gerçek sorumlusu kavranmadığında, asıl sorumlu kolayca çaresiz göçmenler olarak görülebiliyor. Bu, derindeki çelişkileri görmeyip yüzeydeki görüntüye bakarak hareket etmek demektir ki, burjuvazinin ideolojik tuzaklarına kapılma tam da o anda olmaktadır. Örgütsüz olan ve asıl suçlunun kapitalizm olduğunu kavrayamayan kitleler, göçmenlerin ülkeye girmesiyle birlikte kendi yaşam düzeylerinde bir gerileme olacağı kaygısıyla tepki vermektedirler. Hiç kuşku yok ki sayısı milyonları bulan göçmenlerin bir ülkeye yerleşmesiyle birlikte, kapitalist düzen dâhilinde o ülkedeki mevcut işler daha fazla sayıda insan arasında bölünmekte ve iş bulma imkânı geçmişe nazaran zayıflamaktadır. Yaşamlarını sürdürmek isteyen çaresiz göçmenler, onlara dayatılan düşük ücretleri ve uzun iş saatlerini kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum ücretleri belli ölçüde aşağıya çekmektedir. Sonuçta göçmenler yedek işgücü ordusuna eklenerek işsizlerin sayısını büyütmekte ve kapitalistler bu durumu ücretleri düşürmek üzere kullanmaktadırlar.[5]
Fakat anlaşılacağı üzere bu durumun sorumlusu göçmenler değil kapitalist sistem ve onun yol açtığı emperyalist savaştır. Hangi emekçi yerini yurdunu terk ederek insanlık dışı yaşam koşullarına, düşük ücretlere ve uzun iş saatlerine katlanmak ister ki? Kapitalistlerin oyununa gelmek istemeyen her işçi bu hakikati kavramak ve ona göre tutum takınmak zorundadır. Kaldı ki işsizliğin artmasında ve ücretlerin düşürülmesinde göçmenlerin oynadığı rol sınırlıdır. Suriyeli göçmenler yokken de kapitalistler ücretleri düşürmek ve kötü çalışma koşullarını dayatmak için işçi sınıfına var güçleriyle saldırmaktaydılar ve şimdi de saldırmaya devam ediyorlar.
Dolayısıyla Türkiyeli işçilerin asıl suçlu göçmenlermiş yanılsamasını bir kenara bırakıp bu katı gerçeği görmesi bir zorunluluktur. Hedef tahtasına konması gereken kapitalist sömürü düzenidir. Üstelik suçlu olarak göçmenleri odak noktasına oturtan bir bakış açısı yalnızca burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder, etmektedir. Kapitalizmin yarattığı sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek ve gerçek suçluyu gözlerden saklamak isteyen burjuvazi, işsizliğin ve yoksulluğun asıl sorumlusu göçmenlermiş gibi bir yanılsama üreterek ve işçileri milliyetçi temelde kışkırtarak işçi sınıfını oyalamaktadır.
Avrupa’dan Amerika’ya ve Türkiye’ye kadar siyasi iktidarlar halen göçmen düşmanlığı üzerinden siyasi rant sağlıyorlar. Fakat yine de göçmen düşmanlığıyla malul olmamış kesimler de var ve bunların kendi hükümetlerinin göçmen düşmanı politikalarını protesto etmeleri umut vericidir. Bugün izlenmesi gereken yol göçmenlerle enternasyonal dayanışmayı güçlendirmek ve emekçilerin sorunların gerçek kaynağını görmelerini sağlayarak toplumda biriken öfkeyi kapitalist sisteme yönlendirmektir.[6]
Sonuç olarak kapitalizmin uzun süredir içinde olduğu tarihsel kriz nedeniyle, hem yeryüzünde sefalet artıyor, hem bu krizin bir ifadesi olan emperyalist savaş süreci nedeniyle gitgide artan sayıda bölge yaşanılmaz hale geliyor, hem de kaçıp kurtulmak isteyenler için göç etmeye çalıştıkları ülkelerde eskisi gibi bol iş ve aş yok. Bunların hepsi kapitalizmin krizini özetliyor. Krizdeki kapitalizm yoksul emekçi kitlelere iş ve aş sunmadığı için, ırkçı hareketler de uç verip kendilerine zemin tutabiliyorlar. Yükseliş dönemlerinde göçmenler genel olarak makbul görülürlerken (muteber olmasalar da), şimdi tarihsel kriz geldiğinde günah keçisi haline getirilmeleri, aslında kapitalizmin artan gericileşmesinin de delillerinden birini oluşturuyor.[7]
Kapitalist devletlerin, kendilerinin de başlıca sorumlusu oldukları sefalet ve yıkımların sonucu olarak göçen, sığınma arayan emekçilere dönük zulmüne ve kibrine karşı mücadele büyük önem taşıyor. Bunun için sınırların açılmasını, göçmenlere ve sığınmacılara insanca çalışma ve yaşam koşullarının sağlanmasını talep etmek temel niteliktedir. İşçilere göçün her daim olduğunu, belki birkaç kuşak geriye gidildiğinde kendilerinin de birer göçmen torunu olduğunu, tarihsel veriler ışığında sorunun göç değil krizli bir sistem olan kapitalizm olduğunu anlatabilmek hayati önem taşıyor. Bu noktada, göç alan kapitalist ülkelerin işçi sınıflarında ne yazık ki hâkim olan önyargılara zerrece olsun taviz vermenin cehenneme giden yola katkıda bulunmak olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Zira burjuvazi bu tür önyargıları kışkırtıp besleyerek kendi hâkimiyetini sürdürüyor.
Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan göçlerde yer alan insanların hemen hemen tamamı zorunluluklar nedeniyle bu yollara sürüklenmişlerdi. İnsanların yaşamında ne büyük travmalar ve zilletler anlamına geldiği göz önüne getirildiğinde, göçün, çoğu durumda arzu edilir ya da tercih edilir bir şey olmadığı açıktır. Yeni bir hayat için uzak ülkelerin yoluna düşen yüz milyonlarca insanın hayatını travmatik biçimde değiştiren; sadece onların değil, geride bırakılan yurtların ve insanların ve gidilen diyarlardaki insanların hayatlarını derinden etkileyen göç sorununun nihai çözümü elbette salt kapıların açılması değildir. Bugün gelinen nokta itibariyle kapitalizm altında bu sorunun gerçek bir çözümü olamaz. Gerçek çözüm insanların büyük acıları, zilletleri göze alarak göç yollarına düşmelerine yol açan sefaletin, eşitsizliğin, savaşların, türlü zulümlerin ve dolayısıyla bunların altında yatan emperyalist-kapitalist düzenin ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizm ortadan kaldırıldığında yeryüzündeki maddi kaynakların ve emeğin her anlamda eşitçe dağılımının önü açılmış olacak ve başka diyarlara gitmek insanlar için artık büyük ölçüde bir seyahat ve zevk konusu haline gelecektir.
[1] Utku Kızılok, İşsizlik ve Kapitalizmin Yıkım Tablosu, marksist.com
[2] Levent Toprak, Göç, Mülteciler ve Kapitalizm, marksist.com
[3] İlkay Meriç, Mültecileri Silah Olarak Kullanmayı Bırakın!, marksist.com
[4] Ezgi Şanlı, Suriyeli Mülteciler Sorunu, marksist.com
[5] Utku Kızılok, Savaş, Suriyeli Göçmenler ve Milliyetçilik, marksist.com
[6] Demet Yalçın, Kapitalizmin Tarihsel Kriz Sahnesinde Büyüyen Göç Dalgası, marksist.com
[7] Levent Toprak, age
link: Marksist Tutum, Emekçilerin Tepkisi Göçmenlere Değil Kapitalizme Yönelmelidir, 30 Temmuz 2021, https://en.marksist.net/node/7418
Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi /3