Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Kapitalizm bugüne kadar görülmemiş bir tarihsel krizin içinde debeleniyor ve insanlığı nefessiz bırakıyor. Sermaye sınıfı içine düştüğü krizden kurtulmanın çarelerini ararken faturayı işçi sınıfına ödetiyor. Ekonomik kriz derinleştiği ölçüde açlık, yoksulluk katmerleşiyor ve her türlü sosyal, siyasal, demokratik hak gasp ediliyor, otoriter rejimlerin sayısı gittikçe artıyor. Üstüne kapitalizmin sonuçlarından biri olan pandemi de sürece eklendiğinde insanlık tam anlamıyla nefessiz kalıyor. İşçi sınıfı açlıkla, yoksullukla terbiye edilmeye çalışılıyor. İşçi sınıfının örgütlenme mücadelesine topyekûn saldırılar gerçekleştiriliyor.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından hazırlanan Küresel Haklar Endeksi 2020 Raporu geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Raporda çalışanlar için en kötü ülkeler ligi Bangladeş, Brezilya, Kolombiya, Mısır, Honduras, Hindistan, Kazakistan, Filipinler, Türkiye ve Zimbabwe olarak listelendi. ITUC’un raporunda bu en kötü 10 ülkeye daha ayrıntılı yer verilirken Türkiye’ye ilişkin şu ifadeler yer alıyor: “Türkiye, sendikacılar için en düşman ülkelerden biri olmaya devam etti. 2016’daki darbe girişiminin ardından hükümet sivil özgürlükleri kısıtladı. Bu korku ikliminde sürekli tehdit altında çalışan işçiler, sendika hakkından mahrum. İşverenler sendikal örgütlenmeyi yürüten işçileri caydırıyor veya işten çıkarıyor.” Türkiye’de ekonomik krizle birlikte işçi sınıfı her geçen biraz daha yoksulluğun pençesine itilirken, tek adam rejimi her şeyin çok iyi durumda olduğuna dair sayısız yalan üretti. İktidar bir taraftan “doğalgaz bulduk, aya gideceğiz, dünyanın 10. ekonomisi oluyoruz” gibi yalanlarla işçi sınıfının bilincini bulandırmaya çalışırken, diğer taraftan her türlü siyasal ve demokratik hakları yok ederek, grevleri fiilen yasaklayarak sendikal haklara düşmanlıkta Türkiye’yi en kötü durumdaki 10 ülke arasına sokmayı başardı.
Dünyanın 17. büyük ekonomisi (ki şu anda 21. sıraya düşmek üzeredir!) olmakla övünen sermaye temsilcileri 12 Eylül faşizminin işçi sınıfına vurduğu darbenin ardından onlarca saldırı yürüterek sermaye için dikensiz gül bahçesi yarattılar. Bu süreçte hakları gasp edilen işçi sınıfı giderek daha da yoksullaşırken, başta yeni yetme sermaye olmak üzere sermaye sınıfı kârlarına kâr kattı. Türkiye’nin iş cinayetlerinde dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci olması, milyonlarca işçinin taşeronluk sistemiyle adeta köleleştirilmesi, işçi sınıfının sendikal haklarına vurulan büyük darbe ile mümkün hale getirildi. Önemli sektörlerdeki grevler AKP iktidarı tarafından daha en baştan yasaklanarak yükselecek mücadelelerin önü kesildi. Bugün işçi sınıfının içine düşmüş olduğu derin yoksulluk ve sefalet koşulları örgütlü mücadeleye vurulan ağır darbelerin sonucudur.
İktidar yıllarca büyüyen ekonomi yalanıyla emekçi kitleleri avutup durdu. Onlara göre ekonomi ne kadar büyürse yaşam koşulları o kadar iyileşecek ve insanlar refah içinde yaşayacaktı. Ancak kapitalist sistemde ekonominin büyümesi otomatik olarak emekçilerin refah seviyesinin yükseleceği anlamına gelmez. Tam tersine büyüyen ekonomide sermaye sınıfının aldığı pay büyüyorsa emekçilerin payı bir o kadar küçülür. İşçi sınıfının büyüyen ekonomiden daha fazla pay alması onun örgütlülüğüne bağlıdır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ITUC’un yayınladığı raporlarda her defasında Türkiye’de işçi sınıfının örgütleme haklarına yapılan saldırıların katlanarak arttığı görülüyor. Genel olarak sendikal örgütlenmenin önünde engel teşkil eden sorunları iki başlık altında toplayabiliriz. Birincisi yasal sınırlamalarla ve fiili saldırılarla örgütlenmenin önünün kesilmesidir. İkincisi sendikal bürokrasinin sınıf işbirlikçi, hain rolüdür.
Sendikalaşmanın önündeki engeller
Raporda pandemi sürecinde sendikal örgütlenmeye yönelik baskıların daha da arttığına dikkat çekiliyor. Pandemi sürecinde Türkiye’de pek çok fabrika ve işyerinde sendikal örgütlenmeye karşı patronlar Kod-29 ile binlerce işçiyi işten atarak mücadeleyi sekteye uğratmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Bu son saldırıları yıllardır AKP iktidarı tarafından sendikal mücadeleye karşı yürütülen sistematik saldırıların bir devamı olarak görmek gerekiyor. 2016 sonrası ve pandemi sürecinde yaşanan saldırıların detayına geçmeden önce Türkiye’de sendikal faaliyetin önündeki mevcut yasal engellere yönelik somut örnekleri ortaya koymak anlamlı olacaktır:
“…meselâ sendikalar meslek veya işyeri temelinde örgütlenemezler. Sendikaların içyapıları ve faaliyetleri devlet tarafından en ince ayrıntısına kadar incelenir. Toplantı ya da miting düzenlemek için yetkili makamlardan izin almak zorunludur. Bir işyerinde bir sendikanın toplu sözleşme yetkisi alabilmesi için, o sektörde Türkiye çapında işçilerin yüzde 10’unu [daha sonra bu oran %1’e indirilmiştir] ve o işyerindeki işçilerin de yüzde 50’sinden fazlasını örgütlemiş olması gerekmektedir. Bu barajları aşamayan sendikaların toplu sözleşme yetkileri yoktur. Yani işyerinde sendika olsa bile bir pazarlık gücü yoktur.
“Türkiye’de var olan sendikal konfederasyonların üye sayısı düşüktür. Gerçek üye sayısı ortaya konulduğunda birçoğu barajın altında kalmaktadır. Bu durum sendikal mücadelenin önünde çok büyük bir engeldir. Nitekim her fırsatta AKP hükümeti sendikaları gerçek rakamları açıklamakla tehdit edip aba altından sopa göstermektedir.
“Diğer taraftan işçilerin en büyük silahı olan grev hakkı kısıtlıdır ve yasalara uygun bir grev çağrısı yapabilmek için üç ay gibi çok uzun bir süre beklemek gerekmektedir. Toplu sözleşme imzalandıktan sonra, sözleşmeye uyulmaması halinde grev yapmak yasaktır. Yasalarla tanımlanan grev prosedürüne uymadan greve çıkmak yasadışı sayılmakta ve tutuklama da dâhil olmak üzere çok ağır şekillerde cezalandırılmaktadır. Pek çok sektörde işçilerin greve çıkması yasaktır. Ayrıca hükümetlere grevleri keyfi biçimde yasaklama yetkisi verilmiştir. Bakanlar Kurulu yasalara uygun bir grevi bile «kamu yararı» ve «ulusal güvenlik» gibi bahanelerle 60 güne kadar erteleme yetkisine sahiptir ve bundan sonra konunun zorunlu olarak arabulucuya götürülmesi gerekmektedir. Görüldüğü üzere işçi sınıfının en etkin silahı grev, ulusal güvenlik ve kamu yararı gibi bahanelerle etkisiz hale getiriliyor. Greve çıkıldığı takdirde de işçilerin önünde pek çok kısıtlama söz konusudur. Bunun en basit örneklerinden biri de grev gözcülerinin sayısının sınırlanmış olmasıdır.
“Sendikaya üye olan işçiler işten atılmakta, sendikal mücadele verdikleri için fişlenmekte ve başka işyerlerine girmeleri engellenmektedir. Taşeronlaşmanın yaygınlaşması ve asıl işin taşeronlara devredilmesi de örgütlenmenin önünde büyük bir engel oluşturuyor. İşçiler kendi sendikalarından istifa ettirilip patronun istediği işbirlikçi sendikalara geçmeye zorlanıyor, geçmeyen işçiler tazminat dahi verilmeden işten atılıyor, sürgüne gönderiliyor veya sürekli psikolojik baskı altına alınarak yıldırılmaya çalışılıyor.”[1]
Bu saydığımız engeller bugüne kadar sendikal mücadelenin önündeki mevcut somut örneklerdi. Ancak 2016 sonrası Türkiye’nin tek adam rejimi ile yönetilmeye başlamasıyla birlikte koşullar daha da zorlaşmaya başlamıştır. Bunun bir boyutu demokratik hakların yok edilmesi, toplantı yürüyüş basın açıklaması vb. hakların gasp edilerek yok sayılması, diğer boyutu ise her türlü demokratik hak arayışının “terörizmle” eşdeğer tutularak bastırılmasıdır. Bu süreçte sendikal mücadele bundan fazlasıyla payını almıştır. Üstüne Hak-İş, Türk-İş, Memur-Sen gibi sendika konfederasyonları tümüyle rejimin aparatı haline getirilmiş ve iktidara muhalif sendikalara üyelikler engellenmiştir.
DİSK-AR’ın yayınladığı bir rapora göre AKP döneminde 2003 yılından bu yana 17 grev erteleme kararnamesi yayımlandı ve 194 bin 39 işçinin grevi ertelendi, yani fiilen yasaklandı. Bu 17 grevin 7’si OHAL döneminde yasaklandı. Yasaklanan son grev ise Petrol-İş’in örgütlü olduğu ve 557 üye işçinin çalıştığı İş Bankası/Şişecam grubuna bağlı Soda Sanayii grevi oldu. AKP döneminde daha önce Şişecam, Pirelli, Good Year, Brisa, MESS’e üye işyerleri ile Akbank gibi büyük şirketlerde DİSK/Lastik-İş, DİSK/Birleşik Metal-İş, Türk-İş/Kristal-İş, Türk-İş/Petrol-İş ve Türk-İş/Türk Metal sendikaları tarafından alınan ve uygulanan grev kararları yasaklanmıştı. 2003 yılından bu yana büyük ölçekli şirketlerde alınan grev kararları neredeyse istisnasız bir biçimde hayata geçirtilmedi.
AKP iktidarı sendikal mücadeleyi sekteye uğratarak ve taşeronluk sistemini yaygınlaştırarak, esnek çalıştırma modellerini devreye sokarak sermaye için dikensiz gül bahçesi yarattı. Özellikle ekonomi için kilit durumdaki sanayi dallarında grevleri yasakladı.
Sendikal mücadeleye yönelik saldırılar ve engeller pandemi sürecinde yeni bir boyut kazanmıştır. Bu süreçte pandemi bahane edilerek yüzbinlerce işçi işten atıldı veya ücretsiz izine çıkarıldı. DİSK-AR’ın Kod-29 bahane edilerek işten atılan işçilerle ilgili raporuna göre 2020 yılında 176 bin 662 işçi Kod-29 gerekçesiyle işten çıkarıldı. Bunun yanında ücretsiz izne çıkarılan, yani aslında fiilen işsiz olanların sayısı ise 2 milyonu geçmiş durumda. HSK Systemair, Döhler, Bel-Karper, Migros, PTT ve birçok işyerinde işçiler sendikalaştıkları için işten atıldı. Eylem yapan işçiler defalarca gözaltına alınıp şiddete maruz bırakıldı.
Pandemi sürecinde her türlü sendikal faaliyet hastalık bahanesiyle askıya alındı, genel kurul, toplantı vb. organizasyonlar iptal edildi. İşçilerin örgütlenmek üzere bir araya gelmesi, toplantı ve etkinlikler yapması yasaklandı. Ancak bu süreçte işçiler çalıştıkları işyerlerinde başta Covid-19 olmak üzere iş güvenliği ve iş sağlığı ile ilgili önlemler alınmadan çalıştırılmaya devam ettirildi. Bu keyfi uygulamalar işçi sınıfının örgütlü mücadelesine büyük darbe indirdi.
Sendikal bürokrasinin sınıf işbirlikçi rolü
“Patronların işçi sınıfına acımazsızca saldırdığı böylesi bir dönemde, işçi sınıfının mücadele örgütlerine fazlasıyla ihtiyaç vardır. Sendikalar da işçi sınıfının önemli mücadele örgütleridir. Ancak, burjuvazinin işçi sınıfına ve sendikal harekete yönelik saldırılarına sendikalardan ciddi bir karşı koyuş gelmemektedir. Kuşkusuz bunun sebebi sendikaların tepesine çöreklenmiş bürokrasinin işbirlikçi tutumudur. Bu bürokratlar sermaye sınıfıyla içli dışlı olup, sermayenin işçi sınıfının içindeki ajanlarıdır. Bunların işlevi, sınıf hareketini bölmek, zayıflatmak ve gelişmesini engellemektir. Bu bürokrat sendikacılar taşeronlaşmaya, işten atılmalara, patronların saldırı paketlerine karşı ciddi hiçbir şey yapmamakta, göstermelik birtakım eylemlerle işi geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Sermaye sınıfı işçi sınıfının elinde kalan kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya hazırlanırken, sendika bürokratlarının kılı bile kıpırdamıyor. Gelişen her direnişte, grevde bürokratlar devreye girmekte, daha işin başında mücadeleyi pörsütmekte, işçileri oyalayarak, morallerini bozarak onları patronlarla anlaşmaya zorlamaktadırlar. Bıraktık mücadele etmeyi, patronlarla bir araya gelip hangi işçilerin işten atılacağının, nasıl atılacağının belirlendiği protokollere imza atmaktadırlar. Lafa gelince mangalda kül bırakmayan, sınıf sendikacılığından söz eden bu bürokratlar, iş patronlara karşı fiili mücadeleyi örgütlemeye gelince hemen yan çizmekte, göstermelik birkaç eylemle yetinmektedirler.”[2]
Saldırıların yeni bir boyut kazandığı ve 176 bin işçinin Kod-29 bahanesi ile işten atıldığı bu süreçte bazı mücadeleci sendikalar hariç sendikalar bu saldırılara karşı anlamlı hiçbir yanıt vermemiş, pasif bir pozisyonda kalmayı tercih etmişlerdir. Pandemi sürecinde iş saatleri uzatılmış, iş sağlığı ve iş güvenliği hiçe sayılmış ve diğer birçok hak gasp edilmiştir. Bütün bunlara karşı sendikaların iş saatlerinin kısaltılması, iş güvenliği önemlerinin alınması, ücretlerin yükseltilmesi, işçilerin beslenme ve sağlık koşullarının düzeltilmesi gibi somut taleplerle mücadeleyi yükseltmesi beklenirdi. DİSK bu konuda birçok talebi dile getirse de etkili bir eylem pratiği ortaya koyamamıştır. İktidarın denetimindeki konfederasyonlar ise pandemiyi fırsata çevirmiş ve örgütlenmemenin bir aracı haline dönüştürmüştür. Sonuçta, işyerlerinde hiçbir sağlık önlemi alınmadan çalıştırılan yüzlerce işçi Covid-19 hastalığına yakalanarak yaşamını yitirmiş, tüm salgın hastalıklar gibi Covid-19 da tam anlamıyla bir emekçi hastalığına dönüşmüştür.
Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!
Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte işsizlik ve hayat pahalılığı emekçilerin belini bükmeye devam ediyor. Gelinen noktada enflasyon yüzde 30’ları aşarken işsiz sayısı 10 milyonu aşmış durumdadır. İktidar TÜİK aracılığıyla rakamları eğip bükerek gerçekliği çarpıtmaya çalışsa da bu hamleleri her defasında duvara çarpmıştır. Özellikle pandemi döneminde binlerce esnaf iflas etmiş, bir o kadarı da iflasın eşiğine gelmiştir. İktidar kendine yakın sermaye gruplarına kaynakları akıtırken işsiz bırakılan işçilerin payına ise günlük 40-50 lira gibi komik rakamlar düşmüştür. İşçi sınıfının en önemli mücadele örgütlerinden sendikalar etkisizleştirilmiş, her türlü örgütlülük ve eylem yasaklanmıştır. İktidar partileri kendi etkinliklerini, toplantı ve parti kongrelerini yaparken, salonları lebaleb doldururken, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs pandemi koşulları bahane edilerek yasaklanmıştır. Ekonomik krizin tüm faturası emekçilerin sırtına yıkılmıştır. Asgari ücrete yapılan yüzde 22’lik zam da çoktan enflasyon karşısında erimiş, yoksulluk daha da derinleşmiş, hayat pahalılığı karşısında bunalan onlarca emekçi intihar etmiştir. Tüm bu gerçekliğe rağmen iktidar medya gücünü de kullanarak gerçekleri, emekçilerin içinde bulunduğu durumu yok saymıştır.
Metropoll araştırma şirketinin yayınladığı anket özellikle pandemi döneminde açlık ve yoksulluğun ne denli arttığını ortaya koyuyor. Metropoll’ün Nisan 2021 raporuna göre yüzde 26,6’lık kesim temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyor. Yüzde 53,6’lık kesim ise yalnızca beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Derin Yoksulluk Ağının araştırmasında da İstanbul çapında görüşülen 103 ailenin yüzde 64’ü kirada yaşıyor. Üçte birinden fazlası, kirasını ödeyemediği için evden atılma riskiyle karşı karşıya. Yüzde 10’luk bir kesim baraka gibi alanlarda yaşamını sürdürüyor. Derin Yoksulluk Ağının verileri yaşanan yoksulluğu kısaca şöyle özetliyor: “Günlük kazanan insanlar, bu kazançlarından arttırıp kira ödeyen, geriye kalanla da gıdaya erişmeye çalışan grup. Hal böyle olunca, yani pandemi ve yasaklar uzadıkça açlık durumu ortaya çıktı. Bu grupta yer alan insanların birikmiş kiraları mevcut. Çoğu ailenin elektrikleri kesik durumdadır. Evlerin çoğu zaten sobalı, doğalgaz kullanan az sayıda evin de gazı kesik. Geçtiğimiz gün karantinaları yeni biten bir aileyle görüştük, evlerinde doğalgaz, su ve elektrik kesikti.”
Yaşanan açlık ve yoksulluğun ne boyuta geldiğini yine sendikaların düzenli olarak açıkladığı raporlardan da görebiliyoruz. Asgari ücret 2825 lirayken, Türk-İş raporuna göre Nisan ayında dört kişilik aile için açlık sınırı 2767 liradır. Açlık sınırı dört kişilik bir ailenin sadece mutfağına harcaması gereken tutarı ifade etmektedir. 2 milyondan fazla işçinin ücretsiz izne çıkarılarak günde sadece 50 TL’ye mahkûm edildiği koşullar işçi sınıfının nasıl bir yoksulluğun içine itildiğinin çarpıcı bir örneğidir. Örnekleri uzatmak mümkündür ancak bu kadarı da tabloyu özetlemeye yetmektedir.
Bu tablo işçi sınıfının örgütsüzlüğünün bir sonucudur. Ama umutsuzluğa kapılmaya yer yoktur. Sınıf tarihimizde yaşanan onca deneyim bize örgütlenmek için güç vermekte ve mücadele azmimizi bilemektedir. En baskıcı koşullarda dahi işçi sınıfı zorlukların üstesinden gelmesini bilmiştir. Önümüz Haziran ayıdır. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi bu anlamda yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Diğer taraftan gerek dünyada gerekse Türkiye’de tüm zorlu şartlara, pandemi koşullarına rağmen yüzlerce eylem gerçekleştirilmiş, özellikle sendikalaşma konusunda sayılar artmaya başlamıştır. Sınıf devrimcileri olarak görevimiz, karamsarlığa yer vermeden sınıfın deneyimlerini başta ileri işçiler olmak üzere tüm işçilere mal ederek kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmektir. Unutmayalım ki karanlığın en yoğun olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır.
[1] Hakan Sönmez, Burjuvazi Sendikalara da Saldırıyor, Temmuz 2011, MT
[2] age
link: Hakan Sönmez, Pandemi Döneminde İşçi Sınıfına Saldırılar ve Sendikalar, 27 Mayıs 2021, https://en.marksist.net/node/7365
TÜSİAD’ın “Demokratlığı”
Pandemi, Bir Avuç Hışır ve Yoksul Milyarlar