1930’lu yılların sonunda Avrupalı egemenler 2. Dünya Savaşının tamtamlarını çoktan çalmış ve savaş başlamıştı. Tamtamları çaldıranlar bilcümle sermaye sınıfıydı. Savaşa sürdükleriyse ezip sömürdükleri sınıfın yani işçi sınıfının evlatlarıydı. Bu kan emici sömürücü sınıflar emekçileri savaşın ateşinin ortasına atmadan önce diğer ülkelere karşı milliyetçiliği ve şovenizmi körükledikçe körüklerler. Milliyetçilikle beyinleri esir alınır yoksulların. Milliyetçi ve şoven propagandanın dozu sürekli arttırılır hatta iş ırkçılığa kadar vardırılır. Bu ırkçı bombardımana maruz kalan işçi ve emekçiler pimi çekilmiş birer el bombasına dönüştürülür. Sermaye sınıfının ve siyasi sözcülerinin arzuları tam da budur zaten. İşte bundan sonra emekçiler kendileriyle aynı kaderi paylaşan diğer ülkelerdeki işçi ve emekçilerin kanını dökmek için yanıp tutuşurlar. Savaşta birbirini boğazlayan işçi çocukları ve aileleri ancak savaşın sonunda bu savaşın kendi savaşları olmadığını anlamaya başlarlar. Ama milyonlarca işçi çocuğu evine dönemez. Sakat olarak dönenlerse buruşturulup bir kenara atılırlar, bir paçavra gibi.
Aynı dönemde Türkiyeli egemenler de savaşa girmedikleri halde yoksul emekçilere cehennem azabı yaşattılar. Ülkenin başında “milli şef” vardı. O “milli şef” işine geleni fısıltıyla söylense bile duyardı. Ama işine gelmeyenleri borazanla bağırılsa duymazdı. Eli kolu öyle çok ve uzundu ki ahtapot gibiydi. Gözü en ücra yerlere varıncaya dek ulaşırdı. Sanki milyonlarca kopyası vardı. Milli şefin ve tabii ki sermaye sınıfının hoşuna gitmeyecek tek söz edildiğinde anında karşıda belirirdi. Bugüne ne kadar da benziyor değil mi? O zaman milli şef vardı. Şimdiyse tek adam rejimi var.
O yıllarda Zonguldak’ta yoksul köylüler jandarma dipçiğiyle zorla maden ocaklarına sokuluyordu. Adına mükellefiyet denen bir sistemde, tek kuruş ücret verilmeden zorla madenlere sürülüyordu. Kaçmaya kalkanlar yakalandığında taş kırmaya sürgünlere gönderiliyordu. İtiraz edip kaçmayı düşünenlerin ardından sıkılan kurşunla canı alınıyordu. Ölen öldüğüyle kalıyordu. Ailesinden geride kalanlar hesap soramıyorlardı. Sesi çıkan olursa başına gelmeyen kalmıyordu. Madende çalışırken ölenler için zaten kimse hesap soramıyordu. Ama ezilenlerin zihninde ve yüreğinde kin, nefret ve öfke bir kor gibi birikiyordu. Günümüzde iş cinayetlerinde katledilenlerin ailelerinin başına gelenlere ne kadar benziyor değil mi?
O tarihlerde işçi sınıfının sendika kurması yasaktı. 1900’lü yılların başlarında o zamanın işçi sınıfı birçok grev yapmıştı. 1 Mayıs kutlamaları da yapmışlardı. Ama 1940’lı yıllarda adı yasakla anılmayan pek bir şey kalmamıştı. Henüz işçi sınıfı ayakları yere sağlam basacak bir niteliğe sahip değildi. O tarihlerde toplumun ağırlığı köylüydü. Köylünün yakasından devlet, mintanından bit eksik olmazdı. Devlet tarlasından ürününü, bit de kanını emiyordu. Aynı yıllarda bir de ciğerlerini yiyip bitiren veremden sapır sapır dökülüp ölüyorlardı. Büyük kentlerdeki işçilerin verem tedavisi için hastaneye yatıp tedavi olması hak getireydi. Yoksul köylüler ise hastanelerin yolunu bile bilmezlerdi. Verem oluyorlardı. Yataklara düşüyor ve ölüp gidiyorlardı. Yoksulların ilaca ulaşmaları dünyanın öbür ucuna gitmek kadar zordu. Zaten sağlıklı ve dengeli beslenemedikleri için veremin pençesine çarçabuk düşüyorlardı yoksullar. Hastaneye gidip kara kaplı defterlere adı yazılanlara da öldükten aylar yıllar sonra bile sıra gelmiyordu. Kısacası verem bir yoksulluk hastalığıydı. Bu nedenle veremden ölenler yoksullardı. Verem ilacına ve tedavisine ulaşamayanlar yoksullardı. Şimdilerde Covid-19 aşısına ulaşamayanlar yine yoksullar. Diğer hastalıkları ve fiyatı yoksulların düşlerini karartan ilaçları saymıyorum.
Ya devlet ahalisi ve sermaye sahiplerinin durumu neydi? Onlar bilcümle sağlıklı besleniyorlardı. Sağlıklı konutlarda oturuyorlardı. Güneş evlerine dört bir yandan uğruyordu. Deniz arzu ettiklerinde ayaklarının dibindeydi. Verem bulaşıcı bir hastalık olduğu için bir şekilde kodamanlara da bulaşabiliyordu. Verem olan sermaye sahipleri en konforlu sanatoryumlarda tedavi oluyorlardı.
Sanatoryum hastanelerinin tavanları yüksektir. Orman içerisinde ve havası temizdir. Sabah kuş cıvıltıları eşliğinde güzel kahvaltılarını yaparlardı. Besini ve kalorisi bol olan güzel yemekler yiyorlardı. Yoksullar onların yedikleri yemekleri güzel düşlerinde bile göremezdi. Yoksullara iğne ve ilaç yoktu. Ama kodamanlara veremin iğnesi de vardı, ilacı da vardı. Yoksullar açlıktan, hastalıktan sinek sürüleri gibi ölüyordu. Varlıklılar açlığın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlardı. Tez zamanda sağlıklarına kavuşuyorlardı. Sapasağlam yalılarına, konaklarına, o zamana göre lüks evlerine dönüyorlardı. Egemenlerin siyasi temsilcileri ise yoksullara “bu illetin ilacı henüz bulunamadı” diyorlardı. Aynı egemenler bir de 2. Dünya Savaşına Türkiye’nin girmediği belli olduğu halde emekçilere “savaşa girmedik ama her an girebiliriz” korkusunu vermekten geri durmuyordu.
Zaten yoksulluktan ve veremden sapır sapır dökülüp sürü halinde öldükleri yetmezmiş gibi, üç kuruş parası olanın parasını, köylünün öküzünü, ineğini, koyununu, keçisini, ambardaki buğdayını, arpasını jandarma dipçiğiyle ellerinden alıyorlardı. 2. Dünya Savaşı sona erdiğinde, Türkiye’de çok sayıda emekçi hastalıktan ve besinsizlikten ölmüştü. Köylü et yüzü görmez olmuştu. Şehirdeki yoksul ise eti rüyasında bile göremiyordu. Köylünün elinden alınan hayvanlarını egemenler afiyetle mideye indiriyorlardı. Güya köylüden zorla alınan hayvanlar askere yedirilmişti. Onların asker dediği yoksulların çocukları değil, bol apoletlilerdi. Yoksulların çocukları yağsız ve tuzsuz bulguru bulursa şükrederdi. Apoletlilerin atları kadar bile bir kıymetleri yoktu yoksulların çocuklarının. Köylünün elinden zorla alınan tonlarca buğday, arpa, doldurdukları silolarda çürümüştü. Savaş bittikten sonra da çöpe gitmişti, yoksulların bir avuç buğday bulamadığı günlerde.
Şimdi gelelim 80 yıl sonrasına yani günümüze. Aradan geçen bu 80 yılda neler değişti neler. Teknoloji ışık hızıyla yarışır hale geldi. Gün geçtikçe daha da ilerliyor. Yapay zekâ üretimin neredeyse her alanında mevcut. Dünyanın egemenleri teknolojiyi de, robotları da, üretilen bütün ilaçları da sadece ve sadece kâr için kullanıyorlar. Dünyanın efendileri kendileri için uzun ve sağlıklı yaşamanın sırrını bulmuş büyücü gibi sırça köşklerinde, saraylarında, denize nazır villalarında yaşıyorlar. İlaç tekelleri her hastalığın ilacını üretiyor. Covid-19 aşısı üretmek için ilaç tekelleri birbiriyle yarış halindeler. Ama başta Afrikalılar olmak üzere milyonlarca yoksula aşı hak getire. Aynı 1940’lı yıllardaki egemenlerin uygulaması gibi “yaz gelecek yonca bitecek” gibi davranıyorlar. Ahaliye “sabredin, aşı yolda” oyununu oynuyorlar. Ardındansa “hijyen, maske, mesafe” size yeter de artar diyerek yoksulların aklıyla alay ediyorlar. O yıllarda dengesiz beslenmeden ve ilaçsızlıktan ölenler yoksullardı. Bugün açlıkla boğuşanlar da yoksullardır. Ama kendileri canlı yayınlarda aşılarını oluyorlar. Erdoğan aşı olduktan birkaç gün sonra bomba gibi sağlam olduğunu söylemişti. Erdoğan pestili, cevizli bademli sucuğu canlı yayında göstererek “bunların girdiği yere virüs girmez” diyordu. Aynı günlerde bir emekçi ise eline “açım” diye yazıp intihar etmişti. Yoksulluğun dibine gömülmüş insanlar aynı nedenlerle çaresiz ve çıkışsız durumdalar. Çareyi intihar etmekte buluyorlar. Sermaye sınıfının ve tek adam rejiminin umurunda bile değiller. Onların medyaları intihar eden insanları görmezden geliyorlar. İntihar eden insanları karalamak için kara propaganda yolunu seçiyorlar. Ama egemenlerin de çok iyi bildiği gibi, ezilenlerin hafızası bu yaşananların her birini tek tek not ediyor.
İşsizlik diz boyunu çoktan geçti. İşsizlik ve işsizliğin kendisiyle birlikte getirdiği açlık, çaresizlik, psikolojik sorunlar ve aile içi sorunlar da cabası. Bir işi olanlarsa iki yakasını bir türlü bir araya getiremiyor. Güya pandemi sürecinde işten atmak yasak. İşten atılan sayısız işçi var. Sermaye sınıfının işçi atması için AKP bir kolaylık daha icat ederek Kod-29 diye bir madde uydurdu. Yani patronlar sermayenin bugüne kadarki temsilcilerinin içinde en hası olan AKP’den ziyadesiyle memnunlar. AKP’li yıllarda iş yasası sermaye lehine paçavraya çevrildi. 1940’lı yıllarda işçilerin sendika kurması yasaktı. Bugünse sendikalara deli gömleği giydirilmiş durumda. Rejim bütün sendikaları işçileri kendisine biat ettirecek aparatlara dönüştürmek istiyor.
İşçi sınıfı tarihinde ne karanlıklar gördü, ne çetin mücadeleler verdi. Yoktu, sendikalar, dernekler kurdu. Yenildi. Ama yeniden ayağa kalktı. Kendisine ihanet edenleri tükürüp attı. Bugün sermayenin temsilcileri gibi davrananları da günü geldiğinde tükürüp atmakla kalmayacak, bir de yüzlerine tükürecek.
İşçiler 2021’in teknolojisiyle 1850’li yılların koşullarında çalıştırılıyorlar. Son 20 yılda iş cinayetlerinde kurban edilenlerin tek tek isimleri yazılsa bir kalın kitaba sığmaz. Çalışırken sakat kalanların sayısı kurban edilenlerin birkaç katı daha fazladır. Eski masallardaki gibi sermaye sınıfı işçi kanıyla besleniyor. İş cinayetlerinde katledilen işçiler için açılan davalarsa has temsilcileri AKP’nin de eliyle yıllarca sürüyor. Soma’da 301 işçinin katili patron ve yöneticileri ödül gibi cezalarla ellerini kollarını sallayarak yeniden şirketlerinin başına dönüyorlar. İş cinayetlerinde tek tek katledilen işçilerin davalarının üstü örtülüyor. Somalı madencilerin eşleri, anaları, babaları, küçücük çocukları, katledilen madencileri, onların katillerini ve onları koruyan AKP’yi asla unutmayacaklar. İş cinayetlerinde katledilenlerin aileleri ve işçi arkadaşları bir araya toplansa kaç milyon insan olur. Ve ne yazık ki bu iş cinayetlerine her gün en az beş işçi daha ekleniyor.
Gerek iş cinayetlerinde canından olanlar, gerek sakat kalanlar, gerek çalışan veya işsiz olan milyonlarca işçi örgütsüz. Sınıf bilincinden yoksun ve dağınık bir durumda. İşçi sınıfı gücünün farkında değil. Sermaye sınıfı işçi sınıfının hafızasını kendi sınıf çıkarlarıyla dolduruyor. İşçileri “böyle gelmiş, böyle gider” diyerek mücadeleden uzak tutmaya çalışıyorlar. Bağıra bağıra başka ülkeleri düşman göstererek sanki yarın sabah savaşa girilecekmiş gibi kendi çıkarları uğruna milliyetçiliği-şovenizmi sürekli körüklüyorlar. Bu zehri yutturmak için bağırdıkça bağırıyorlar. Dizilerle her akşam yoksulların beynine paslı bir vida gibi bir tık daha sokmaya çalışıyorlar. Ama gece Ertuğrul’la Osman’la gaza gelen işçiler sabah kalkıp işin yolunu tuttuklarında gerçek hayatın içine karışıyorlar. İşsizlikle boğuştuklarında gerçek hayatla baş başa kalıyorlar.
İşçiler bir şekilde mücadeleci işçilerle tanıştıklarında kendi sınıflarının gözüyle bakan örgütlü işçilerle tanışırlar. İşte o zaman kendi sınıflarının diliyle konuşmayı kavramaya başlarlar. Kendi sınıflarının gazetelerini okumaya başladıklarında tünelin ucundaki ışık gibi çıkış yolunu görmeye başlarlar. Mücadele içinde arındıkça aydınlık günde güneşi nasıl görüyorlarsa dünyada iki sınıf olduğunu da görmeye başlarlar. Kendi sınıfının işçi sınıfı olduğunu da o berraklıkta görmeye başlarlar. Önceden sermaye medyasından gördüğü ve okuduğu her şeye “televizyon söylüyorsa, gazete yazıyorsa doğrudur” diye körü körüne inanan işçi olmaktan çıkarlar artık. Örgütlü olmakla ve sınıf temelli bilinçlenmeyle kendilerine ve sınıflarına olan güvenleri gelişmeye başlar. Artık hayata örgütlü bir işçi gözüyle bakarlar. Gördükleri, duydukları ve okudukları her şeyi süzgeçten geçirirler. Dün sermaye sınıfının yalanına gözü kapalı inanan işçiler, her duyduklarına ve gördüklerine şüpheyle bakmayı öğrenirler. Yanlarındaki işçi kardeşlerini örgütlemek için emek vermeye başlarlar.
Bu yüzden dünyanın bütün sömürücülerinin asıl düşmanı ve ölümüne korktukları şey işçi sınıfının örgütlü olmasıdır. Biliyorlar işçi sınıfı örgütlü olarak karşılarına dikildiğinde onların ölüm çanları çalınacak. İşte o zaman örgütlü işçi sınıfı, sermaye sınıfından ve onların sözcülerinden işledikleri bunca suçun hesabını soracak. Ve açlığın, yoksulluğun olmadığı, herkesin sağlığa ve her şeye eşitçe sahip olduğu savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya kurulacak.
link: Soner Güven, 80 Yıl Önce, 80 Yıl Sonra , 14 Mart 2021, https://en.marksist.net/node/7294
“Eşitsizlik Virüsü” Roket Hızıyla Yayılıyor
Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /6