19. yüzyılın sonlarında Almanya'da devrimcilere uyguladığı zulümle ün yapmış bir İçişleri Bakanı, 'her grevin ardında, devrim canavarı pusuya yatmıştır' demişti.
Grevlerin barındırdığı potansiyelin daha güzel bir anlatımını bulmak zordur. Gerçekten de her grev, bir işyeriyle sınırlı ve geçici bir süreyle de olsa kapitalist sömürü çarkının durması anlamına gelir. İnen şalterler, duran makineler ve çalışmayan eller, kapitalist toplumda zenginliği kimin yarattığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyarlar. Bir tarafta suskunluğa terk edilen üretim araçları diğer tarafta bekleşen işçi yığınları. Kendi başına yeni bir zenginlik yaratamayan, işlemesi ve üretimdeki rolünü yerine getirmesi için işgücüne ihtiyaç duyan üretim araçları bir anda cansız, hareketsiz ölü bir yığın haline gelirler. Kapitalist toplumda işçinin efendisi gibi gözüken, onu kendine tâbi kılan, hızıyla, temposuyla onu kendi peşinden koşturur hale getiren, ona bir insan değil de kendisinin bir parçası, bir uzantısı olmayı dayatan makineler, grev günü gelip sustuklarında, kimin kime tâbi olduğu gerçeği ortaya çıkıverir.
İşte bu nedenle, her militanca yürütülen grev kapitalistlere, üretimin ve üretim araçlarının gerçek efendisinin, gerçek sahibinin işçiler olduğunu hatırlatır. Militanca yürütülen her grevin, kapitalistlerin gözünde isyan olarak canlanmasının, onun ardında devrim 'canavarı'nı görmelerinin nedeni budur.
Ne var ki, kapitalistler açısından çok açık olan bu gerçeği, işçilerin kavrayıp bilince çıkarmaları, bu bilince uygun bir davranış ve örgütlülük içerisine girmeleri hiç de çelişkisiz, adım adım işleyen bir süreç değildir. şunu peşinen söylemek mümkün ki, kapitalist toplumda emeğine ve bundan dolayı kaçınılmaz olarak kendisine yabancılaşan işçinin, kendisini, bir emekgücü satıcısı olmanın ötesinde, bir insan olarak var edebilmesinin ön koşulu sınıf mücadelesindeki yerini almasıdır. Bu nedenle grev ve direnişler işçiler açısından yalnızca en temel sınıf bilincini edinmenin ötesinde de anlam taşıyan önemli bir savaşım okuludurlar.
Örgütlülükten yoksun ve sınıf savaşımı alanında deneyimsiz işçiler, kapitalistlerle tek başlarına uğraşmak zorunda kaldıkları, yani bir sınıfın parçası olarak kolektif bir biçimde değil tekil bir birey olarak davrandıkları sürece, bir 'hiç' olmanın ötesine geçemezler. Birbirleriyle rekabete zorlanan ve zamanla bu rekabeti kanıksayan, patronlar karşısında yumuşak başlı, her denilene itaat eden, küfürleri hakaretleri sineye çeken, kimi işkollarında dayak yemeyi bile işin gereklerinden biri sayan, işini kaybetmemek adına günler boyunca kesintisiz sabahlara kadar çalışmak zorunda kalan işçiler gerçekte bir köleden farksızdırlar.
Ama militanca yürütülen her grev ve direniş, işçilerin aktif bir şekilde örgütlenmesi demektir. Kapitalist toplumun onlara dayattığı, bireysel bir dünyaya hapsolma, yalnızlaşma, atomize olma, aşağılanma, sefalet ve cehalet cenderesini kırmaya başlama şansını yakalamaları demektir. Taleplerini birlikte şekillendirip bu talepler uğruna birlikte mücadele etmeye başlayan işçiler, durumlarının umutsuz olmadığını, yalnız olmadıklarını görürler. Kolektif mücadelenin aktif bir parçası olarak işçi, gerçekte insan olarak kendisini bulur. Artık hakkını yüksek sesle arayan, yalnız kendisini değil, mücadele içinde yanı başındaki diğer işçileri de düşünen bir insan haline gelir. Düne kadar mücadeleye soğuk bakan, karamsar, vurdumduymaz gözüken birçok işçinin, gün gelip mücadeleden başka hiçbir seçenek kalmadığını kavradığında, mücadeleden kaynaklanan tüm zorluklara, sıkıntılara, baskılara, parasızlığa, kendisinin ve ailesinin aç kalmasına, soğukta günlerce beklemenin yorgunluğuna, gözaltına alınmalara, polisin keyfi tutumlarına vs. nasıl kararlılıkla direndiğini görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Gündelik yaşam kavgasının yerine, kendisi ve sınıf kardeşleri için adı konulmuş ve hedefi belli bir sınıf kavgasının geçtiği dönemler, mücadeleye atılan işçi açısından, sarsıcı, zihin açıcı, dönüştürücü bir sürecin yaşanması anlamına gelir.
Mücadele, işçinin gündelik bilincinde, ruh halinde, kendisini ve çevreyi algılayışında yeri başka hiçbir şeyle doldurulamaz bir dönüştürücü etkiye sahiptir. O, mücadele içinde yalnızca kendisini tanımakla kalmaz, patronların ve işçilerin güçlerinin nereden kaynaklandığını da kavramaya başlar. Gücün örgütlülükte yattığını görür. Patronların nasıl örgütlü bir güç olduğuna şahit olur. Kapitalistlerin güçlerinin en önemli ayaklarından birinin siyaset alanında yattığı, devletin, yasaların, mahkemelerin, polisin her daim patronlardan yana bir tavır sergilediği gerçeği, mücadeleye atılan işçi açısından daha kolay anlaşılır hale gelir. Gündelik yaşamın yıpratıcı sorunlarından başını kaldırıp kendi sınıfının mücadelesinin sorunları hakkında kafa patlatmaya başlayan bir işçinin gözleri, yalnızca kendi patronunun yalanları ve manevraları hakkında değil, tüm bir kapitalistler sınıfının ve onların temsilcisi olan hükümetin ve yasaların niteliği konusunda da açılmaya başlar. Lenin, gözlerini mücadeleye daha yeni açan işçiler hakkında şunları söylüyor: 'İşçiler, yasaların yalnız zenginlerin çıkarına yapıldığını, hükümet görevlilerinin bu çıkarları koruduğunu, emekçi halkın susturulduğunu, ihtiyaçlarını belirtmesine izin verilmediğini â?¦ anlamaya başlarlar.'[1]
Salt iktisadi taleplerle başlayan grevler bile, yalnızca onları doğrudan yürüten işçiler nezdinde değil, aynı zamanda, bu mücadeleyi duyan ve ona şahitlik eden diğer işyerlerinden veya işkollarından işçiler açısından da uyarıcı, harekete geçirici ve belli ölçülerde dönüştürücü bir etkiye sahip olabilirler. Özellikle sınıf hareketinin genel bir yükseliş içinde olduğu dönemlerde bunun sayısız örnekleri yaşanmıştır. Ne var ki bu durum, işçi hareketi içinde ve işçilerin bilincinde yanılsamalı ve yanlış birtakım düşünceleri de beraberinde getirebilir. Başarılı mücadelelerle iyileşen çalışma koşullarını, artan ücretleri, kazanılan yeni sosyal hakları vb. veri alarak işçi sınıfının yalnızca iktisadi grevlerle ve sendikal örgütlülüklerle kurtuluşunu sağlayabileceği düşüncesi, aslında ilk kez mücadeleye atılan ve başarı kazanan işçilerin zafer sarhoşluğunu yansıtan, anlaşılabilir ama yanlış bir düşüncedir.
İktisadi taleplerle yürütülen grevler, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız gibi, işçilerin uykudan uyanmasını, ayağa kalkmasını ve bir sınıfın parçası oldukları bilincini edinmelerini sağlar. Ancak uyanmak, henüz kurtuluşu sağlamak anlamına gelmez. Unutulmasın ki sendikal mücadele, kapitalist ücretli kölelik düzenini ortadan kaldırmayı değil, bu sömürü mekanizmasını daha katlanılır kılmayı hedefler. Oysa işçi sınıfının kurtuluşu, ancak kapitalist düzenin sona erdirilmesiyle mümkündür. Sömürünün sınırlana sınırlana ortadan kaldırıldığı şimdiye kadar hiçbir yerde görülmediği gibi, grev vb. yöntemlerle sürekli ve kalıcı iyileştirmeler sağlanabileceği düşüncesi reformist-sendikalist bir yalandan başka bir şey değildir. Kapitalist sömürü mekanizmasının işleyişinden kaynaklanan 'acı' gerçek şudur ki; iktisadi mücadeleler, aslında işçinin verili yaşam standartlarını koruma mücadelesidir. Başarılı mücadeleler sonucunda işçilerin gelir ve yaşam düzeyinde geçmişe oranla bir ilerleme sağlanabilmiş olsa da, işçiler, 'kapitalizmin getirdiği nispi yoksullaşmadan kaçıp kurtulamazlar. Gelirlerinde görünürde bir ilerleme kaydettiklerinde bile, işçilerin üretici güçlerdeki gelişmeye kıyasla artan ihtiyaçlarını karşılayabilme düzeyleri geriler. â?¦ Kapitalist gelişimin genelde zenginlik dünyasıyla yoksulluk dünyası arasındaki uçurumu derinleştirdiği Marksizmin en önemli tespitlerinden biridir.'[2]
İktisadi mücadele sınıfın kurtuluşu açısından yetersizdir. İşçi sınıfı 'siyaset yapmak' zorundadır. Ama nasıl bir siyaset? şimdi meseleye bir de bu açıdan bakalım.
İşçi sınıfının burjuva siyaseti
Grev gibi iktisadi mücadeleler içerisinde, doğrudan hükümetle, devletin kolluk kuvvetleriyle, yasalarla ve mahkemelerle karşı karşıya gelen işçiler, bunların tümünün patronların çıkarlarına hizmet ettiğini kavrama fırsatını elde ederler. Hatta yalnızca ücretler için değil, çalışma koşullarını iyileştiren yasalar çıkartılması ve edindikleri kimi hakların yasal güvence altına alınması için de mücadele edilmesi gerektiği fikri, iktisadi bir mücadele içine atılan işçilerin büyük bir çoğunluğu tarafından kolayca kabullenilebilecek bir fikirdir. Ama bu bile işçilerin henüz bağımsız bir sınıf siyaseti izlemeye başladıkları anlamına gelmez.
Peki bu doğrultuda gerçekleştirilecek bir mücadele işçilerin siyasal mücadele içine atıldıkları anlamına gelmez mi? Elbette ki gelir! Yerel ve tekil olmaktan çıkarak genelleşen ve şu ya da bu patronu ya da patronlar grubunu değil de, devleti ve yasaları muhatap alan bir mücadele kuşkusuz ki siyaset alanına taşmış bir mücadele anlamına gelir. Marx, işçilerin siyasetten kaçınamayacağını ve gerçekte onların genelleşen ve sınıfa karşı sınıf niteliği taşıyan her hareketinin siyasal bir hareket olduğunu vurguluyordu. 23 Kasım 1871 tarihinde Bolte'a yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu Marx:
(â?¦) işçi sınıfının egemen sınıflara karşı bir sınıf olarak ortaya çıktığı ve onlara dışarıdan baskıyla boyun eğdirmeye çalıştığı her hareket, bir siyasal harekettir. Örneğin belli bir fabrikada, hatta belli bir işkolunda grevler, vb. yoluyla tek tek kapitalistleri daha kısa bir işgününe zorlama girişimi, salt iktisadi harekettir. Öte yandan sekiz saat, vb. yasasını zorlama hareketi bir siyasal harekettir. Ve bu şekilde, işçilerin tek tek iktisadi hareketlerinden her yerde bir siyasal hareket, yani kendi çıkarlarını genel bir biçim içerisinde dayatmayı amaçlayan bir sınıf hareketi doğar.[3]
Marx sınıf mücadelesinin iktisadi ve politik boyutları arasında bir bağlantı kuruyordu. Politika yoğunlaşmış iktisat demektir. Her sınıf bilinçli işçi, işçilerin yalnızca liraya kuruş katma mücadelesiyle yetinemeyeceğini bilir. İktisadi mücadele ile siyasi mücadele arasındaki bağ o denli kuvvetlidir ki, siyasal mücadele verilmediği sürece ekonomik mücadelenin de başarıyla yürütülmesi imkânsızdır. Bunu anlamak için, bugün Türkiye'deki iş yasalarına, grev ve toplu sözleşme yasasına ve sendikalar kanununa bir bakmak bile yeterli olacaktır. Bu yasalar sınıfın örgütlenme hakkına olduğu kadar, onun salt iktisadi bir mücadele yürütmesinin önüne bile sayısız engeller çıkartmaktadır. Birçok işkolunda grev yasaktır. Memur adı verilen ve gerçekte işçi sınıfının bir parçası olan kamu çalışanları sendikalaşma hakkını almak için yaklaşık on yıl mücadele ettiler ve bugün hâlâ grev ve toplu sözleşme hakkına bile sahip değiller. Tek başına bu yasaların değiştirilmesi uğruna mücadele etmek bile genel anlamıyla siyasal bir mücadeledir.
İşçilere siyasete bulaşmamalarını, hele devrimci çevrelere asla kulak asmamalarını, işçilerin kavgasının 'ekmek kavgası'ndan ibaret olduğu yalanını bıkmadan dillendiren sendika bürokratları aslında bal gibi de siyasetin içindedirler. Ama Türkiye'deki örneklerinin de her gün kanıtladığı gibi, bu siyaset burjuva siyasetten ibarettir. İşçi sendikalarının tepesine çöreklenmiş olan bürokratlar, burjuva siyasetin gündeminde olan sorunlar hakkında, burjuva cephelerden birini ya da ötekini destekleyen açıklamalar yapmaktan, basın toplantıları düzenlemekten ve hatta kimi zaman 'şanlı protestolar' örgütlemekten geri durmuyorlar. Bu bürokratların bir kısmı seçimler gelip çattığında, patronların partileriyle pazarlıklar yürütmekten çekinmiyorlar. Son yıllarda Türkiye'nin en büyük üç işçi konfederasyonunun başkanının da seçimlerde siyasete atıldıklarını, milletvekili olduklarını, hatta bazılarının bakan koltuklarına yerleştiğini gördük. İşçileri siyasetten uzak tutmak için her türlü hileyi yapan bu bürokratlar sürüsünün, seçimlerde aday olduklarında bu hareketlerini açıklama gerekçesi de hep aynı olmadı mı: bizler mecliste işçileri temsil edeceğiz!
100 yılı aşkın bir tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, hedefi ve kapsamı burjuva düzenin iyileştirilmesiyle, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının görece düzeltilmesiyle, sosyal hakların korunup geliştirilmesiyle sınırlı bir siyasal mücadele anlayışı, işçi sınıfının burjuva siyasetinin bir adım ötesine geçemez ve onun kurtuluşunu sağlayamaz. Tersine işçi hareketi belli bir olgunlaşma aşamasına ulaştığında böylesi bir siyaset onun ayağına vurulmuş bir pranga haline gelir. 1800'lü yılların sonlarında İngiltere'de sendikaların bir araya gelerek kurdukları İngiliz İşçi Partisi, tam da böylesi bir siyasi anlayışı savunuyordu. Salt grevlerle ve yalnızca sendikal örgütlenmeyle işçi hareketinin başarıya ulaşamayacağı, mücadeleyi siyasal alanda da yürütmek gerektiği doğru tespitinden hareket ediyor gözüken İngiliz sendika önderlerinin bu girişimi, gerçekte işçi hareketinin devrimci bir çizgiye oturmasının önündeki en büyük engellerden biri haline geldi. Bugün İngiltere'de bu parti iktidardadır ve yürüttüğü politikanın İngiliz burjuvazisine hizmet ettiği çırılçıplak ortadadır.
Türkiye'de de benzer girişimler hiç yaşanmadı değil. 1961'de sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) de benzer söylemlerle sahne almıştı. İşçi hareketinin yeni yeni canlanmaya başladığı bir dönemde, henüz sendikal mücadele deneyiminin bile son derece sınırlı olduğu bir tarihsel kesitte, böylesi bir girişim, kuşkusuz hareketi ilerletici bir rol oynadı. Türkiye işçi hareketi görülmedik bir canlanma ve yükseliş içerisine girdi. Ama sonuçta, TİP de, yükselen ve belli bir olgunluk düzeyine ulaşan sınıf hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermeyerek onun önünde bir engel haline geldi. Başlangıçta sendikal hareket temelleri üzerinde kurulan TİP, işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetini yürüten bir parti olamadı. Mücadeleyi mecliste reform yasaları çıkartmakla sınırlayan ve burjuva yasalarının çizdiği çerçeveyi aşmamaya özen gösteren TİP'in bu reformist, parlamentarist çizgisi, işçi sınıfının devrimci siyasal çizgisiyle asla aynı kefeye konulamaz elbette.
Aslına bakılırsa, son on beş yıldır, zaman zaman kimi konfederasyon ağalarından, işçilerin de kendilerine ait bir partisi olması gerektiği sözlerini işitiyoruz. Ağırlıklı olarak kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş geçmişte, hükümetle yürüttüğü pazarlıklar sırasında, kendi elini güçlendirmek ve karşı tarafı tehdit etmek için tam da bu kozu öne sürmüştü. Son dönemde DİSK'ten de benzer açılımlar gözlüyoruz. Yaşanan onca deneyime ve acı derslere rağmen, ne yazık ki, böylesi parlamentarist, reformist bir kitlesel işçi partisinin özlemini çeken sosyalistlerin sayısı da hiç az değildir. Böyleleri, 'işçi sınıfı burjuva siyasetlerin peşine takılacağına kendi partisiyle politik arenaya çıksa daha iyi olmaz mı' düşüncesiyle, aslında bu tip partilerin de, burjuva işçi partileri olduğu gerçeğini gözlerden saklamak istiyorlar. İngiltere'deki İşçi Partisi ve Brezilya İşçi Partisi gibi partiler, adlarındaki 'işçi' etiketine ve hatta tabanlarının ve destekçilerinin esas olarak işçilerden oluşmasına rağmen işçi sınıfının burjuva partileridirler.
Demek ki, işçi sınıfının siyasi alanda da mücadele etmesi gerektiği tespiti, çok önemli bir gerçeğe işaret etmekle birlikte, bununla ne kastedildiği hususunda çok net olunmalıdır. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinden, iktisadi mücadelenin siyasal alana taşırılmış bir şeklini anlamak, sınıfın gündelik iktisadi-sendikal sorunları temelinde bir siyasal ajitasyon ve propagandayla yetinmek, işçi sınıfının gerçek kurtuluşunu hedefleyen bir siyasal yaklaşım değildir. Böylesi bir anlayış, sendikalist-reformist bir anlayıştır, ki bu da sol renklere bürünmüş bir burjuva siyaset demektir.
İşçi sınıfının devrimci siyaseti
Krizlerin daha da şiddetlendiği, emperyalist savaşların kaçınılmazlaştığı ve kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engel haline geldiği emperyalizm çağında, kapitalizm artık çürümüştür. Proleter devrim, 19. yüzyılda olduğu gibi geleceğin değil, artık günün sorunu idi. Ve artık sınıfın biriktirdiği güçle devrimci siyasal mücadele alanına çıkıp, kapitalist sistemi yok edeceği bir çağ açılmıştır.
Lenin, emperyalizm proleter devrimler çağıdır derken işte bu gerçeği anlatıyordu. Temel sorun, işçilerin doğrudan doğruya iktidarı ele geçirmek üzere örgütlenmeleri, güncelleşen proleter devrime hazırlanmaları sorunu idi. Bu ise devrimci işçilerin önüne yepyeni tipte bir partinin inşa edilmesi görevini koyuyordu: Bolşevik tipte bir devrimci işçi partisi.
Bu hedefi yaşama geçirmek için canla başla çalışan Lenin, işçi sınıfının devrimci stratejisini ve taktiklerini de aydınlattı. Onun, sınıfın ekonomik mücadelesini siyasal mücadeleyle bağlaması ve reformlar için mücadeleyi devrim için mücadeleye tâbi kılması, işçi sınıfının devrimci siyasetini kesin olarak burjuva reformist siyasetlerden ayırmıştır.
İşçi sınıfının sendikal mücadelesini bu anlayışla ele alan Lenin, grevlerin kaynağı, anlamı ve sınırları üzerine yazdığı bir makalede şunları söylüyordu:
Burada, grevlerin, önceden de belirttiğimiz gibi 'bir savaş okulu' olduklarına, fakat savaşın kendisi olmadıklarına, grevlerin sadece bir mücadele biçimi, işçi sınıfı hareketinin sadece bir yanı olduklarına dikkat çekmeliyiz. İşçiler zaten yaptıkları gibi, tek tek grevlerden, çalışan bütün insanların kurtuluşu için tüm işçi sınıfının mücadelesine geçebilir ve geçmelidirler.[4]
Lenin'in konuya ilişkin tüm açılımlarında net bir biçimde görüldüğü üzere, her türlü ekonomik ve demokratik talebin devrimci mücadeleyi ilerletecek tarzda ileri sürülmesi, Bolşevik devrimci siyasetin temel bir özelliğidir. Mücadele tarihi, ancak bu tarz bir siyasetin işçi sınıfını ve emekçi kitleleri kurtuluşa götürebileceğini kanıtlamış bulunuyor.
[1] Lenin, Sendikalar Üzerine, Bilim Yay., Ocak 1975, s.166
[2] Elif Çağlı, Küreselleşme ' 4. bölüm, Marksist Tutum, no: 6
[3] Marx, Seçme Eserler, Sol Yay., c.2, s.506
[4] Lenin, Sendikalar Üzerine, Bilim Yay., Ocak 1975, s.169
link: Oktay Baran, İktisadi Mücadelenin Anlamı ve Sınırları, 15 Ekim 2005, https://en.marksist.net/node/7185
'Çin Mucizesi'
Pakistan Depremi: Keşmirli İşçiler İçin Yardım Çağrısı