Türkiye’de son birkaç ayın politik gelişmeleri 5-6 yıldır hüküm sürmekte olan rejimin beka sıkıntılarının artmakta olduğuna dair yeni belirtiler sunuyor. Salgınla birleşen derin kriz koşullarında işsizlik ve yoksullaşmanın alabildiğine artması toplumda hoşnutsuzluğun belirgin biçimde artmasına yol açıyor. Taban desteğinde kritik eşik noktalarının giderek aşağıya doğru kırılmakta olduğunu gören iktidar bloku aşınmayı durdurma ya da yavaşlatma veyahut bunun kendi iktidarı için yaratabileceği olumsuz sonuçları bertaraf etme doğrultusunda çabalarına dört bir koldan hız vermiş durumda. İşte son haftalarda kayyum rektöre karşı direnen Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini ve bu demokratik direnişe destek verenleri hedef alan devlet terörünün, muhalefeti sindirmeye dönük tırmandırılan faşist saldırıların, tehditlerin, muhalefet blokunda artan bölünme, ayrışma, yeni parti oluşumu, vekil istifaları gibi gelişmelerin arka planında yatan en temel husus kısaca budur.
Bu arka planı tamamlayan diğer husus ise, ABD’de başkanlık seçimi sonrasında hüküm süren belirsizliğin sona erip, Biden’ın başkanlık koltuğuna kesin biçimde oturmasıyla birlikte Türkiye’deki rejim için de yeni bir sürecin başlamış olmasıdır. Her ne kadar yeni ABD yönetiminin Türkiye’deki iktidara karşı nasıl bir politik hat izleyeceği henüz netlik kazanmamışsa da, Trump iktidarındaki dağınıklık ve keyfiliğin sağladığı türden manevra alanlarının artık pek olmayacağı görülüyor. Ayrıca Biden cephesinden şu ana kadar gelen sinyallerin de iktidar açısından pek iç açıcı olmadığı aşikâr. Seçimleri faşistlerin desteğindeki Trump’ın kazanmasını arzulamış olan iktidar seçim sonrasında Biden’a yanaşmak için tüm olanaklarını seferber etmiş görünüyor.[1]
“Reform”
Hatırlanacağı gibi, rejimin içte ve dışta sıkışıklığının bir süre önce iyiden iyiye bir darboğaz halini almasıyla Erdoğan bir “reform süreci” vaadinde bulunmuştu. Bu söylem özünde hem toplumu hem muhalefeti hem de ABD ve AB’yi oyalama ve göz boyama maksatlıydı. Özellikle yargı alanına ilişkin olacağı söylenen bir reform paketinin hazırlandığına ya da “son aşamada” olduğuna dair rejim cephesinden haftada bir rivayet üfürülse de aradan geçen zamana rağmen ortada bir şey yoktur. Ekonomideki sıkışma nedeniyle dışarıdan gelecek sermayeye ihtiyacı daha da artan rejimin Batılı emperyalist güçlere ve dış sermaye çevrelerine şirin gözükmek üzere bazı makyajlamalar yapmak istediği açıktır. Ancak göstermelik olsa bile siyasi planda atmaya niyetlendiği küçük adımların bazılarının rejim koalisyonunun diğer ortağı MHP tarafından hoş karşılanmaması üzerine bu plandaki niyetlerden tornistan edildi. Reformla ilgisi olmayan ama sermaye için önemli sayılabilecek olan ekonomi politikaları alanında ise damadın kellesini de almak suretiyle değişiklikler yapıldı.
Damadın tasfiyesi esasında faiz politikaları, hesapsız ve alabildiğine tarafgir kredi pompalaması, bankalara faiz ve kredi baskısı, bu uğurda Merkez Bankası kaynakları dâhil neredeyse tüm kamu kaynaklarını harcamaktan çekinmeme gibi tavırlardan geri adım atılışını sembolize ediyordu. Kapitalist pazar ekonomisinin gerçekleriyle bağdaşmayan fantezilerle de örülü olarak yürütülen bu politikalar sonucunda döviz patlamış, yerli para pul olma noktasına gelmiş, devletin ekonomik iflası noktasına doğru bir gidişat başlamıştı. Yabancı sermaye kaçışları hızlanmış, rejimin hareket alanı ciddi biçimde daralmaya başlamıştı. Bu politikaları yürütmek için alabildiğine zikzaklar çizilen, bir denilenin diğerini tutmadığı, bir kararın ertesi gün boşa çıktığı, sermaye için önemli olan öngörülebilirliğin sıfıra indiği bir tarz tutturuldu. Dış para musluklarının kesilmeye başlaması en acil sorunu teşkil ettiğinden alarm zilleri çalındı ve frene basılarak kulvar değiştirildi.
Bu hamlenin sıcak para akışı ve döviz ataklarının yatışması bakımından rejime bir nefes aralığı sağladığı görülüyor. Ancak ne henüz Hazine’nin boşalarak negatife geçmiş kasaları dolmaya başlamış ne de daha önemlisi emekçilerin artan ölçüde kötüleşmekte olan somut geçim sorunları cephesinde olumlu bir yansıma olmuştur. Aksine özellikle yükselen temel ihtiyaç maddesi fiyatları dolayısıyla daha görünür hale gelen hayat pahalılığı ve yoksullaşma derinleşerek devam etmektedir. Önemli bir bölümü AKP’ye oy veren ve Erdoğan’a sempati besleyen emekçi kitlelerin ekonomik durum dolayısıyla hoşnutsuzlukları artmaktadır. Dolayısıyla ilk plandaki geçici rahatlamadan sonra temel ekonomik sorunlar tüm ağırlığıyla kendini dayatmaktadır. Burada, önceki evrede sözde ekonomide canlanmayı tetikleyecek diye hesapsız biçimde kamu kaynakları üzerinden pompalanan kredilerin geri ödeme sürelerinin de geldiğini ve bunların önemlice bir bölümünün geri ödenmesinin mümkün görünmediğini hatırlarsak krizin derinleşmeye devam edeceğini söylemek yanlış olmaz. Dahası ekonomik krizle iç içe geçerek krizin etkilerini daha ağır hale getiren koronavirüs salgını cephesinde de, aşılara rağmen gerçek anlamda bir rahatlamanın gelmesi pek yakın görünmemektedir.
Tıkanmış dış kaynak musluklarının açılmasını ve akışın süreklileşmesini sağlamak gibi dolaysız hedeflerle gündeme getirilen reform bahsine dönecek olursak; yine de AKP’nin yargı/hukuk paketi adı altında yeniden gündem oluşturacağı bir hamle olacak gibi görünmektedir. MHP’den veto yiyen hususlar bir kenara bırakılarak, önemsiz konularda bazı adımları, genel ve muğlâk ifadelerle dile getirip gerçekte hiçbir anlam taşımayacak sözde demokratik adımları ve elbette asıl önemlisi mülkiyet hakkına dönük birtakım güvencelerin arttırılmasını içeren bir paket gündeme gelebilir. Dahası AKP’nin daha önce birçok kez yaptığı gibi, “ilerleme” kılığı altında yeni hak gaspları ve saldırılar anlamına gelen düzenlemeler de söz konusu olabilecektir. Bunların dışarıya karşı ne ölçüde işe yarayacağını göreceğiz. Yargının bağımsızlığından söz edilip, İrfan Fidan gibi bir militan rejim memurunun hiçbir kural ve teamül tanımadan Anayasa Mahkemesine Yargıtay üzerinden bir çırpıda tramplen yöntemiyle atanması bir yönüyle ucuz salon komedisidir. Konunun komedi olmayan yönü ise, sayı çokluğu hâlâ Abdullah Gül’ün atamış olduğu üyelerde olan Anayasa Mahkemesinin tam kontrol altına alınmasıdır. Bununla Erdoğan devletin parti devleti haline getirilmesi sürecinde önemli bir yeni adım daha atmış oldu.[2]
Son günlerdeki bazı ibretlik hadiseler bu meyanda hayli yol kat edildiğini ortaya koyuyor. Parti il yöneticileri bilfiil devlet fonksiyonlarını yürütme işine el atmış ve bunu pişkince yerine getiriyor görünüyorlar. Yukarıda İçişleri Bakanı talimatıyla vali ve kaymakamlara Kılıçdaroğlu’na dava açmaları talimatı gitmesinden tutun, aşağıda ildeki Milli Eğitim ilçe müdürlerini talimatla makamında toplayan AKP il başkanlarına, okul çocuklarının karnelerini okul müdüründen alıp çocukların evlerine götüren il parti yöneticilerine kadar iş iyiden iyiye pespaye bir hal almış durumda. İlçe Milli Eğitim müdürlerini makamında toplayan AKP il başkanının şu pişkin sözleri “buyurun size reform” dercesine bu konuda gelinen noktayı iyi özetliyor: “Valilik konumu farklı bizim konumumuz farklı. Vali Cumhurbaşkanımızın Kayseri’deki temsilcisi. Biz de Genel Başkanımızın Kayseri’deki temsilcisiyiz. Elhamdülillah hem Cumhurbaşkanımız hem Genel Başkanımız aynı kişi olunca ikimiz de temsilciyiz. Başkanlık sistemi gelmeden önce bu çok karışık bir durumdu. Şimdi çok karışık bir durum değil. Türkiye şu anda Cumhurbaşkanımızın ve genel başkanımızın aynı olduğu bir ülkede yönetiliyor. Şimdi bir birlik var.”
Daha büyük bir komedi Erdoğan’ın en son ortaya attığı “yeni anayasa” yapma çağrısı oldu. Böylece Erdoğan “reform” söyleminde çıtayı daha yükseklere taşımış oldu. Aslında bu tam anlamıyla muhalefeti faka bastırmayı hedefleyen bir bahis yükseltme hamlesidir. Bilindiği üzere muhalefet uzunca süredir parlamenter sisteme dönüş için çeşitli taslaklar hazırlamakta ve son günlerde de bu kapsamda görüşmeler yapmakta. Son hamlesiyle Erdoğan, muhalefet somut taslaklarıyla “parlamenter sisteme dönüş” çıkışı yapmadan önce “yeni anayasa” çıkışı yaparak muhalefetten önce gündemi belirlemeye çalışmakta. “Başkanlık sisteminin Türkiye’yi daha kötü hale getirdiği ve parlamenter sisteme dönülmesi gerektiği” düşüncesinin sadece iktidara muhalif kitlelerde değil, AKP ve MHP’ye oy veren kitleler içinde de belli bir destek bulduğu biliniyor. Tüm anketler bunu doğruluyor. İktidar destekçisi kitleler de hoşnutsuzluklarını, ekonominin iyi gitmediğini ifade etmenin yanı sıra, “Erdoğan’a karşı değiliz ama bu başkanlık sistemi de pek iyi olmadı” türü sözlerle dile getiriyorlar. İşte Erdoğan muhalefetin bu kanaatten beslenerek istim kazanmasını önlemek amacıyla sözde daha büyük değişiklik önerisi olarak yeni bir anayasa çağrısı yapıyor. İktidar bloku şayet yeni bir anayasa taslağı gündeme getirecek olursa, bunun mevcut rejimi daha da güçlendirici nitelikte değişikler içereceği açıktır. İktidar mevcut anayasayı zaten hiçe saysa bile, kâğıt üstünde elini bağlayabilecek maddelerden de kurtulmak istemektedir. Bahçeli’nin bu konudaki çıkışı, niyeti yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Muhalefete operasyon
Emekçi kitlelerde artan hoşnutsuzluğun geçtiğimiz 2019 yerel seçimlerinde muhalefet kanallarına aktığı görüldü. İktidar tüm baskı ve hilelere rağmen, seçim yeniletmeye kadar varan müdahalelere rağmen, Türkiye’nin hemen hemen tüm büyük şehirlerinde seçimi kaybetmiştir. Bu durumun gayet iyi farkında olan Erdoğan bir genel seçimde böylesi bir sonucun yaşanmasını önlemek için her türlü baskı yöntemini ve ayak oyununu devreye sokmakla meşgul. Elbette baskıdan öncelikle nasibini alanlar Kürt halkı ve onun temsilcileri oluyor. Her türlü terörize edici baskıya ve felç etme girişimine rağmen HDP’nin desteğinin yüzde 10’ların altına düşürülememesinin rejim için ciddi bir karın ağrısı olduğuna şüphe yok. HDP’nin seçimlerde CHP ile birlikte hareket etmesinin yol açtığı “can sıkıcı” sonuçlar ortadayken ve HDP’nin kapatılması yoluna da şu aşamada gidilemiyorken, geriye tekrar tekrar yapılan polis operasyonlarıyla partiyi fiilen yok etme çabaları ve partinin her biçimde politik ve toplumsal olarak dışlanıp damgalanmasını sağlamaya dönük acımasız bir propaganda savaşı kalıyor. Demirtaş’ın hiçbir geçerli yasal dayanak olmadan hapiste çürütülmeye çalışılması, çoktan kapanmış ve hiçbir şey çıkmamış olan Kobanê eylemleri davalarının yeniden açılması gibi adımlar bu cephede rejimin esnemeye hiçbir surette niyetinin olmadığını gösteriyor.
Toplumda artan hoşnutsuzluğun kendini gösterdiği kanallardan biri olan işçi-emekçi eylemleri de elbette sistematik baskıdan nasibini alıyor. İşçilerin grev, toplu sözleşme ve sendikalaşma haklarının tümüyle gasp edilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Tazminatlarını alamayan, sendikalaştıkları için işten atılan işçiler Anadolu dâhil birçok yerde eylemler yapıyorlar, Ankara yürüyüşleri örgütlüyorlar. Bu esnada acımasız bir devlet terörüne maruz kalıyorlar. Yetmiyormuş gibi salgın tedbirleri bahanesiyle para cezalarına uğruyorlar. Rejim işçi eylemlerinin genel düzeyde bir istim kazanmasını, bunların toplumda genel ve aktif bir sempati yaratmasını önlemeye çalışıyor. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin eylemlerinin maruz kaldığı saldırı da bu bahiste özellikle öne çıkıyor. Rejim her türlü bağımsız inisiyatifi daha kaynağında ezip yok etmeye yeminli bir tarz içinde hareket ediyor. Benzer bir durum son zamanlarda görülmeye başlayan çeşitli çiftçi ve esnaf gruplarının eylemleri için de geçerli. Türkiye’de genellikle hayli durgun olan esnafların bu son dönemdeki küçük de olsa hareketlilikleri anlamlıdır. Belirli sektörlerdeki esnaflar kriz ve salgın koşullarında büyük bir yıkım yaşamaktadırlar. Bunun ilerleyen süreçte çok daha kapsamlı sonuçları olacağını buraya not etmemiz gerekiyor.
Rejimin doğrudan toplumu hedef alan baskılarının başka kanalları ve adresleri de var. En son dernekler konusunda yapılan yeni düzenlemeyle dernek kapatma ve kayyum atama gibi yetkilerin doğrudan İçişleri Bakanlığına verilmesi gibi örnekler toplumun tüm nefes alma kanallarının boğulmak istendiğini açık biçimde gösteriyor. Benzer biçimde Olay TV örneğinde yeni bir muhalif televizyon kanalının kurulması bile iktidarın var gücüyle çullanmasıyla bertaraf ediliyor. Toplumun ve muhalif kişi ve çevrelerin kendilerini en etkin biçimde ifade ettikleri sosyal medya da iktidarın dikkatinden elbette kaçmıyor. Sözümona kişisel verilerin korunması, vergilendirme, yargıya hesap verme olanaklarının yaratılması gibi bahanelerle bu kanal da şimdilerde boğulmak üzere. Devletin dayatmalarını kabul etmeyen sosyal medya mecralarına erişim imkânsız kılınmaya çalışılacak. Dayatmalara boyun eğenler ise bu mecranın sağladığı görece korumanın ortadan kalkmasına izin vermiş olacaklar. Rejimin Çin’de olduğu gibi bu kanalı boğmaya azimli olduğu görülüyor.
Rejimin bugünlerde en çok odaklandığı alan ise muhalefet partileri. Yerel seçim hüsranının bir daha asla yaşanmaması için Erdoğan’ın çeşitli planları devreye soktuğu anlaşılıyor. Aralık ayında meclis grup toplantısında sarf ettiği şu kilit cümle aslında net bir ipucu veriyor: “Her şey gibi muhalefetin de yerli ve millisini ülkemize kazandırmak inşallah bize nasip olacaktır.” Bu cümle muhalefetin mutlak surette ve her yönüyle rejimin dümen suyunda hareket eden bir şekle sokulmak istendiğini açıkça gösteriyor. Nitekim bu alanda bir dizayn operasyonunun devreye sokulduğunu son haftaların gelişmelerinden anlamak zor değil. Bir yandan başta İstanbul olmak üzere muhalefet belediyelerinin çalışmasını engellemek için her türlü kirli oyun oynanırken, diğer yandan CHP’yi, İYİP’i ve Davutoğlu’nun Gelecek Partisini hedef alan ağır sözlü ve fiziki saldırılar tırmandırılıyor ve muhalefet blokunu bölme, partileri bölme, iktidar blokuna dâhil etme çalışmaları hızlandırılıyor.
İBB’nin halka ucuz ekmek dağıtmasını önlemekten tutun, baskın yoluyla belediyedeki yolsuzluk araştırma dosyalarına İçişleri Bakanlığı tarafından el konulmasına kadar artan baskılar belediye cephesinde işlerin geldiği noktaya ışık tutarken, Gelecek Partisinin genel başkan yardımcısının ve çeşitli muhalif gazetecilerin aynı günlerde faşist saldırılara uğramaları, dışarıya reform ve yumuşama gülücükleri dağıtan rejimin gerçek yüzünün ne olduğunu gösteriyor. Bu ve daha nice saldırganlık, aslında hayli uysal olan burjuva muhalefete bile tahammülün kalmadığını ortaya koyuyor. Bu tür faşist terör saldırıları işin bir yönünü oluşturuyor. Muhalefete yönelik baskı ve sindirmenin bir diğer yönü ise iyice şiddetlendirilen propaganda saldırılarıdır. Her türlü muhalefetin terörle irtibatlandırılıp damgalanmasından tutun da, devlet tepesindeki bakanların vb. sokak ağzıyla küfür ve hakaretlerine kadar tam bir sözlü saldırı sağanağı yağdırılıyor muhalefetin üzerine. Yalanın, çarpıtmanın, sahtekârlığın sınır tanımadığı bu hırçınlık aslında rejimin zayıf yönlerinin de bir yansıması. Elindeki tüm medya gücüne, yargının emir erine çevrilmesine ve mutlak mertebesindeki tahakküme rağmen eleştirilerin önünü alamıyor, bunların topluma yayılmasını ve hoşnutsuzluğun artmasını engelleyemiyor. Bu da onu çıldırtıp, zıvanadan çıkartıyor.
Propaganda savaşında dikkat çeken bir noktayı burada zikretmekte fayda var. Terör suçlamaları vs. artık vakayı adiyeden olduğu için bunu özel olarak saymaya gerek bulunmuyor. Son dönemlerde rejimin propaganda odalarının ürettiği yeni bir yöntem iktidara yöneltilebilecek suçlama, sıfat gibi şeyleri adeta baskın basanındır diyerek önceden muhalefete yöneltmesidir. Kendisinin ne olduğunun dile getirilmemesi ya da getirilse bile akılda kalıcı olamaması için bunu olduğu gibi muhalefetin üzerine gönderme yolu izlenmektedir. Özellikle CHP’ye dönük olarak son haftalarda olur olmadık üfürük bahanelerle sıkça “faşist” denmesi bu kararlaştırılmış taktiğin bir uygulamasıdır. Örneğin faşist nitelemesinin yanı sıra, “tek adam rejimi” mi deniyor, o zaman hep beraber CHP’de tek adam rejimi var denilecek! Darbe fırsatçılığından mı dem vuruluyor, o zaman olur olmadık yerde CHP’nin darbeci olduğu söylenecek! Muhalefete söyleyecek fazla bir sözleri olmadığı için bu çaba gülünçleşerek, en üfürükten konularda yaygara koparmaya, çıngar çıkarmaya varıyor. Örneğin Twitter’ın Trump’ın bazı mesajlarını engellemesinden bile “görün işte, Trump’a yapılanları Erdoğan’a da yapacaklar” yaygarası koparılabiliyor. En küçük konuşma ve etkinlikleri bile anında tüm haber kanalları tarafından 1984vari biçimde anında naklen verilen Erdoğan için buradan sahte bir mağduriyet havası yaratmaya çalışmak olsa olsa rejimin aciz tarafını göstermekte.
Şimdi gelelim burjuva muhalefetin dizayn edilmesinde sopa taktiğinin dışındaki girişimlere. Şüphesiz bu konuda son günlerin en dikkat çeken gelişmeleri, Muharrem İnce’nin yeni parti kurma girişiminin son aşamaya gelmesi ve üç milletvekilinin CHP’den ayrılması ile Erdoğan’ın Saadet Partisinin yönetimde yer alan eski liderlerden Oğuzhan Asiltürk’ü ziyaret etmesi oldu. Muharrem İnce’ye iktidar medya organlarının büyük teveccühünün de gösterdiği gibi bu girişimin temelde rejimin el altından yol verip önünü açtığı bir CHP’yi bölme ve baltalama girişimi olduğu açıktır. Muharrem İnce’nin daha önce Cumhuriyet Gazetesine yapılan devirme operasyonunda olduğu gibi iktidarla işbirliği ve koordinasyon halinde hareket edip etmediğini şimdilik bilemiyoruz. Ama her halükârda hareketinin nesnel hedefinin CHP olduğu açıktır. İnce’nin rejimin baskıcı karakterini hedef alan demokratik hak ve özgürlükler temelli bir tutumdan çok “Atatürk” vurgusuyla CHP yönetimini odağına alan eleştirileri kendi başına yeterince manidardır. Ayrılan ve İnce’nin partisine katılacağı anlaşılan milletvekillerinin esasen ulusalcı kimlikleriyle tanınan isimler olması da tesadüf değildir.
Erdoğan ve rejimi bu kez Muharrem İnce üzerinden CHP geleneği içinde 1960’lı, 70’li Ecevit dönemlerinden bu yana var olan ikiliği kullanma çabası içinde. Bu ikilik en genel hatlarıyla Kemalizm eğilimiyle sosyal demokrasi eğilimi arasındaki ikiliktir. Ayrıca bütün burjuva partilerin içinde olan rekabet, küçük (ya da büyük) çekişmeler, iktidar hırsı gibi zaaflar vb. rejimin bu partilere dönük operasyonunda bir manivela olarak işlev görüyor. Rejim bu tür parti içi çekişme ve çatlakları şimdilerde alabildiğine körükleyip, yakaladığı tutamak noktalarından kanırtarak azami sonuç almaya çalışıyor. Muharrem İnce olsun, Ümit Özdağ olsun, Mustafa Sarıgül, Cem Uzan ve Fatih Erbakan olsun bunların hepsi farklı kanallardan Erdoğan’ın el altından desteği ve gölgesi altında muhalefet cephesini bölme, parçalama, zayıf düşürme çabasının aktörleridir. Son dönemde Oğuzhan Asiltürk’ün de böylesi bir plana dâhil edildiği görülüyor. Bu hamlenin nereye varacağını şimdiden kestirmek zor olsa da, Asiltürk’ün televizyona çıkıp mevcut Karamollaoğlu yönetimine üstü kapalı biçimde eleştiri yöneltmesi, keza Karamollaoğlu’nun üstü kapalı aksi yöndeki mesajları ve Asiltürk’ü hedef alan başka açıklamaların yapılması parti içinde bir çalkantı yaratmışa benziyor. İYİP’e daha önce MHP üzerinden dal uzatılması örneğinde olduğu gibi burada da Erdoğan Saadet’i, elbette birtakım hediyelerle Asiltürk üzerinden iktidar blokuna dâhil etmeyi deniyor. Ama MHP’nin İYİP hamlesinin boşa çıkmasına benzer biçimde bu girişimin de başarılı olması zayıf olasılık olarak görünüyor.
Rejim bu tür entrika ve kombinasyon girişimlerini siyasi partiler ve seçim yasalarında birtakım değişiklikler yaparak da destekleyecek gibi görünüyor. Her ne kadar burada AKP ile MHP ile arasında bazı anlaşmazlıklar olsa da yeni bir taslağın gündeme geleceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Her halükârda yapılmak istenenin muhalefet güçlerinin son yerel seçimlerdeki gibi bir başarı elde etmesini önlemeye dönük olacağı açıktır. Sonuç olarak rejim çeşitli sebeplerle seçimleri ortadan kaldırma gibi ekstrem bir yola gidemiyor. Ama gitgide daha işlevsiz hale getirmek için de var gücüyle çalışıyor. Önümüzdeki genel seçimlerde işin nerelere vardırılacağı meçhul. Seçim bölgeleri, barajlar, ittifak kriterleri vb. çeşitli noktalarda yapılacak düzenlemelerle muhalif güçlerin alabileceği oylar etkisizleştirilmeye çalışılacaktır.
Burjuva muhalefetin güdüklüğü
Salgının yönetim biçimi, aşı tedarik ve dağıtım krizi gibi unsurlarla da beslenen genel hoşnutsuzluk hiç kuşkusuz iktidarın toplumsal tabanında erozyon dinamiklerini güçlendirmektedir. İktidarın her türlü muhalif güce dönük saldırganlığı ve artan entrikaları bu durumu telafi etme arzusundan kaynaklanmaktadır. Ancak tüm faktörleri toplayıp genel olarak baktığımızda rejimin güç yitirmekte olduğunu söylemek yanlış olmasa da, iktidar için bir çöküş sürecinin başladığını söylemek henüz mümkün değildir. Rejim güçlerine toplumsal destekteki aşınma olsun, rejimin genel sağlamlık durumu olsun henüz böylesi tablo sergilememektedir. Burada rejimin en büyük avantajı muhalefetin zayıflığıdır.
Türkiye’deki burjuva muhalefet başta CHP olmak üzere uysal bir muhalefet yürütüyor. Muhalefetin başkanlık sisteminde somutlanan mevcut rejimi “güçlendirilmiş parlamenter sistem”le değiştirmek istediğine şüphe yok. Ama bunu, büyük ölçüde, ekonomik krizin kendi işini görerek emekçi kitleleri iktidardan soğutup uzaklaştırması, dış politika alanında rejimin duvara toslayarak çıkışsız kalması gibi gelişmelerin kendiliğinden işleyişine ve seçimlere havale etmiş durumdalar. Bunun dışında rejimin bütün baskılarını, şirretliklerini vb. sineye çekip kabulleniyorlar. Rejimle açıktan karşı karşıya gelmekten, kararlı bir direniş sergilemekten uzak duruyorlar. Bu onların rejimle danışıklı dövüş halinde oldukları anlamına gelmiyor. Böylesi bir demokratik direniş çizgisi izlemek onların geleneklerinde, siyasal genlerinde yok ya da çok zayıf. CHP olsun diğer düzen partileri olsun hepsi bu topraklarda çok güçlü olan devletçi gelenekten gelmektedirler. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” deyişiyle özetlenebilecek anlayış hemen hepsine hâkimdir. Diğer taraftan 12 Eylül faşizmi sonrası siyasal düzlem büyük oranda daraltılmış, terörize edilmiş, tüm dünyaya hâkim olan neoliberal politikaların da çözücü etkisiyle uslulaştırma süreci güçlü biçimde işlemiştir. Her biri kendi tarzında bu ıslah tornalarından geçen politik kadrolarda bir radikal direniş refleksi gelişmemiştir. Eğer açıktan çatışmaya girersek hepten ezilir, kaybederiz anlayışı hâkim durumdadır. Bu etmenlerin yanı sıra elbette kitlelerin tepkisinin cesaretlendirilmesiyle harekete geçebilecek dinamiklerin kendi boylarını aşıp geçebileceği korkusu da burjuva muhalefetin hareket tarzında etkilidir.
İşçi direnişlerinin, kısmen esnaf ve köylü tepkilerinin ve en son örnek olarak Boğaziçi Üniversitesi direnişinin de gösterdiği gibi toplum tümüyle sinmiş değildir. Mücadele dinamikleri filizlenmektedir. Toplumun yarısından çoğu rejime muhaliftir. Tüm bu kısmi direniş konularının daha genel ve dişli bir düzeye yükseltilmesi için nesnel zemin mevcuttur. Belirtmek gerekir ki, emekçi kitlelerin korkunç düzeylere yükselmiş işsizlik, yoksullaşma, geçim zorluğu, hayat pahalılığı gibi sorunları bu zeminin en önemli öğelerinden biridir. Ancak ekonomik sorunlarla politik sorunlar birbirinden bağımsız değildir. Bugün oradan buradan patlak veren sorun ve tepkilerin hepsi bir içsel bağla birbirine bağlıdır. Bu bağın geniş emekçi kitlelerin gözünde daha net görülür hale getirilmesi mücadelenin başarısı açısından temel önemdedir.
[1] Biden’ın şu ana kadar Erdoğan’a yüz vermediği görülüyor. Bu muhtemelen bir burun sürtme ve müzakerelere eli güçlü oturma tavrı. Dünyadan yüzlerce liderin ve çeşitli kurumların tebriklerini kabul edip yanıt veren, onlarla telefon görüşmeleri yapan Biden’ın 10 Kasımdan beri Erdoğan’ın tebriğine yanıt vermediği ve çeşitli kanallardan telefon görüşmesi ayarlama çabalarının da refüze olduğu ortaya çıkmış durumda. Fener Rum Patriği Bartholomeos’a bile dönüp Erdoğan’a dönmemenin burjuva diplomasisinde anlamları olsa gerek.
[2] İrfan Fidan 17-25 Aralık 2013’teki soruşturmalarda dosyadan el çektirilen savcıların yerine atanan ve Rıza Sarraf da dâhil tüm zanlılar için takipsizlik kararı vererek dosyaları kapatan” savcıdır. Erdoğan’la sıkı fıkı ilişkileri olan Fidan’ın Barış Akademisyenleri, Gezi Olayları, MİT Tırları, Selam Tevhid, FETÖ’nün Medya Yapılanması gibi birçok davanın soruşturmasını yürüttüğü, iddianameleri yazdığı da biliniyor.
link: Levent Toprak, Rejimin Saldırıları ve Mayalanan Mücadele Dinamikleri, 5 Şubat 2021, https://en.marksist.net/node/7165
Boğaziçi’ne Boyun Eğdirme Taarruzu Sürüyor
Aşağı Bakmıyoruz! Boyun Eğmiyoruz!