Türkiye tatil yapmak ve gezmek amacıyla gidilecek birçok yere sahip. Bu yerlerden biri de İmroz, yani bilinen adıyla Gökçeada. Gökçeada’nın tarihi sadece güzelliklerle değil, aynı zamanda ve çok daha fazla şekilde acılarla, zulümle doludur. Neler yaşandı bu tarihi adada ve İmroz nasıl Gökçeada oldu?
24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Gökçeada Türkiye’ye bırakılmıştı. Tabii bazı şartlar karşılığında. Burada çoğunluk olarak yaşayan Rumların özerkliğine karışılmayacaktı. Antlaşma imzalanırken bunu kabul eden Türkiye devleti 3 yıl sonra bu antlaşmayı bozdu. 1927 yılında özerklik hakkı kaldırılmış, özel Rum okulları devletleştirilmiş, Rumlara özel varlık vergisi getirilmiş ve mal almalarını yasaklayan yasalar çıkarılmıştı. Yavaş yavaş adaya Türkler gönderilerek adada huzursuzluk arttırıldı. 1964’te MGK’da kabul edilen Eritme Yasası ile adanın Türkleştirme süreci resmen başlamış oldu. 1960 yılı nüfus sayımına göre 1950 hane ile Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy’de (Shinudy) kurulan yarı açık cezaevi köyde yaşayan Rumların hayatını resmen kâbusa çevirdi. Devlet tarafından kurulan cezaevinde özellikle tecavüz, hırsızlık, cinayet suçlarından mahkûm olan adi suçlular vardı. Gündüzleri çiftliklerde çalıştırılan bu mahkûmlar geceleri adada serbestçe dolaşabilmekteydi. Bundan sonra yaşananları Manol Amcadan dinleyelim. Manol Amca, 14 yaşına kadar Dereköy’de yaşamış ve yaşananlar sonrasında köyden kaçmak zorunda kalmış Rumlardan biridir. İmroz’u ziyaretimiz sırasında tanıştık kendisiyle. Hayalet köy haline gelen ve neredeyse tüm evleri yıkılan bu köydeki evini tekrar onarmaya gelmiş Manol Amca.
“Ben 14 yaşındaydım buradan kaçtığımızda. Öncesinde her şey çok güzeldi. İnsanlar birbirini seviyorlardı, yardımlaşma ve dayanışma vardı. Bu köyde biri hastalansa diğer köyden herkes koşar gelirdi. Birlik vardı. Ama sonra devlet baskı yapmaya başladı. Cezaevi kuruldu. Bilerek kurdular. O zamana kadar kapıları sürekli açık olan evlerin kapıları kapandı. Aramızda ekipler kurup geceleri köyde nöbet tutmaya başladık. Çünkü mahkûmlar geceleri evlerimize ve bizlere saldırıyorlardı. Bizleri buradan kovmak için her şeyi yaptılar. Babam annemi ve kardeşlerimi bir gece yarısı uyandırıp ‘haydi hazırlanın kaçıyoruz’ dedi. Gece atlara binip Gizli Limana gittik. Buradan kaçıyorduk. O yüzden bu limana Gizli Liman diyorlar. Buradan teknelerle Yunanistan’a kaçtık. Burada yaşayan Rumlar dünyanın pek çok ülkesine kaçtılar. Güney Afrika’ya, Avustralya’ya…”
“Kaçtıktan sonra ne yaptınız?” diye sorduğumuzda şöyle devam etti: “Yunanistan’a gittiğimizde bizleri günlerce sınırda bekletiyorlardı, almıyorlardı. ‘Gelmeyin, orada kalın, İmroz’u Türkiye’ye bırakmayın’ diyorlardı. Türkiye’de Rum dediler istemediler. Yunanistan’da Türk dediler istemediler. Gittiğimiz her yerden dışlandık.”
Bu sözler gerçekten çok acı. Tüm bunları anlatırken mavi gözleri doluyordu. Onunla birlikte bizler de derin acılara çekildik. Manol Amcanın gözlerine baktıkça, onlara yaşatılan acılar gözümüzün önünde canlanıyordu. Buraya neden Hüzün Adası denildiğini daha iyi anlamıştık.
“Buraya dönmeye nasıl karar verdin?” diye sorduğumuzda yıllarca doğup büyüdüğü topraklardan, İmroz’dan uzak kalmanın özlemiyle, kahır dolu gözlerle şöyle dedi: “14 yaşımda gittim. 40 yıl geçti. Şimdi döndüm ve evimi onarmaya çalışıyorum. Döndüm, çünkü bütün anılarım bu köyde, bu evde. Bunları düşününce, hayal edince kalbim ağrıyor.” Çokça kullandı bu sözü: “Kalbim ağrıyor…”
“Bu köyün yollarında koştururduk, oynardık. Hep akrabalar, komşular vardı. Şimdi bütün evler yıkılmış. Tanıdıklarıma, ‘siz de gelin evinizi tamir edin’ dedim ama kimse gelmedi. O güzel günleri düşündükçe ve bu yıkık evleri gördükçe kalbim ağrıyor. Ama insanlara düşman değilim. Şimdi de burada tanıdığım Türk arkadaşlarım var. Güzel insanlar var. Ama bizlere bunları yapanlar, tepedekiler. Onlar bizi birbirimize düşman ettiler. Onlar kendi çıkarları için yaptılar bunu. Acısını biz çektik.”
Türkiye devleti de Yunanistan devleti de kendi çıkarları için halkları birbirine düşman etmekten, birbirlerine kırdırmaktan hiç çekinmediler, çekinmezler de. Kapitalist devletlerin ortak politikalarıdır bunlar. Tüm dünyada kapitalist devletler, çıkarları uğruna emekçi halkları bölüp parçalamış, birbirlerine kırdırtmıştır. Maalesef egemenlerin halkları birbirine düşmanlaştırma politikaları bugün Ortadoğu’dan Asya’ya pek çok bölgede hâlâ sürüyor. Biz şunu bilelim ki, egemenlerin bu politikalarından biz emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur, olamaz da. Ama bu düzen var oldukça, kapitalizm yıkılmadıkça bu yöntemler hep var olacak. Bize düşen nereli olursak olalım, halkların çektiği acıları anlayabilmek, onlarla dayanışabilmek, ortak düşmanı görebilmektir ve kardeşçe, bir arada yaşayabileceğimiz bir dünyayı var etmek için kapitalizmi yıkmaktır.
link: Tuzla’dan işsiz bir işçi, “Hüzün Adası”na Yolculuk, 18 Eylül 2020, https://en.marksist.net/node/7030
Burjuvaların Milliyetçiliğine Karşı İşçilerin Uluslararası Birliğini Savunalım!
Bir Tuhaf Kapitalizm…