Mülteci-göçmen sorunu yıllardır devam eden ve adeta insanlığın kanayan yarası haline gelen meselelerden birisi. Kapitalist devletler sözümona bu sorunu yönetmek için gerekli açılımlar yapıyorlar. Bir kapitalist birlik olarak Avrupa Birliği’nin tutumu mültecilerin ölümle-yaşam arasındaki mücadelesini derinden etkiliyor.
AB ve üye ülkelerin mülteci politikasının merkezinde sınır dışı etme yer alıyor. İnsan hakları ihlalleri, zulüm ve savaş koşullarından gelerek yeni bir hayat kurma umudu içerisinde olan mülteciler Avrupa kapılarında adeta bir filtrelemeden geçiriliyor. Gittikçe karmaşıklaştırılan ve şeffaf olmayan bürokratik süreçlere boğulan mülteciler bu yolla yılgınlığa uğratılıyor. Güçlü sığınma gerekçesinin olmaması, belge eksikliği gibi uyduruk sebeplerle sığınma talepleri geri çevriliyor.
Benzer hayat koşullarından, benzer zorluklardan geçerek gelen bir mülteciyseniz sizi Avrupa’nın her bölgesinde birbirinden çok farklı uygulamalar bekliyor. Örneğin bazı AB ülkeleri geçici oturma izni sunarken, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Romanya gibi bazı ülkeler “resmi hoşgörü” statüsü uyguluyor. Yunanistan’da reddedilen sığınmacılara yalnızca tarım, ev işleri ve giyim endüstrisinde iş imkânı sağlanırken, Avusturya, İsveç, İngiltere gibi ülkeler sığınma talebini reddettikleri mültecilere çalışma olanağı tanımıyorlar. Eğitim, sağlık ve sosyal yardım alanlarında birbirinden oldukça farklı işletilen hizmet süreçlerinden ne ölçüde yararlanabilecekleri konusunda bilgisiz bırakılan binlerce mülteci, barınma, geçim gibi en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda bile gayri resmi bağlantılara muhtaç bırakılıyor.
Burjuvazi uluslararası düzeyde mülteci, sığınmacı ve göçmen tanımlarını farklılaştırarak mülteciler konusundaki politikalarını haklı göstermeye çalışıyor. Bu tanımlara göre ciddi insan hakları ihlalleri ve zulüm riski altında oldukları için kendi ülkelerinden kaçan mültecilerin uluslararası koruma hakkı varken, aynı şartlarda olan sığınmacılara koruma hakkı tanınmamıştır. Göçmenlerin ise uluslararası kabul görmüş yasal bir tanımı yoktur. Tüm bunlara ek olarak sermaye medyası aracılığıyla halkın olguları anlamasını zorlaştıran jargonlar kullanan egemenler, mültecilerin hareketleri ve yaşam koşuları üzerinde adeta Demokles’in kılıcını gezdirmektedir.
Bugün 300 milyonu aşkın insan kapitalist sistemin çarklarında ezilerek göçmen olmaya zorlanmıştır. Her kıta ve bölgeden göçmen-mülteci topluluklarının birlikte hareket etme çabaları AB’li egemenleri korkutmuştur. Bu korkuyla birleşik bir tutum almaya yönelen birlik üyesi ülkeler, İtalya ve Yunanistan başta olmak üzere “tampon bölge” uygulamasını hayata geçirdiler. Sınırlardaki birikmeleri bahane ederek konu sürekli gündemde tutuldu. 2016 yılında AB ile Türkiye arasında imzalanan geri kabul anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle Avrupa burjuvazisinin “riskli-sorunlu” gördüğü mültecilerin Türkiye’ye geri gönderilmesinin resmi zemini hazırlandı.
Egemenler göçmenleri zorla sınır dışı etmek için kişi başı 90 bin avroyu bulan dava masraflarından da kaçınmıyorlar. AB Sınır Ajansının istatistiklerine göre 2019 yılında belirlenen 298 bin “sınır dışı edilebilir” kişiden yaklaşık 100 bini sınır dışı edildi. Bununla birlikte AB Komisyonu işkence, tecavüz veya insan kaçakçılığı mağdurları için geri gönderilmelerin yeniden gözden geçirilebileceğini savunuyor. Önce hastalığı ardından ilacı pazarlayan AB, kapitalist sistemin tüm çirkinliğini ve ikiyüzlülüğünü yansıtıyor.
Her şeye rağmen türlü eziyetlerden sonra sığınma talebi kabul gören mülteciler ve sınır dışı edilmeyen göçmenler kapitalist sistemin “hoşgörü” anlayışına göre bir hayat sürmektedirler. Sermayenin ucuz ve kayıt dışı işgücü ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayan göçmen ve mülteciler sosyal alanda da ikinci sınıf insan muamelesi görmekte, sistemin baskılarına maruz kalmaktadır. Eski Malta başbakanı Joseph Muscat “çöp toplama ve güneş altında el emeğiyle çalışma gibi işleri göçmenlere vermeyi tercih ettiğini” söyleyerek burjuvazinin göçmenlere verdiği değeri gözler önüne sermişti.
Kapitalist sistem sürdükçe göçmen-mülteci sorunu da sürecektir. Göçmen emekçiler sermayenin çıkarları doğrultusunda kimi zaman insani şovlar eşliğinde kabul edilecek, kimi zaman ise türlü engellemelerle karşılaşacaklardır. Nihayetinde sistem özellikle göçmen-mülteciler için yakıcı boyutta olan yoksulluk, işsizlik, savaş, ırkçılık vb. yaratan çarklarını döndürmeye devam edecektir. Çözüm ise işçi sınıfındadır. İltica talebinin en temel insan hakkı olduğunu kayıtsız şartsız dile getiren, işçiler arasındaki birliğin dil, din, cinsiyet, ten rengi ve milliyet gibi hiçbir ayrım gözetilmeksizin korunması ve güçlendirilmesi gerektiğini savunan tek sınıf olan devrimci işçi sınıfı ezilen ve sömürülen halkların umudu olmaya devam edecektir. Göçmenler ve mülteciler kapitalist sistem içerisinde işçileştikçe, hayata dair tüm umutlarını mücadelelerinde yaşatan devrimci işçilere yenileri eklenecek, kurtuluşun kendi ellerinde olduğunu kavrayan milyonlar kapitalist sistemin tepesinde balyoz gibi patlayacaktır.
link: Esenyurt’tan bir eğitim emekçisi, Mültecilerin Umutları, Kapitalist AB’nin Politikaları, 4 Ağustos 2020, https://en.marksist.net/node/7001
İktidarın Ayasofya Manevrası
İşçi Evden Çalışsın, Patronların Masrafları Azalsın!