Amerika’da geçtiğimiz hafta gerçekleşen polis cinayeti üzerine başlayan protestolar büyüyerek devam ediyor. 46 yaşındaki Afro-Amerikalı George Floyd 5 yıldır Minneapolis’te bir restoranda güvenlik görevlisi olarak çalışan, krizle birlikte işsiz kalan milyonlarca emekçiden biriydi. Alışverişte kullandığı 20 dolarlık banknotun sahte olduğu iddiasıyla polise ihbarda bulunulmuştu. 4 polis Floyd’un üzerine çökmüş, ters kelepçeleyip yere yatırarak kıpırdayamaz hale getirmişti. Buna rağmen yaklaşık 9 dakika boyunca diziyle ensesine basmaya devam etti polis. Nefesi kesilerek, canice katledildi Floyd. Cinayetin ertesi günü Minneapolis’te başlayan protestolar büyüyerek ülke genelinde 30’dan fazla eyalete yayıldı.
Elbette bugün Amerika’da isyan ateşinin bu derece büyümesine neden olan şey, çürüyen kapitalist düzenin biriktirdiği çelişkilerden başka bir şey değildir. Yoksul emekçilerin adeta gırtlağına çökerek nefes almasını engelliyor bu sistem. Floyd’un öldürülürkenki “nefes alamıyorum” sözleri, kitlelerin “nefes alamıyoruz” çığlığına dönüştü. Mart ayından bu yana sadece ABD’de 41 milyon insan işsiz kaldı. İşsizlik oranı %25’e ulaştı. Kredi borçları, kiralar, faturalar emekçilerin gırtlağına basıyor; geçim derdi milyonlarca işçi ailesini nefessiz bırakıyor.
Paraya odaklı ABD sağlık sistemi işçi sınıfına gün ortasında karanlığı yaşatıyor. Pandemi süreci yoksul Afro-Amerikalıların hayatının ne kadar değersiz olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Kapitalist ekonominin krizini salgınla perdelemeye, virüs korkusuyla kitleleri kontrol altında tutmaya çalışan egemenler, sınıfsal çelişkileri gizlemeyi başaramıyorlar. Basit bir virüs salgını gerçekleri tüm çıplaklığıyla sergiliyor. ABD’deki Covid-19 istatistiklerinden, Afro-Amerikalı ölümlerinin beyazlara oranla 2,5 kat fazla olduğu; Michigan, Wisconsin, Kansas, Missouri gibi yoksul siyah nüfusun daha yoğun olduğu yerlerde bu oransal farkın 6-8 kata kadar çıktığı görülebiliyor. Bu farkın sınıfsal olduğunu, Afro-Amerikan nüfusun toplumun en yoksul kesimlerini oluşturduğunu kim inkâr edebilir!
ABD’de ırkçılığın ve Afro-Amerikalıların ezilmişliklerinin tarihsel kökleri köleliğe kadar uzanır. Kapitalizm köleliği kaldırdı; yerine “ücretli köleliği” getirdi. Afrika’dan köle olarak getirilenlerin torunları büyük mücadeleler sonucu yasalar karşısında eşitlik elde edebildiler. Ancak kapitalist sistem ırkçılığı yok etmedi. Bilakis egemen sınıfın işçi sınıfını bölmek için kullandığı politik bir silah olarak ırkçılık sistem tarafından sürekli yeniden üretiliyor.
2000 yılından bu yana Minneapolis’te 49 Afro-Amerikalı polis tarafından öldürüldü. Protestolar sayesinde, Minnesota’da (Minneapolis şehrinin içinde yer aldığı eyalet) ilk kez bir polis, bir Afro-Amerikalıyı öldürdüğü için yargılanacak. ABD genelinde her yıl yüzlerce Afro-Amerikalı polis tarafından öldürülüyor ve bu polislerin %99’u hiç yargılanmıyor. Floyd’u öldüren katil polisin davranışlarındaki sıradanlık, sistemik bir ırkçılığın yansımasından başka bir şey değildir. Siyah hakları savunucularından Malcolm X şöyle diyordu: “Irkçılıktan arınmış bir kapitalizm yoktur.” Evet kapitalist sistemin tüm melanetleriyle hüküm sürdüğü ABD’de ırkçılık, sistemden beslenerek varlığını sürdürüyor. Sistem de ırkçılıktan besleniyor elbette.
Minneapolis’te yaşananlara benzer olaylar diğer eyaletlerde de yaşanıyor. 2013 yılından beri polis tarafından öldürülenlerin sayısı (yılda ortalama 1100 kişi) 7500’ü aşmış durumda. George Floyd’un tüm bu istatistiklere eklenen bir sayı olarak kalmasını isteyen egemenlerin sözcülüğünü yapan Trump, twitter üzerinden protestoculara tehditler savuruyor. “Yağma başlarsa ateş de başlar” açıklaması özel mülkiyetin insan hayatından değerli olduğunun ilanıdır. Minneapolis’teki protestolarda şiddet kullanan polisleri adeta teşvik eden, federal hükümetin askerleri kolluk kuvveti olarak kullanması yasadışı olmasına rağmen Ulusal Muhafızları sokağa indiren Trump, kısa süre önce Michigan hükümet konağını işgal eden silahlı paramiliter faşist çeteler içinse “iyi çocuklar” diyordu.
Bugün sokaklarda isyan ateşlerinin yanması, kıvılcımların Atlantik ötesine geçip Berlin’in Londra’nın meydanlarını ısıtması, kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle derinden bağlantılıdır. Sistem dünyanın her yerinde faşist çetelerini yani “iyi çocuklarını” besleyip yetiştirmekte, hakları için ayağa kalkacak “kötü çocuklara” karşı sahaya sürmektedir. İnsanlığa her türlü zulmü yaşatan, sömürü sistemini korumak için kendi yasalarını delen, ırkçı faşist katillerini, insanlığın başına bela eden egemenleri tanıyoruz. Ayağa kalkan kitlelerin öfkesinin haklı ve meşru olduğunu biliyoruz.
Protestocular umutlarını, taleplerini, sisteme ve egemenlere karşı haklı öfkelerini, sloganlarına, pankartlarına, söylemlerine yansıtıyorlar: “Ten rengimiz ne olursa olsun sizin statülerinize karşı savaşacağız”, “Bize yağmadan bahsetmeyin, asıl yağmacı sizlersiniz. Amerikalılar buraya ilk geldiklerinde Amerikan yerlilerini yağmaladı”, “Değişim şimdi başladı”, “Geri dönüş yok” ve “Dayanışma”.
Eylemler sırasında kitlelerin sınıf dayanışmasını örme çabaları önemlidir. Örneğin Minneapolis’teki Birleşik Taşıma İşçileri Sendikası, üyelerine, tutuklanan protestocuları cezaevine nakletmek üzere polise yardımcı olmama, otobüsleri sürmeyerek protestocularla dayanışma içinde olma çağrısı yaptı. New York’ta bir otobüs şoförü, tutuklanan protestocularla dolu otobüsü protestoların devam ettiği cadde üzerinde sloganlar atan kitlenin önünde durdurdu ve otobüsü terk etti. Evlere yemek servis eden işçiler, Floyd’u öldüren polislerin evine yemek taşımama kararı aldılar.
Sendikaların yerel şubelerinde mücadeleci işçiler “Siyahların hayatı değerlidir” komiteleri kuruyorlar. Eğitim emekçilerinin ve sağlık çalışanlarının sendikaları, protestocuların temel ihtiyaçlarını gidermek üzere seferber oluyor. Kitle mücadelesi, sınıf dayanışmasıyla güçleniyor.
Kapitalist sömürü düzenine karşı toplumun ezilen tüm kesimlerini birleştirme gücüne ve yeteneğine sahip yegâne toplumsal kesim işçi sınıfıdır. Ten rengi, dini, dili, cinsiyeti, ırkı ne olursa olsun düzenin tüm baskılarını birinci dereceden yaşayan işçi sınıfı, demokratik hakların yok edildiğini, kapitalist ekonominin krizde olduğunu, adaletsizlikleri görüyor, yaşıyor. Bugün emekçi kitlelerin bir kısmı tepkisini sokaklara dökülerek gösteriyor.
Gerek Afro-Amerikalılara gerekse de toplumun diğer kesimlerine yönelen şiddetin kaynağının kapitalizm olduğu açıktır. Kapitalizm hüküm sürdükçe kitlelerin eşitlik ve adaletten yoksun olması kaçınılmazdır.
Atalarımız “zor oyunu bozar” demiş. Egemenlerin kurduğu oyunu bozmak için ayağa kalkan kitleler Karl Marx’ın şu sözlerine kulak verir gibiler: “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir.” Bu düzen eskimiştir ve yeni bir topluma gebedir. İşçi sınıfı bu köhne düzenin tüm saldırılarına rağmen, örgütlü olursa güçlü olacaktır. Bu güç onu, yeni toplumun ebesi kılacak tek şeydir.
link: Esenyurt’tan MT okuru bir eğitim işçisi, “Zor, Yeni Bir Topluma Gebe Olan Her Eski Toplumun Ebesidir”, 3 Haziran 2020, https://en.marksist.net/node/6953
Adsız Nefer Umudu Yeşertmeye Devam Ediyor!
Burjuvazinin “Yeni Normali” ve Yükselen Faşizm