İşçi sınıfının mücadele tarihi doğruları ve yanlışlarıyla, zaferleri ve yenilgileriyle bir deneyim deposudur. Fakat geçmiş deneyimler doğru tahlil edilmediği takdirde bugünün devrimci kuşakları ileriye doğru yürüyüşlerinde yalpalamalar yaşayacaklardır. İçinden geçilen süreçte de var olan durumu anlamlandıramamanın sancıları çekiliyor. Kapitalizmin gövdesinin derinliklerindeki çatırdama bir uğultu yaratıyor. Bu uğultu gözleri kör, kulakları sağır edercesine yankılanıyor. Burjuvazi kapitalist sistemi ayakta tutmak için yine iş başında. Bu uğultunun kapitalizmin gövdesinden değil de tüm insanlığın ortak düşmanı olan bir canavardan geldiğini söylüyor. Bunu yaparken elindeki tüm araçları; bilimi, medyayı, hükümetleri vs. seferber ediyor.
Koronavirüs tamtamları belki de burjuvazinin bile hayal edemeyeceği kadar yankı uyandırdı. Toplumsal bir varlık olan insan, eşi görülmemiş bir şekilde, kendi iradesini kullandığını düşünerek evine çekildi. Kapitalizmin derin sarsıntılar yaşadığı bir dönemde burjuvazi sopa kullanmadan, sadece insanların psikolojilerine saldırarak dünyayı sus pus etmeyi başardı. Evet, bu onlar açısından bir başarıdır. Çünkü sadece sınıf bilinçsiz yığınları değil, aynı zamanda kendilerine sosyalist diyen ve kapitalizme karşı savaştıklarını söyleyenleri de manipülasyonunun bir parçası haline getirmeyi başarmıştır burjuvazi. Oysa sistem krizi içinde debelenen kapitalizm, ekonomik çöküşün ağır yüklerini işçi ve emekçi kitlelere yüklemek için virüsün ardına saklanıp hücuma geçmiş durumda.
İşten atmalar, ücretsiz izinler, esnek çalıştırma uygulamaları, işçilerden çalınan paralarla kurulan fonların yağmalanması, kıdem ve emeklilik haklarına saldırılar azgınlaşırken işçilerin kapana kısılması normalleştiriliyor. Devletlerin hayata geçirdiği karantina uygulamaları yetersiz bulunuyor, daha da ötesi isteniyor. Otoriter ve totaliter rejimlerin iktidarda olduğu ülkelerde, bu ülkeler zaten hapishaneye dönüşmüşken, adeta tek kişilik hücrelerin talep edildiği içler acısı bir dönem yaşanıyor. Burjuvazi kitleleri bölüp parçalamak için her daim yeni yöntem ve araçlar geliştirdi. Hem de sözde kitleleri kırıp geçiren bir virüsten farklı olarak can yakıcı gerçek silahlar kullandı. İnsanları milyonlar halinde katleden faşist diktatörlükler, savaşlar, açlık, kıtlık, salgın hastalıklar ve dahası… Peki bunların hepsinin art arda patlak verdiği dönemlerde devrimciler ne yaptı? Tarih derslerini sunsa da “hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” demişler. Ama tarihi unutanlar ya da olaylara ve gelişmelere devrimci Marksizmin penceresinden, sınıf mücadelesi perspektifinden bakamayanlar, dün olduğu gibi bugün de hatalara düşmeye mahkûmdurlar. Burjuvazinin masallarıyla avunanların nasıl bir duruma düştükleri, fikirlerini her koşulda savunanların ise nasıl bir destan yazdıkları ortadadır.
Zor zamanların sınavından kalmak ya da geçmek
Hatırlanacak olursa Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’nin önde gelen isimleri Kautsky ve Bernstein artık savaşların olmayacağını iddia ediyor, bunu yaparken de militarizmin burjuvazinin çıkarlarına da ters düştüğünü ve onlar açısından da zararlı bir şey olduğunu teorize etmeye çalışıyorlardı. Ama kısa süre sonra savaş patlak verdiğinde SPD’nin ve 2. Enternasyonal’in emperyalist savaşa karşı aldığı tutum ibretlikti. Dün “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” diyenler bugün kardeşlerin birbirini boğazlayacakları bir savaşın destekçisi konumuna gelmişlerdi. Burjuvazinin gösterdiği yoldan gidenlerin ihanetine karşılık devrimci Marksizmin bayrağına sıkı sıkı tutunan ve fikirlerini asla yarı yolda bırakmayanlar da olacaktı. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Clara Zetkin, Franz Mehring gibi liderler, Lenin’in de savunduğu bir siyasal tutum alarak, emperyalist savaşa karşı mücadele etmeyi seçtiler. Onların bu tercihi ve ömürlerinin son gününe kadar verdikleri kararlı mücadele tarihe sahiplenilmesi gereken devrimci bir eylem olarak geçti. Fakat burjuvazinin şovenist söylemleriyle hipnotize olanlar ve burjuvaziye akıl hocalığına soyunan Kautsky gibiler, davasına ihanet etmiş kara bir leke olarak anılmaya mahkûm oldular.
Tarih Lenin’i ve Rosaları haklı çıkarmıştı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı burjuvazinin neler yapabileceğini göstermişti. Aynı dönem Rusya’da Lenin ve Bolşevikler öncülüğündeki işçi sınıfı da burjuvaziye neler yapabileceklerini göstermişlerdi. Ve o güne kadar görülmemiş bir işçi devrimine tanıklık etmişti tüm dünya. Bu büyük devrime giden yol hiç de güllük gülistanlık değildi. Devrim çetin mücadelelerin muazzam eseri olmuştu. Fakat asıl zor günler devrimden sonraki süreçte başlayacaktı. Ama “zor” kelimesi kendisini işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine adamış devrimciler için zaten en başından kabul edilmiş ayrıntıdan başka bir şey değildi. Zor demek iç savaş demekti, kıtlık ve açlık demekti, salgın hastalıklar demekti… Dünya burjuvazisi ve karşı-devrimciler bir tarafta, işçi iktidarı diğer taraftaydı. İşçiler ve köylüler gerçek bir açlığın pençesinde kıvranıyorlardı. Yulaf küspesi, patates kabukları, kahve telvesi… Bunlarla oluşturulan somunlar açlıktan ölmeyenlerin yemekleriydi. Buna rağmen işçiler Bolşeviklerle bir oluyor, fabrikaları ve üretimi bırakmıyor ve kendilerine karşı açılan savaşa direniş gösteriyorlardı. İşçiler aileleriyle birlikte cephelere, Sibirya’ya, Don’a ve Ukrayna’ya gidiyorlardı. 1919 yılında böylesine çetin bir dönemde Lenin Petrograd’da Putilov fabrikası işçileriyle ve Kızıl Ordu temsilcileriyle buluştuğunda Bolşeviklerin gerçek iradesinin nasıl olması gerektiğini ortaya koyuyordu. Lenin’in gerçekliği yakıcı biçimde ortaya koyan konuşması orada bulunan işçileri başlangıçta sarsmıştı. Çünkü Lenin tüm ülkenin açlık çektiğini belirtiyor ve sonuna kadar savaşmaya hazır olunmazsa daha da tehlikeli günlerin geleceğini bildiriyordu. Ve yaşanan bu korkunç açlığın sorumlularını ortaya koyarak şöyle diyordu:
“Sovyet ülkemize kin duyan, ne pahasına olursa olsun bizi boğmaya çalışan bütün ülkelerin büyük toprak sahipleri ve kapitalistleridir. Yani devrimimiz, mücadele, ateş içinde, gerçeklerin en ciddi sınamalarından geçiriliyor. Eziliyorsan ve sömürülüyorsan ve ezenlerin iktidarını sırtından atmayı düşünüyorsan, davayı sonuna kadar sürdürmeye kararlıysan, o zaman bütün dünyanın ezenlerinin saldırısıyla karşı karşıya kalacağını bilmelisin. Ve bu hücuma karşı durmaya hazırsan, mücadeleyi kazanmak uğruna yeni kurbanlar vermeye hazırsan, o zaman bir devrimcisindir. Ve yeni kurbanlar vermeye yetenekli değilsen, direnemezsen, o zaman sen çiğneneceksin ve şunlar söylenecektir: «Devrim, işçiye hiçbir şey vermemiştir.» Tarih sorunu böyle koyar.”[1]
Lenin’in bu net konuşmasının ardından salonda midesi suyla dolu işçilerin hissettiklerini şöyle betimliyordu İvan Şiga:“İnsan iradesi, dalgalanması ve kararlılığıyla çatlamaya yüz tutmuş Urizki Sarayı kaynayan bir kazana dönüştü. Bu, Leninist gerçeğin bir sonucuydu. Onun harekete geçiren söylemi, gerçek ve açıklıktan ibaretti. Ve düşmanın kapattığı kapıları bize açan, sanki bu açıklıktı. Şimdi orada diğer yaşamı daha büyük bir mutluluk ve neşeyle görüyorsun ve yok olsan da başkalarının ileriye atılacağının, düşmanı yok edeceğinin ve bu yaşamı elde edeceğinin bilincinde olarak bu kapının, bu yaşamın üzerine atılmaktan başka bir şey yapamıyorsun.”[2]
Açlık gerçek anlamda can yakıcı hale gelmeye başlamıştı ve sorunlar bundan ibaret değildi. Açlık ve ekonomik yıkım 1919 ve 1920 kışında tifüsün yayılmasına yol açmıştı. Cephede baş gösteren tifüs hızla ülke içine yayılıyor, o zamana kadar görülmemiş bir salgın yaşanıyordu. Tüm dünyada tifüs nedeniyle yaşanan ölümler binlerle, yüz binlerle değil milyonlarla ifade ediliyordu. Fakat böylesi günlerde Bolşevikler mücadeleye daha da sıkı bir biçimde sarılıyorlardı. Elbette bu büyüklükteki bir salgının daha fazla yayılmaması için gerçek önlemler alıyorlardı. Fakat bu önlemler işçileri birbirinden yalıtarak gerçekleşmiyordu. Tam tersine böyle bir dönemde, üstelik iletişim araçlarının son derece kısıtlı olduğu bir tarihte, işçiler arasındaki dayanışma ve kurulan bağlar daha kuvvetli bir hale geliyordu. Çünkü kapitalizmin mikrobundan arınmak tek başına öyle kolay değildi. Bu nedenle Lenin bireysel kurtuluşun mümkün olmadığını her defasında vurguluyordu:
“Kapitalist toplumun eski melun kuralına, ondan miras aldığımız kurala, her birimize az çok bulaşmış ve ahlakımızı bozmuş olan kurala: «Herkes kendisi için, tanrı herkes için» kuralına yeni bir darbe indirmek için tekrar tekrar olabildiğince büyük kitleler halinde başkaldıralım. Bize en fazla eziyet eden, bizi boğan, parçalayan, belimizi büken, mahveden, yırtıcı, kirli ve kanlı kapitalizmin bu mirasıdır. Bu mirastan bir çırpıda sıyrılamayız, bunun için yorulmak bilmez bir mücadele gerekir; bu mirasa karşı bir kez değil, iki kez değil, aksine birçok kez, hep yeni baştan haçlı seferi ilan etmemiz, yürütmemiz gerekir. Milyonlarca ve on milyonlarca insanı açlık ve tifüsten kurtarmak mümkündür, kurtuluş yakındır, başımıza gelmiş olan açlık ve tifüs krizi kesinlikle aşılabilir ve yenilebilir. Umutsuzluğa kapılmak, naifliktir, aptalcadır, utanç vericidir. Tek başına, herhangi bir biçimde «paçayı kurtarmak» için, daha güçsüz olanı bir kenara itmek ve kendini öne çıkarmak için tekil, tam bir çözülüş içinde, yarış halinde kaçmak – firar etmek demektir, hasta ve yorgun yoldaşları yarı yolda bırakmak, genel durumu kötüleştirmek demektir.”[3]
Lenin’in altını çizdiği bu nokta bugün kopan virüs yaygarasına kapılıp, geçmişteki salgınlara oranla ciddi bir tehlike söz konusu değilken bile karantinacılığı savunur duruma düşen ve zaten korku içindeki kitlelere bir doz daha korku yayıp kendi kabuklarına çekilmelerini salık verenlere ders niteliğindedir.
Her koşulda dayanışma bağını sağlam tutmak
Çarlık döneminin baskıcı karakterini ve dönemin devrimcileri açısından ne denli zor bir örgütlenme çalışması yürütüldüğünü uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Ama Bolşevikleri diğerlerinden ayıran önemli özelliklerden biri de çalışma yöntemleriydi. Örneğin, Menşevikler illegal çalışmanın yeraltına gömülüp oradan çıkmamak olduğunu sanıyorlardı. Fakat Bolşevikler illegalitenin gereklerini yerine getirirken kitlelerle bağ kurmanın hayati önemini biliyor ve onlara ulaşmanın her zaman bir yolunu buluyorlardı. Bu irade timsali çalışmanın vücut bulduğu Bolşeviklerden biri de Sverdlov’du. Sverdlov illegal örgütlenme koşullarında öncü işçilerle omuz omuza mücadele edebilmeyi başarmıştı. Yoldaşlarına göre o eşi görülmemiş bir dava adamıydı, bu nedenle hiçbir koşulda ne hapislik döneminde ne sürgün döneminde ne salgın döneminde örgütlenme mücadelesinden ödün vermemişti. 1918’de patlak veren İspanyol gribi çok sayıda insanın ölümüne yol açmıştı. Ne yazık ki Sverdlov’u da yoldaşlarından ayıran bu olacaktı. Lenin Sverdlov’un ölümünden sonra onun anısına şunları söylemişti:
“Bazıları, genellikle de hasımlarımız ve yalpalama gösterenler, kendisini bütünüyle illegal faaliyete vermenin, profesyonel devrimcinin bu özel niteliğinin onu kitlelerden koparacağı kanısındaydılar. Oysa Yakov Sverdlov’un devrimci faaliyeti, bu kanının ne kadar yanlış olduğunu ve tam tersine, birçok hapishane görmüş, Sibirya’nın en ücra köşelerine sürgün gönderilmiş insanların hayatını belirleyen devrim davasına bu sonsuz bağlılığın böyle önderler yetiştirdiğini, proletaryamızın çiçeklerini yetiştirdiğini kanıtlamıştır. Devrim davasına duyulan bu bağlılık, insan tanıma ve örgütleme yetenekleriyle birleştiğinde büyük örgütleyiciler yaratmıştır.”[4]
Ekim Devriminin kadın kahramanlarından olan Inessa Armand ve Konkordia Somoilova da işçi kitleler içinde hummalı çalışmalar yürütüyor, özellikle kadın işçilerin mücadele saflarına çekilmesinde büyük rol oynuyorlardı. İşçilerle sıkı bir ilişki içinde olan bu kadın devrimciler, çalışmalar sırasında dönemin salgın hastalıklarından biri olan koleraya yakalanarak hayata veda etmişlerdir. Onların kitlelerle bağ kurmaktaki bu ısrarı mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğini gösteriyordu. Onlar inandıkları fikirlerin sıçrayarak daha fazla kişide yaşamasını sağlamak için çıktıkları yolda öldüler. Fakat bu ölümlerden yoldaşlarının çıkarttıkları sonuç, salgına ve korkunç kıtlığa rağmen onların bıraktığı yerden mücadeleye devam etmek olmuştur. Onlar fikirleri ve yeni bir dünya yaratma isteği uğruna her şeyi göze almış devrimcilerdi. Mihail Şolohov’un yazdığı “Ve Durgun Akardı Don” romanında Yevgeni ve Mokof karakterleri arasında Bolşevikler için geçen diyalog onların mücadeledeki ısrarını güzel özetlemektedir: “Bu Bolşevikler kolera mikrobundan beter dostum. Şöyle ki mikroptan daha kolaylıkla yapışıyorlar insana. Askerin aklını öyle bir çeliyorlar ki sorma. Tabii, fikirleri demek istiyorum… Karantinaya koyamazsın, bir şey yapamazsın. Şüphesiz aralarında çok zeki olanları var. Bazılarını tanıdım. Nuh der Peygamber demez. Öyle bağlıdır fikirlerine.”[5]
Fikirlerine bağlı olmak, asıl düşmanın kim olduğunun yeterince bilincinde olmaya da bağlıydı. Dünyada iki sınıf vardı ve asıl savaş işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki savaştı. Bu savaş sürerken ortaya çıkan engeller, zorluklar, yenilgiler, sadece yegâne zafere giden yolda ayağa takılan taşlardan ibaretti. Fakat işçi sınıfı ile organik bir bütün olmayanlar, devrimci eylemi gerçekleştirecek olan işçilere tepeden bakanlar, burjuvazinin tuzaklarına kapılmaktan kendilerini alıkoyamadılar ve koyamazlar. Bu noktada Türkiye’de ‘80 döneminde yaşananlar aslında bugünün nedenini açıklamaktadır.
Türkiye’de 1960’lı yıllar itibariyle işçi sınıfı serpilip gelişmeye ve sınıf mücadelesi de yeşermeye başlamıştı. Yaşanan grevler ve direnişler her geçen gün militan bir hale bürünüyordu. ‘68 ile birlikte dünyada yükselen mücadele dalgası Türkiye işçi sınıfı ve öğrenci gençlik içinde de yankısını bulmuştu. Fabrika işgalleri yaşanıyor ve işçiler her geçen gün daha fazla politikleşiyordu. 1970’te yaşanan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin nasıl şahlandığının kanıtıydı. Köyden kente göçen ve bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmaya başlayan işçilerin dönüşümü gerçekleşiyordu. İşçiler sendikalarda örgütleniyor, kitlesel 1 Mayıslar yaşanıyor, grevlerle siyasal talepler baş gösteriyordu. Burjuvazi işçilerin bu gücü karşısında korkuya kapılmıştı. 1971’de başlayan sınıf mücadelesini ezme çabaları 12 Martta gerçekleşen askeri darbeye, gencecik devrimcilerin idam sehpalarına gönderilmesine rağmen başarılı olamamıştı. Sınıf hareketi ezilememiş, toparlanarak ve büyüyerek devam etmişti. DGM direnişleri, MESS grevleri ve 1977 1 Mayıs’ı işçilerin sıkılı yumruğunu burjuvaziye gösterdiği eylemlerdi. Yükselen bu mücadele karşısında burjuvazinin baskı aygıtları devreye girecekti. Sokaklarda patlayan silahlar, bombalar, devlet güdümlü cinayetler, ev baskınları, katliamlar, faili meçhul kayıplar toplumu bir kaosun içinde bırakmıştı. Ardından da sanki bu kaos devlet eliyle yaratılmamış gibi “nizamı” sağlamak üzere ordu iş başına gelmişti. 1980 askeri darbesi bu topraklardaki devrimci işçi hareketini adeta kılıçtan geçirdi. Tehlikeyse işte tehlikeydi, burjuvazi gözü dönmüş bir şekilde açıktan saldırıyordu.
Ama hiçbir koşulda burjuvazi devrimci fikir ve eylemi tam anlamıyla hapsetmeyi başaramadı, bir avuç direnç çiçeği çıkardığı derslerle yoluna devam etmeyi sürdürecekti. Elbette faşizmin yarattığı o kasvetli hava sosyalist saflara da sirayet etmişti. Ancak havanın kasvetini sineye çekerek inatla ve azimle mücadele etmeyi seçenler nefes almaya devam edebildiler. Toplumun korkunç bir şekilde atomize edildiği bir dönemde tıpkı Bolşeviklerin yaptığı gibi işçilerle kurdukları bağı koparmayan, çıkardıkları derslerle yola koyulan direnç çiçekleri gelecek günlere hazırlanmaya devam ettiler. Bugün de kapitalizmin küresel çapta yarattığı boğucu havaya inat mücadeleyi her alanda sürdürmek zorunlu bir görev olarak önümüzde duruyor. “Bugünün işçileri, geçmiş dönemlerde sınıflarının gücünün nelere kadir olduğunu bilince çıkartacak örgütlü çabaları ellerinin tersiyle bir kenara itme lüksüne sahip değiller. İşgücünden başka satacak bir şeyleri olmayan yoksul kitleleri koyu bir cehalete, akıl almaz bir yozlaşmaya, zorbalığın egemen olduğu bir dünyaya hapsetmeye çalışan burjuva düzen karşısında sessiz ve hareketsiz kalınamaz. İşçi sınıfı kendisini, patronundan burjuva siyasetçisine, sendika bürokratına dek her türlü düzen gücü karşısında, boynu bükük ve sürünen bir köle konumuna düşüremez. Kendi gücüne güvenmeyi öğrenmeyen, kazanmanın hazzını da hiçbir zaman tadamaz. Unutulmasın, tehlikeli olan örgütlü mücadeleye atılarak ayağa dikilmek değildir. Pasif bir köle gibi sürünerek ölmektir asıl tehlikeli olan. Sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, devrimci paylaşım gibi yüce değerlerin bugünün küresel piyasasında beş para etmediği palavralarıyla beyin yıkayan burjuva ideolojisinin defterini dürmenin zamanı gelmedi mi?”[6]
[1] “Yönetmeyi Nasıl Öğrendik?”, Sovyet İktidarı’nın İlk Yıllarında Lenin’den Anılar, Evrensel Basım Yay., s.93
[2] age, s.95
[3] Lenin, Seçme Eserler, c.8, İnter Yay., s.40
[4] Lenin, Y. M. Sverdlov’un Anısına, marksist.com
[5] Mihail Şolohov, Ve Durgun Akardı Don, c.2, Evrensel Basım Yay.
[6] Elif Çağlı, Sınıf Dayanışması Mücadele İçinde Güçlenir, marksist.com
link: Başak Güler, Asıl Tehlikeye Karşı Mücadeleye, 25 Mayıs 2020, https://en.marksist.net/node/6947
Düşünün... Çünkü Henüz Yasaklanmadı!
Lübnan: “Her şeyi Çalabilirsiniz, Ama Umudumuzu Çalamazsınız”