Bina ve gökdelen ormanına dönen betonlaşmış kentler, korkunç bir çevre ve hava kirliliği, milyonlarca insanın su ve yiyecek bulamaması, emperyalist savaşlarda katledilmesi ya da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalması, küresel iklim değişikliği, büyük orman yangınları, şiddetlenen kasırgalar, depremlerin yol açtığı yıkımlar, virüs salgını; bütün bunlar kapitalizmin doğrudan sonuçlarıdır. Kapitalist dünyanın efendileri, gezegenin ya da insanlığın durumuyla ilgilenmeyecek kadar pervasızlaşmış durumdadırlar. Bu düzenin egemenleri her zaman bu kadar cüretkâr ve gözü kara olamadılar. Ne zaman işçi sınıfının güçsüz ve örgütsüz buldularsa o zaman daha saldırgan oldular.
1980’ler, sistemin tüm kokuşmuşluğuyla emekçilerin üzerine çöreklenmesi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. SSCB ve Doğu Bloku’nun çöktüğü bu dönemde, burjuvazi neo-liberal saldırı politikalarını korkusuzca hayata geçirmeye başlamış, işçi sınıfının kazanılmış haklarına, sosyal fonlara, kamusal hizmetlere saldırmıştır. Bir dönem SSCB’nin korkusundan istemese de yapmak zorunda kaldığı ve “sosyal devlet uygulamaları” diye bilinen eğitim, sağlık gibi hizmetlerin devlet tarafından sağlanmasına olanak sağlayan uygulamaları ortadan kaldırmaya başlamıştır. Bu neo-liberal saldırı dalgası aynı dönemlerde Türkiye’de de 12 Eylül faşizmi sayesinde Özal’ın liderliğinde “yeniden yapılanma” adı altında devreye sokulmuştur. O yıllardan bugüne hem dünyada hem de Türkiye’de, işçi sınıfının mücadele ederek geri püskürtemediği her durumda kayıpları artmıştır. İşçi sınıfının mücadelesinin güçlü olduğu koşullarda bu kapitalist barbarlığa karşı durmak mümkündü. Mücadelenin geri çekildiği ya da faşist darbe ve şiddetle ezildiği ülkelerde bu politikalar dizginsiz bir şekilde hayata geçirildi.
Sermayeden kesilen vergiler alabildiğine azaltılırken, işçi sınıfı üzerindeki vergiler arttırıldı. Kamusal hizmet veren devlet kurumları özelleştirildi. Toplumun geniş kesimlerini doğrudan etkileyen pek çok sosyal harcamada kesintiye gidildi. Daha fazla kâr güdüsü; daha fazla toplumsal adaletsizlik, gelir dağılımında makasın daha da açılması, işsizlik ve yoksulluğun korkunç boyutlara tırmanması, salgın hastalıkların yeniden baş göstermesi, sel, deprem, kasırga, yangın gibi felâketlerde daha fazla can ve mal kaybı ve daha nice sonuçlara yol açtı, açıyor.
Kapitalist sömürü düzenin hüküm sürdüğü dünyada emekçilerin durumu kötüleşmeye devam ediyor. 2017 verileriyle dünyada 3 milyardan fazla insan günde 2 doların, 1,5 milyar insan da 1 doların altında gelirle yaşıyor. 150 milyon çocukta kronik beslenme sorunu var ve yılda 12 milyon çocuk bu nedenlerle hayatını kaybediyor. Birleşmiş Milletler raporlarına göre de dünyada açlık çeken insanların sayısı 821 milyonun üzerindedir. Bir yanda açlık ve sefalet, diğer yanda inanılmaz bir zenginlik birikiyor. “İngiliz «yardım kuruluşu» Oxfam’ın, Davos zirvesinden hemen önce yayınladığı rapora göre, dünyadaki 2153 dolar milyarderinin toplam serveti, 4,6 milyar insanın sahip olduğu toplam varlığa eşittir. Nüfus dilimleri açısından bakıldığında daha da vahim bir eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın %1’lik en zengin kesimi, geri kalan %99’un tüm varlıklarının 2 katına eşit bir servete el koymuş durumdadır! Her yıl yayınlanan bu raporlarda görülen manzara, oran olarak insanlığın alabildiğine küçük olan ve giderek de azalan bir kesiminin, tüm zenginliğin daha büyük bir bölümüne el koyduğudur. Yani, küçücük bir azınlığın elinde servet birikirken, karşıt uçta devasa çoğunluk yoksulluk ve hatta sefalet koşullarında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kapitalizm işte budur…”[*]
Türkiye’de neo-liberal saldırıların şampiyonu AKP
Türkiye’de neo-liberal politikalar 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi sayesinde uygulanabilir olmuştu. Bu süreç 90’larla daha da hız kazanmış ancak AKP iktidarıyla tavan yapmıştır. Kamu kurumları, arazileri, binaları, taşınır, taşınmaz malları, fonları yandaş sermaye gruplarına, kişi, vakıf ve derneklere ulufe dağıtır gibi dağıtılmıştır. Özellikle eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, elektrik, su gibi hizmetlerin kamu ayağı topallaştırılarak ilgili kurumlar ya özel sektöre devredilmiş ya da bu doğrultudaki adımlar hızlandırılmıştır. Her seçim döneminde Erdoğan’ın siluetinin arkasında boy gösteren duble yollar, barajlar, gökdelenler, köprüler, havaalanı ve şehir hastaneleri gibi projelerin bol akçeli fakat bir o kadar da şaibeli ve sorunlu işler olduğu gün geçtikçe daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Örneğin Çorlu’da yaşanan tren faciasının bedelini emekçiler canlarıyla veya sevdiklerini kaybederek ödemişti. Ama açılan dava halen sürmekte ve yılan hikâyesine döndürülerek sorumlular unutturulmaya çalışılmaktadır. Bütün bu yaşananlar daha fazla kâr hırsının doğrudan sonuçlarıdır. Okullardan hastanelere, ulaşım hizmetlerinden iletişime, havayollarından acil kurtarmaya veya yangın söndürmeye hemen her alanda ciddi bir özelleştirme dalgası yaşanmıştır. Bunun sonuçları bir süre önce yaşanan orman yangınları ve tren kazalarında nasıl ortaya çıktıysa şimdi de Elazığ, Van depreminde, yine Van’daki çığ felaketinde ve Sabiha Gökçen Havaalanında yaşanan uçak kazasında ortaya çıktı.
AKP iktidarı, elindeki devlet ve medya gücünü kullanarak gerçeklerin üzerini örtmeye çalışsa da, Elazığ’da ve Van’da yaşanan deprem felâketinde de gördük ki, Ağustos 1999 depreminden sonra geçen yıllar boyunca deprem mevzuu sadece inşaat baronlarını zenginleştirmeye yaradı. Son birkaç ayda yaşanan ve açık ihmalin, umursamazlığın neden olduğu can kayıplarıyla sonuçlanan deprem, çığ düşmesi ve uçak kazasından çıkan sonuçlar da bunu gösteriyor.
Deprem mevzuu elbette unutmamamız ve unutturmamamız gereken bir meseledir. Çünkü yakın tarihlerde İstanbul’u ve çevresini etkileyecek büyük bir deprem beklenmektedir. Gerçek nüfusunun 20 milyon civarında olduğu ifade edilen bu şehrin emekçilerinin ödeyeceği bedel çok ağır olacaktır. İşte durum buyken son aylarda Türkiye’nin pek çok bölgesinden irili ufaklı deprem haberleri gelmeye başladı. Bunların çoğu ağır sonuçlara yol açmayan düşük şiddette depremler olarak yaşandı. Ancak uzmanların yaptığı uyarılara kulak verilip önlem alınsaydı hafif hasarlarla atlatılabilecek Elazığ depremi, iktidarın insan hayatını hiçe sayan pervasızlığı ve aymazlığı nedeniyle 41 kişinin ölümüne, yüzlercesininse yaralanmasına yol açtı. Bu da yetmemiş binlerce insan karda kışta incecik çadırlarda yaşamak zorunda bırakılmıştır. İktidarın kendi medyasından emekçilerin üstüne boca ettiği “başarı”, “kurtarma”, “acil yardım planlama mucizesi” gibi masallar depremzedelerin yaşadıklarının üzerine bir sis perdesi çekmiştir. Oysa depremin üzerinden o kadar zaman geçmiş olmasına rağmen yardımlar gerçekten ihtiyaç sahiplerine değil her zaman olduğu gibi iktidar yandaşlarının doymak bilmeyen midelerine inmiştir. HDP belediyeleri üzerinden örgütlenen yardımlar ise rejimin milliyetçi, şoven propagandaları eşliğinde devlet güçleri tarafından engellenmiştir.
Daha depremin yaraları sarılamadan, başka acı haberler de Van’dan gelmiştir. Önce çığ felaketi, ardından deprem pek çok insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Van’ın Bahçesaray karayolunda 4 Şubatta bir çığ felaketi yaşandı ve 5 kişi çığın altında kaldı. Ancak çığ altındakileri kurtarma adı altında yürütülen çalışmadaki karmaşanın, hazırlıksızlığın ve plansızlığın sonuçları daha ağır oldu. Kurtarmaya giden insanların da üzerine çığ düştü. Kurtarma işi, deneyimli uzman ekiplerce yapılmadığı gibi yakın çevreden pek çok insan organizasyonsuz bir şekilde yardıma koştu. Buna bir de çığ tehlikesi olan bölgeye sokulan iş makinelerinin yarattığı gürültü de eklenince ortaya bir facia çıktı. Yapılan zincirleme hatalar toplam 41 kişinin hayatına mal olurken 84 kişi de yaralandı.
Türkiye’de çığ altında kalan insanları kurtarmaya giden ekipten bu kadar çok insanın hayatını kaybetmesinde olduğu gibi son yaşanan uçak kazası da altyapı ve planlamanın iktidar ve yandaşlarının gerçekten umurunda olmadığının açık kanıtlarından biridir. Konunun uzmanları havaalanlarındaki yapısal sorunların kazalara yol açacağını zaten söylüyorlardı. Üstelik havuz medyasının karartma uyguladığı pek çok kaza yaşanmıştı. Ancak sorunlar 6 Şubatta yaşanan uçak kazası nedeniyle yeniden gün ışığına çıktı. Kazada 3 kişi öldü, 180 kişi yaralandı. Kazazedelerin kendi telefonlarıyla sosyal medyadan paylaştığı görüntüler AKP iktidarının olası felâketlere gerçekte hiçbir hazırlığının olmadığını da gösteriyordu. Sonuç olarak minareyi çalanlar her zamanki gibi kılıfını uydurmuşlardı. Kaptan pilotun tedavisinin ardından tutuklanmasından da anlaşılacağı gibi suçlular değil ama suçlu ilan edilebilecek birileri mutlaka bulunacaktı.
Türkiye’de ve dünyada milyonlarca emekçi bu sömürü düzeninin yarattığı sorunların bedelini canıyla ödüyor. Bu felâketlere rağmen hayatta kalabilenler için de dert bir değil bindir. Bir taraftan işsizlik belası ile boğuşmakta ve evine aş, ekmek götürebilmek için en berbat koşullarda çalışmak zorunda kalırken, diğer taraftan da sosyal haklarını kaybetmekte, giderek daha pahalı hale gelen eğitim, sağlık gibi hizmetleri ise neredeyse alamaz hale gelmektedir. Şimdilerde Korona virüs salgını nedeniyle binlerce insanı ölüme yollayan tehlikeyi yaratan da sefil kapitalizmden başkası değildir. Sağlık hizmetleri de neo-liberal saldırı dalgasından gani gani nasibini almıştır. Koruyucu sağlık hizmetleri ortadan kaldırılmış ve emekçilerin sağlık ihtiyacı büyük bir kâr kapısına dönüştürülmüştür. İlaç tekelleri ve hastane patronları aç kurtlar gibi bu pazara üşüşmüş durumdalar. İşçi ve emekçilerin aldığı nefesin bile sayaca bağlanmasına ramak kalmıştır. Elektrikten ısınmaya, temiz suya hemen her şey sermayenin haraç makinesini tam gaz döndürmekte, bu durum emekçilerin öfkesini de bilemektedir. Burjuva dünyanın zincirinden boşanmış hali pek çok ülkede ezilen sınıfların sabır taşını da çatlatmıştır. İşte bu biriken öfke baraj kapaklarının patlaması gibi Latin Amerika’dan Avrupa’ya, kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya patlamıştır ve patlamaya devam edecektir.
[*] Oktay Baran, Davos: Burjuvazinin Zirvesi Kaygılı, marksist.com
link: Derya Çınar, Gezegen Kapitalizmi Kaldıramıyor, 13 Mart 2020, https://en.marksist.net/node/6860
“Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan”