Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk, işçisiyle, emeklisiyle, küçük çiftçi ve esnafıyla on milyonlarca emekçinin canını yakıyor. Her şeye zam üstüne zam gelirken işçilerin çok büyük bir bölümü asgari ücret etrafında salınan bir ortalama ücretle yaşam savaşı veriyor. Birkaç asgari ücretin girdiği kalabalık aileler biraz daha rahat nefes alabilirken, işsizliğin yaygınlaşması bu olanağı da ortadan kaldırarak yoksulluğu sefalete çeviriyor. Kendini her ay bir başka hile bulmaya vakfeden TÜİK milyonlarca işsizi hokus pokusla yok etmeye çalışsa da mızrak çuvala sığmıyor. “Senin iş bulma ümidin kırılmış”, “sen ev kadınısın”, “sen devletin iş arama kanallarını kullanmamışsın” vb. demekle 7 milyonu aşkın işsiz işsiz olmaktan çıkmıyor.
İşsizliği en yakıcı şekilde yaşayanların başında ise gençler geliyor. Gençler arasında işsizlik oranının %30’a tırmanması toplumsal sonuçlar da doğuruyor. Bunun yol açtığı en temel olgulardan biri, aileden ayrılma yaşının yükselmesi. Ebeveynleri ağır bir maddi ve fiziksel külfete sokan bu durum, her iki taraf açısından da ciddi psikolojik sorunları beraberinde getiriyor. Siyasi iktidarsa, izlediği politikalarla daha da derinleştirdiği ekonomik ve sosyal sorunlara tümüyle gözlerini kapayıp, evlenme yaşının yükselmesinin derdine düşmüş durumda. Şöyle diyor Erdoğan: “Bakın gençlerimizin evlilik yaşı giderek yukarı doğru çıkıyor. Genç yaşta maalesef evlenmiyorlar. Çoğu 30’u aşkın evleniyor ya da evde kalıyor. Böyle bir şey olabilir mi ya! Devlet babadan bahsediyor muyuz? Onun da başında Erdoğan var mı? Var. Ben de şu anda tavsiye ediyorum.”
Bu sözler üzerine bir kalemşorun, kendini fikirsel saçılım yapmaktan alıkoyamayıp “bekâr ve çocuksuzdan ek vergi alınması” parlak önerisiyle ortaya fırlasa da bizzat muhafazakâr gençlerden gelen tepkiler üzerine çenesini kapatmak zorunda kaldığını biliyoruz. Ama susmaya niyeti yokmuş gibi görünen muktedir, gençlere “evlenip çoğalın” buyrukları vermeyi sürdürüyor. İnsanların en özel alanlarına bile müdahale etmeyi doğal hakkı olarak gören “devlet baba”, çeyiz parası, çocuk başına altın, evlilik kredisi gibi dâhiyane uygulamalarla gençleri evliliğe teşvik edip üç-beş çocuk siparişinde bulunuyor. Fakat veriler, “saygısız” genç tebaasının onu kale almadığını gösteriyor. Daha da fenası, evlenenlerin önemli bir bölümünün beş yıl içinde soluğu mahkeme kapısında aldığı görülüyor!
TÜİK’in 2019 başlarında yayınladığı verilere göre, Türkiye’de ilk evlilik yaşı kadınlarda ortalama 24,8’e, erkeklerde ise 27,8’e çıkmış bulunuyor. 2011’de bu sayı kadınlar için 23,3, erkekler için 26,6 idi. Yaşanan toplumsal değişim evlenme ve boşanma oranlarında da benzer sonuçlarla kendini gösteriyor. Evlenme oranlarının son on yılda yaklaşık %25 düştüğü Türkiye’de, 2017 yılında 569 bin 459 çift evlenirken, 2018 yılında bu sayı 553 bin 202’ye inmiş.
Bunlar yetmezmiş gibi, efendilerin tedirginliğini daha da arttıracak şekilde, bu olguya, söz konusu yıllarda boşanan çiftlerin sayısındaki %11’e yakın artış da eşlik etmiş. 2017 yılında 128 bin 411 çift boşanırken, 2018 yılında bu sayı 142 bin 448’e çıkmış. Dahası, boşanmaların neredeyse %40’ı evliliğin ilk beş yılı içinde gerçekleşmiş.
Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, okullaşma oranının artması, okul çağının uzaması ve hepsinden önemlisi geleneksel kültürün aşınması, tüm ülkelerde evlenme yaşının da yükselmesine yol açıyor. Ne var ki içinden geçtiğimiz süreğen kriz döneminin buna ekstra katkıda bulunduğu görülüyor. Muktedirler meseleyi gençlerin sorumluluktan kaçınmalarına indirgeseler de, işsizliğin, yoksulluğun ve geleceğe duyulan güvensizliğin evlilikten uzak durulmasında ciddi bir rolü var.
Neoliberal kapitalist politikaların derinleştirdiği yoksulluk, kronik hale getirdiği işsizlik, güvencesizlik, öte yandan pompalanan bencillik ve bireysel hırs “kutsal” aile kurumunun temellerini iyice sarsarken, bu politikaların en azgın savunucularının tüm dünyada muhafazakârlar olması ne yaman bir çelişki! Dilinden aileyi, çok çocuğu düşürmeyen Erdoğan da iktidarda olduğu 17 yıl boyunca bu politikaların yılmaz uygulayıcısı oldu. Onun döneminde genç işsizlik oranları rekor üstüne rekor kırarak arttı. Özelleştirme ve taşeronlaştırma, işçi sınıfını daha da örgütsüz ve güçsüz hale getirirken var olan hakların da tümüyle kaybedilmesine yol açtı. Düşen ücretler bunun sadece bir boyutunu oluşturuyor. Bunun yanı sıra çalışma saatleri üzerindeki sınırlamaların alabildiğine gevşetilmesi, işgününün fiilen 12 saatlere çıkarılması, haftasonu tatilinin iç edilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, kadınların gece vardiyası vb. kısıtlarının kaldırılması, kreş talebinin karşılanmaması, eğitimin ticarileştirilerek pahalanması, “kutsal aile”yi resmen dinamitledi.
Dini, imanı, aileyi dilinden düşürmeyen İslamcı patronlar da tıpkı diğerleri gibi, kadınları gece gündüz öldüresiye çalıştırmaktan, çocuğu hasta olduğu için işe birkaç gün gelemediğinde kapının önüne koymaktan, hamile olanları işten atmaktan geri durmuyorlar. Denebilir ki, onlar zaten kadınların eve kapanmasını savunuyorlar ve bu açıdan böyle davranmaları gayet doğal. Ne var ki kazın ayağı öyle değildir. Zira teşvik üstüne teşvikle işgücü maliyetlerini düşürüp kadın işgücünü yaygınlaştırmaya çalışan bizzat AKP hükümetidir. Sermayenin temel güdüsü dinle, kutsalla çelişmekte, ucuz işgücü her zaman baldan tatlı gelmektedir.
Öte yandan sermaye açısından genç işgücünün belli bir eşiğin altına düşmemesi zorunludur ki, sadece AKP hükümetinin değil diğer ülkelerdeki kapitalist hükümetlerin de temel sorunlarından biri uzunca bir süredir budur. Nüfus artış hızının düşmesi, nüfusun yaşlanması ve bir süre sonra gerilemesi anlamına gelmektedir. Bu, sermaye açısından, taze işgücünün azalmasından başlayarak pek çok sorunun birikimli olarak artmasına yol açacak bir felâket olarak görülmektedir. Bugün Rusya’dan Güney Kore’ye, Japonya’dan Avrupa ülkelerine tüm devletlerin doğum oranlarını arttırmak için çiftleri ayda bir gün “seks tatili”ne varıncaya dek pek çok yöntemle “üremeye” teşvik etmelerinin nedeni budur. Örneğin Güney Kore romantik filmlerin ve pornonun bizzat devlet eliyle teşvik edildiği ülkelerden biridir. Keza Hollywood nicedir, “30 yaşına gelmiş, evlenmemiş, bu ne ya” temalı filmlerle “evde kalmış” kadın ve erkekleri evliliğe teşvik etme sanayiinin merkezine dönüşmüştür.
Meselenin bu bağlamda tüm kapitalist ülkeler ve hükümetler açısından ortak yönlerinin olduğu açıktır. Ne var ki, AKP iktidarı için bunun aynı zamanda çok önemli bir ideolojik yönü de bulunmaktadır. Türkiye’de İslamcı ideolojinin ve muhafazakârlığın en güçlü temsilcisi olan AKP, uzunca bir süredir gençler açısından çekim merkezi olmaktan çıkmış durumdadır. Bunun da ötesinde, genel olarak İslamcı ideoloji ciddi bir kan kaybı yaşamakta, bu düşünce ve hayat tarzını benimseyen aileler çocuklarına söz geçirememekten yakınmaktadır. Yeni Şafak’tan Akit’e İslamcı basın, gençlerin dinlerinden uzaklaşmalarından, sekülerleşmelerinden, ateizmin ve deizmin yaygınlaşmasından, kapalı genç kadınların başörtüleri haricinde açık kadınlardan hiçbir farkının kalmadığından, “uluorta öpüşüp koklaşmak” da dâhil “ahlâksızlığın” alıp başını gittiğinden dert yanmaktadır. Kendi tabanını oluşturan muhafazakâr ailelerin gençlere söz geçirememeleri, AKP açısından ayağını bastığı tabanın hızla erimesi anlamına gelmektedir. İşte tüm okulların imam-hatipleştirilmeye çalışılması da, gençlerin erken yaşta evlendirilip çoluk çocuğa karıştırılıp başlarının ve dolayısıyla gözlerinin bağlanması da bu erimenin önüne geçmenin sihirli formülleri olarak görülmektedir.
Aile kapitalizmde genel olarak burjuva ideolojisinin yeniden üretim merkezidir. Bu ideolojiye, sermaye sisteminin muhafazasını sağlayan genel bir gericilik damgasını basmaktadır. AKP gibi İslamcı partilerse bu ideolojiyi kendi renklerini vererek egemen kılmaya çalışmakta ve bunda aileye büyük bir ihtiyaç duymaktadırlar. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kapitalizm bir çelişkiler yumağıdır ve AKP de bu çelişkilerden azade değildir. Kadınların en önemli görevi analıktır diyen, onlardan bolca çocuk doğurup “yerli ve milli” evlatlar yetiştirmelerini isteyen Erdoğan, kendi iktidarıyla birlikte sermaye iktidarını da garanti altına alacağı itaatkâr, kanaatkâr, dinci ve kinci bir neslin sürekliliğini hedeflemektedir. Ama öte yandan, izlediği sermaye yanlısı politikalarla kadın işçileri ucuz işgücü olarak sermayenin sömürüsüne sunarak, asgari ücreti açlık sınırında tutarak, kadın ve çocuk işgücünün derinlemesine sömürüsünün önünü açarak, “aileyi” yıkıma uğratan da aynı Erdoğan başkanlığındaki iktidardır.
Burjuva iktidarlar, aile, din, iman, gelenek, görenek adı altında işçi sınıfını sermaye düzeninin kıskacına hapsetmeye çalışsalar da kapitalizm hükmünü icra ederek sınıfsal çelişkileri alabildiğine keskinleştiriyor. Yakın coğrafyamızda bulunan pek çok Müslüman ülkede işçi sınıfı ayakta. Cezayir’den Sudan’a, Irak’tan Lübnan’a milyonlar kapitalizmin yarattığı yıkım ve zulüm karşısında “artık yeter” diyerek aylardır sokaklarda. Kapitalizme karşı isyana dönüşen bu hareketlerde, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm kılınan gençler ve ekonomik zorlukların, gerici baskıların hayatlarını çekilmez hale getirdiği kadınlar en ön saflarda yer alıyor. Onyıllardır söz konusu coğrafyanın politik rantını yiyen siyasal İslamın yoksul emekçi kitleleri kendine çeken boyaları da artık dökülmüş durumda. Bu açıdan Türkiye’de de önemli bir değişim yaşanıyor ve egemenlerin asıl korkusu da bundandır.
Açlık, yoksulluk, işsizlik girdabındaki milyonlarca işçi, sömürüyü, eşitsizliği, adaletsizliği, yalanı, talanı, hırsızlığı, yolsuzluğu görmelerini engelleyen ideolojik gözbağlarını ve korkularını kaldırıp atmaya başlıyor. Gençlerin ve özellikle de genç kadınların bu açıdan çok daha büyük bir uyanış yaşadıkları görülüyor. Eğitim düzeyleri yükselen, kentlileşen ve modern hayatın parçası haline gelen kadınlar, ekonomik zorunluluk faktörüyle de birlikte, giderek çok daha fazla oranlarda çalışmaya yöneliyorlar. Böylelikle ilksel düzeyde de olsa sınıf bilinciyle tanışmaları onların hayatında köklü bir değişime yol açıyor. Kadınıyla, erkeğiyle, genciyle bu işçilerin sınıf mücadelesi saflarıyla temas ettikleri ölçüde bu değişimi çok daha derinlerde yaşayacaklarını ve sınıf bilincini çok daha ileri aşamalara taşıyabileceklerini biliyor, bunu gözlemliyoruz.
Nitekim bu şansa sahip olan kadın işçilerin bazıları bu gerçekliği kendi ağızlarından dile getirirken pek çok önemli hususu vurguluyorlar.[*] Örneğin bunlardan biri, küçük bir çocuğu olduğunu, onun ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda olduğunu, fakat ne kadar çalışırsa çalışsın çocuğuna iyi bir gelecek sunma imkânının olmadığını, çünkü hiçbir çocuğa gelecek vaat etmeyen bu düzende onun çocuğunun da tek başına bir geleceği olamayacağını bildiğini dile getiriyor. Mücadeleci işçilerle tanışmasının ona, bu hayatı değiştirmeyi ve kendi sınıfının saflarında mücadele etmeyi öğrettiğini belirterek şöyle diyor: “Haksızlıklara boyun eğmeyi, susmayı, kabullenmeyi değil reddetmeyi, karşı durmayı öğrendim. Kızıma bırakacağım en büyük miras da bu olacak.”
Şöyle diyor bir başkası: “Hiç bir şey değişmez diyorlar ya, bunu en çok da bizim her şeyi değiştirecek gücümüz olduğunu bildikleri için söylüyorlar. Her şeye susup boyun eğelim, başımızı yukarı kaldırmayalım diye.” Ama onlar mücadeleyle tanıştıkça, yine birinin dediği gibi, özgüven kazanıyor, daracık bir alana hapsedilen sınırlarını aşıyorlar. Boyun eğmemeyi, sorgulamayı, baş kaldırmayı öğreniyorlar. Hayatlarının anlam kazandığını fark ediyorlar.
Bir diğeri, “Bir kadın olarak en başta aileden itibaren bize öğretilen şey «susup kabullenmek»ti. Ne ailede ne de okulda bize bir sınıf olduğumuz, yan yana durmamız gerektiği hiç öğretilmedi” diyerek, sınıf bilinçli işçilerle tanışana dek gerçeklikten nasıl uzak kaldığını belirtiyor. “Çünkü” diyor, “hiçbir yerden, hiçbir kimseden duymadım gerçekten içinde yaşadığımız dünyanın nasıl bir dünya olduğunu, aslında bir yanda patronlar sınıfı diğer yanda işçi sınıfı olduğunu. İşte bu yüzden ben de kader deyip boyun eğiyordum.” Ama artık boyun eğmemeyi, direnmeyi, hakkı olana sahip çıkmak için mücadele etmesi gerektiğini öğrenmiş: “Küçük gibi görünen bu değişiklikler bakış açımda öyle değişimler yaratıyor ki bazen akrabalarım, ya da eski arkadaşlarım bana çok değiştiğimi söylüyorlar. Hani hep söylenen bir söz var «bu dünyayı sen mi değiştireceksin.» Hayır. Bu dünyayı ben değiştirmeyeceğim, ama bu düzenin değişmesi için en başta kendimden başlıyorum değişmeye. Çünkü değişmeyen insan içten içe çürümeye başlar aynı bu düzen gibi. Ama ben değişirsem, biz değişirsek, sınıfımızı, safımızı öğrenirsek dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğumuzu biliyorum. İşte o zaman bu dünyayı hep beraber değiştirebiliriz. Aynı türküde söylendiği gibi «sana kutsal gelen bin yıllık çınar, fiske vuruşuyla yıkılır bir gün».”
Egemenler bunu engellemek için kendilerini paralasalar da bu çırpınış beyhudedir.
link: İlkay Meriç, “Otuz Yaşına Gelmişler, Evlenmiyorlar!”, 19 Şubat 2020, https://en.marksist.net/node/6842
ABD-İsrail Ortak Yapımıyla “Yüzyılın Zorbalığı”
Koronavirüs Salgını ve Kapitalizm