Yaklaşan yerel seçimler nedeniyle geçtiğimiz günlerde bir toplantıya katılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski başkanlarından Nurettin Sözen’in konuşması basına yansımış ve bekleneceği şekilde Erdoğan’ın tepkisini çekmişti. Sözen, Erdoğan’ın bitmez tükenmez kıyaslamalarını kastederek şöyle konuşmuştu: “Çöp yığınlarından bahsediliyor. Söz konusu çöp yığınları 5 yıl içerisinde 2 defa yapılmış olan işçi grevinde biriken çöplerdir. Demokrasi içerisinde eğer sendika varsa, toplu sözleşme varsa ve grev varsa bunları anlayışla karşılamak gerekiyor. Bana bu soru sorulduğu zaman; demokrasisi olmayan, sendikası olmayan, grevi olmayan bir toplumda yaşamaktansa, çöp yığınlarıyla demokrasi içinde, sendikası, toplu sözleşmesi olan, grevi olan bir düzende yaşamayı yeğlerim diyorum.”
Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığındaki selefine geciktirmeden verdiği cevap ise şuydu: “Çok enteresan Sayın Sözen, bir açıklama yapmış. Çok ilgimi çekti. İstanbul’un benden önceki CHP’li belediye başkanı Nurettin Sözen, yapılan eleştirilerle, Ümraniye çöplüğünün patlamasıyla ilgili çok dikkat çekici bir değerlendirme yapıyor. Hakikaten üzüldüm, hem profesör olacaksın hem doktor olacaksın, böyle bir açıklamayı nasıl yaparsın? ‘Grevi olmayan bir toplumda yaşamaktansa çöp yığınlarıyla demokrasi içinde, sendikası, toplu sözleşmesi olan, grevi olan bir düzende yaşamayı yeğlerim’ diyor. Grevler varmış da o yüzden çöp yığınları varmış. Biz geldik çöp yığınları kaldı mı? Bizimle beraber grev denen olaylar ortadan kalktı. Sen bir defa siyasetçi olarak grev denen olayları ortadan kaldıracaksın. Hak vermediğin için grev oldu. Grev olmuyorsa demek ki işçinin hakkını veriyorsun, hukukunu gözetiyorsun, toplumun genelinde grevler minimize oluyor, grevsiz bir toplum meydana getirdik. Ama bak şimdi İzmir’de, İZBAN’da grev yar. Hadi buyurun, niye çözmüyorsunuz? CHP mantığında grev var. CHP çiledir ama biz halkımıza bu çileyi çektirmedik.”
Bizler açısından Erdoğan’ın ve rejiminin grevlere ve işçi haklarına bakışını ortaya seren bu konuşmasında, sarf ettiği sözlerde yeni ve “enteresan” bir şey yok! Erdoğan, İstanbul’un çöpleri üzerinden “eski” ve “yeni Türkiye” kıyaslamalarını ilk defa yapmıyor. Muhalif kesimleri ilk kez aşağılamıyor. Demokratik haklara yönelik saldırganlığını ilk kez sergilemiyor. Grevleri ortadan kaldırmakla ilk kez övünmüyor. İşçinin hakkını verdiği iddialarını ilk kez ortaya atmıyor. Tahayyül ettiği toplumun “grevsiz”, itaatkâr, kanaatkâr bir toplum olduğunu ilk kez açığa vurmuyor. Grevleri, Türkiye’nin başına bela olarak gösterdiği ve seçmenlerinin gözünde şeytanlaştırmaya çalıştığı CHP’yle özdeşleştirerek ilk kez karalamıyor… Ancak ne yazık ki bu sözlerden yansıyan mantık Erdoğan’la ve muktedirlerle sınırlı değildir. Bu topraklarda tarihsel-siyasal arka planın, örgütsüzlüğün ve sınıf bilincinin zayıflığının etkisiyle toplumun azımsanamayacak bir bölümü grevleri hak elde etmek üzere başvurulacak etkin bir yöntem olarak değil, “çile”, “aksaklık”, “kargaşa” olarak görmektedir.
Erdoğan’ın sınıf düşmanı pozisyonu, görmek isteyenler açısından çırılçıplak ortadadır. Son örnek olarak da, CHP’li İzmir Belediyesini İZBAN grevi üzerinden işçilerin hakkını vermemekle eleştirmesine rağmen bir kararnameyle bu grevi yasaklaması verilebilir. Daha önce OHAL’i kullanarak grevleri nasıl yasakladıklarını ballandıra ballandıra anlattığını da hatırlatalım. Dolayısıyla onun işçi düşmanı pozisyonunu bir kez daha sergilemektense, konuşmasına sinmiş olan yaklaşımı ve bu yaklaşımın Türkiye işçi sınıfının geri bilinçli geniş kesimlerinde aslında bir karşılığı olduğunu ortaya koymakta fayda var. Sınıf devrimcileri, içinde faaliyet yürüttükleri işçi sınıfını idealize etmekle değil, onun mevcut durumunu en ince detaylarına kadar kavramakla ve buradan hareketle onu dönüştürmeye çalışmakla yükümlüdürler. Bu çerçevede hak mücadelesi ve hak arama bilinci ile çareyi “devlet büyükleri”nden beklemek, bir kurtarıcı beklemek, ihsan ve lütuf beklemek arasındaki önemli farklılıklara değinmekte fayda var. Erdoğan gibiler kendilerine güvenle, işçinin gözüne baka baka bu lafları etmelerine rağmen, işçiler arasında halen muteber oluyorlarsa, bunun nedeni sınıf bilincinin zayıflığı ve bunu besleyen tarihsel-kültürel arka plandır.
Erdoğan’ın bugüne kadarki konuşmalarına dikkat edilirse, onun işçileri aslında tebaa olarak gördüğü anlaşılır. Tebaanın yasal, demokratik hakları ve hukuku yoktur. Tepedeki sultan gönlünden geldiğince tebaasına ihsan dağıtır ve onu razı eder. Sürekli Osmanlı’dan söz edip duran, kendisinin kurtarıcı olduğu vehmine kapılan ve zihinsel arka planı Osmanlı hikâyeleriyle dolu olan Erdoğan’ın bu tarzda düşünmesi şaşırtıcı değildir. Oysa kapitalist düzende sermaye karşısında ücretli emeği temsil eden işçi sınıfı, grev dâhil birçok hakkı mücadele ile kazanmış ve bunların yasalaşmasını sağlamıştır. Oy hakkı gibi grev de işçi sınıfının mücadeleyle kazandığı demokratik bir haktır. Kimse ona lütufta bulunmamıştır. Zaten kapitalist düzende işçilerin işçi olmaktan kaynaklanan, daha baştan kapitalistlerce tanınan “doğal hakları” yoktur ve hiçbir zaman olmamıştır. Uluslararası işçi sınıfının yasal ve fiili tüm hakları patronlar sınıfına karşı verdiği savaşımın, örgütlenerek güç dengesini değişikliğe uğratmasının sonuçlarıdır. Yani daha baştan ortada uzlaşmaz bir karşıtlık vardır ve söz konusu haklar sermaye sınıfından kanırta kanırta koparılmıştır. Sermaye sınıfı, işçilerin kazandığı hakları bulabildiği ilk fırsatta geri almaya çalışmaktan vazgeçmemiştir. Bu durum dönüp dolaşıp yeni çatışmaları tetiklemiştir.
Ancak Erdoğan’a göre “hak”, o hakka sahip olanın mücadele yoluyla elde ettiği bir olgu değildir. O hakkı verebilecek güçte olanın ihsanıdır. O hakkın gerekli olup olmadığını, gözetilip gözetilmeyeceğini, çerçevesini, boyutlarını belirleyen onu talep eden değil, ihsan edendir. Hakkı talep eden bunu dişiyle tırnağıyla mücadele ederek almaya, genişletmeye kalkışmamalıdır, ihsan edilmesini beklemelidir. Hak iddiasında bulunmak ve bu hakkı elde etmek için mücadele etmek otorite tanımazlık, kadir bilmezlik, hatta şımarıklıktır, düzen bozuculuktur, marjinalliktir. Biat etmeden, ihsan beklemeden hak talep eden adeta evin şımarık çocuğudur ve cezalandırılmalıdır!
Hal böyle olunca Erdoğan emekçilere “ayaklar baş olmaz” diyerek had bildirmeye kalkışabilir, eyleme katılan bir insanı “kadın mıdır kız mıdır, bilemem” diye aşağılayabilir, kadro isteyen taşeron işçiyi “nankör, işin var, çalış” diye azarlayabilir, grevleri ortadan kaldırmakla övünebilir, grevleri yasaklamanın huzur ve istikrar anlamına geldiğini iddia edebilir, kendini asgari ücret tespit komisyonunun, sendikaların yerine geçirebilir. Bugün emeklilik yaşını yükselten, prim gününü arttıran, ücretleri düşüren, iş saatlerini uzatan, iş kazaları karşısında önlem almayan, kıdem tazminatına göz diken, iş mahkemelerinin önüne arabuluculuk engeli getiren, grev-direniş çadırlarını yasaklayan, işçi eylemlerine saldıran iktidarın başı olarak işçinin hakkını vermekle övünebilir!
Ne yazık ki tarihsel, geleneksel-kültürel altyapısı nedeniyle içinde yaşadığımız toplumun çok önemli bir bölümünün “hak” kavramına yaklaşımı Erdoğan’ınkinden pek de farklı değildir. Türkiye toplumunda “hak” algısı, yüzyıllar boyunca varlığını sürdüren Asyatik despotizmin etkisi altında şekillenmiştir. Asırlar boyunca tebaa, reaya olarak yaşamak, siyasal yaşama katılmamak, sivil toplumun gelişememesi bu toprakların insanının düşünce ve davranış biçimini belirlemiştir. Kapitalizmin bu topraklara son derece geç tarihlerde girmiş olması, işçi sınıfının mücadelesinin Batı ülkelerine nazaran cılızlığı, işçi hareketinin darbelerle ezilmiş olması “hak” bilincine yönelik çarpık algının bugüne kadar varlığını sürdürmesine neden olmuştur. Erdoğan’ın tarzının ve “hak” kavramına yaklaşımının toplumun önemli bir kesiminde tepki yaratmak bir yana karşılık bulmasının arka planında bu gerçekler vardır.
Bu topraklarda, ailede evin direğinin baba olduğu, toplumun direğinin devlet olduğu, devletin koruyucu bir baba olduğu düşüncesi zihinlere daha derinden işlemiştir. “Allah zeval vermesin” denilen devlet, “Allah başımızdan eksik etmesin” denilen baba gibidir. Buna göre “baba” düzen sağlayıcıdır, otoritedir, ocağın tütmesinin güvencesidir. Bu düzen ve güvence ortadan kalkarsa tam bir kaos meydana gelir. Dirlik bozulur, anarşi, “kardeş kavgası” baş gösterir, her türlü kötülük kendine yol bulur, bu kötülükler karşısında “millete” koruma sağlayacak hiçbir mekanizma kalmaz. Adalet sağlanamaz, hukuk işlemez, zalimin en tepeye tırmanması engellenemez, mazlumlar sahipsiz kalır. Böyle bir durum son derece ürkütücüdür ve her ne pahasına olursa olsun kaçınılmalıdır!
Bu nedenle devlete sahip çıkmak, dirlik düzene sahip çıkmak olarak algılanır. Devlete ve devleti temsil eden herkese ve her şeye boyun eğmek, saygı duymak gerekir. Bunca önemli bir işlev üstlenen devletin zaman zaman sertlik göstermesi, düzeni korumak için can yakması doğaldır ve sorgulanmamalıdır. Devlete zarar verecek her şey toplumun dirliğine, bekasına zarar verir. Bu nedenle devlet düşmanlarına karşı teyakkuzda olmak hayati önemdedir. Milletini koruyan ve kollayan “devlet baba” zaten tüm imkânlarını “evlatlarının” esenliği için sunacaktır. Hak uğrunda mücadele etmek o hakkı kazanmanın değil olsa olsa tehlikeye atmanın yoludur. Hakkı verecek olan devlettir, ya hak talep edilemeyecek ya da devletin kapısına gidilecektir. Böyle bir arka planla şekillenmiş toplumun ve elbette işçi sınıfının pek çok unsuru hakkı vermesini, sorunları çözmesini devletten bekler, patrondan bekler, sendikadan bekler. Hak kazanmak ya da kaybedilmesi muhtemel bir hakkı korumak için kendi özgücü ile harekete geçmesinin önemini çoğu zaman kavrayamaz. Hakkını alamıyorsa o hakkını talep etmeyi ısrarla sürdürmektense, o hakkı için kavga vermektense çoğu kez sessiz kalmayı, işyerinden ayrılmayı ve benzeri “çözümleri” tercih eder.
Türkiye ile kıyaslanacak olursa Batı’da toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi olarak ayrışması yüzyıllar evveline dayanır. 1800’lü yıllar boyunca ABD’de ve Avrupa’da işçi sınıfı ve burjuvazi büyük bir savaşım içinde olmuştur. İşçi sınıfı çalışma ve yaşam koşullarını düzeltebilmek için kapitalist sınıfa karşı büyük mücadeleler vermek zorunda kalmıştır. Kimi zaman kandırılmış, ağır yenilgiler almış, ezilmiş, kimi zaman bu yenilgilerin dersleriyle atıldığı yeni mücadelelerde zaferler kazanmış, sermaye sınıfına ecel terleri döktürmüştür. Bu mücadeleler asgari ücret uygulaması, çocuk işçiliğin yasaklanması, dezavantajlı durumdaki kadın işçilerin ek haklar kazanması, dinlenme ve tatil süreleri, sigorta, emeklilik, sendikal örgütlenme gibi hakların elde edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu nedenle Batı işçi sınıfı açısından “hak”, uğrunda zorlu mücadelelerin verildiği, dişle tırnakla sökülüp alınan, örgütlü güçle korunan ve geliştirilen bir olgudur, “patron vergisi” değildir.
Elbette bu toprakların işçi sınıfı da büyüyor, gelişiyor, geçmişten taşınan olumsuzlukları silip atacağı, kendi sınıf yöntemleriyle savaşacağı günler için güç biriktiriyor. 1960’lar gibi geç bir tarihte varlığını ortaya koyabilen, o tarihten bu yana darbe üstüne darbe gören, Batı benzeri sendikal ve siyasal örgütlülüklere sahip olmayan, onun kadar uzun mücadele geçmişine ve geleneğine sahip olmayan Türkiye işçi sınıfının tabir caizse “zamana” ihtiyacı vardır ve kapitalizm altında zaman işçi sınıfını olgunlaştırarak onun lehine işlemektedir. Bizler açısından önemli olan içinde yaşadığımız toplumu, bu toprakların işçi sınıfını derinden anlamak, sabırlı olmak, doğru yöntemlerle mücadeleci işçilere ulaşmak ve onların bilincini ileri taşıyacak adımlar atmaya devam etmektir. Bugün için son derece küçük görünen bu adımlar atılmadan yarın değişim yaratacak büyük adımlar atılamaz.
link: Ezgi Şanlı, Grev, Hak, İhsan, 11 Ocak 2019, https://en.marksist.net/node/6569
Yap-İşlet-Devret-Zenginleştir
Orban’ın “Dış Mihraklar”ı